
” …gerçekliğin yerini almak değil,
kendilerinin de gerçekliğe ne kadar
benzediklerini bana anlatmaktır dertleri.”
Fernando Pessoa
İnsan, saplantılı bir görünüş isteminin sözcüsü haline geldi bizim zamanımızda. Tekrarlanışların, hayal kırıklıklarının, yengilerin, gecikmelerin peygamberi o şimdi. Yaşamıyor, yaşam üstüne düşünüyor. Arzulamıyor, bunun ontolojisini kurmağa girişiyor. Bir sahte mutlaklar geçidinin önünde şimdiyi nasıl tüketeceğini düşünüyor endişeyle. Dokunamadığı, değiştiremediği, hakkında söz sahibi olmadığı bir mabedin bekçisi.
Bugünün hakikati üzerine çok şey söylemek mümkün. Bu çağın aşırılıkları ve paradoksları hakkında epey laf edilebilir. Ama yüzümüze bir tokat gibi çarpan asıl hakikat, sözün/söylemin/itirazın ve muhayyilenin dünya gerçekliğinde artık bir karşılığı olmadığıdır. Hayatı yürüten ve çoğunlukla da hastalıklı bir temele dayanan bileşenler, bambaşka saiklerden güç alarak kültürü “alttan alta” biçimlendirir. Kâr hırsı, iktidar arzusu, kibir, sapkınlık… Ne dersek diyelim. Bir aşırı kullanımın, bir doygun ahmaklığın, başına buyrukluğun deney sahasına dönüştü dünya. Uygarlığımız yoruldu, yıprandı; yüzeyde el sürmedik bir yer/nesne bırakmadı insan türü. Sözü/düşlemi sınıra taşıdı, yapıları çözümledi, deneyselliğin uçlarına vardı.
Nasıl oluyor bu? Bilginin ve iletişimin olanaklarından böylesine yüksek bir düzeyde yararlandığımız, en karmaşık problemleri çözümleme yetkinliğine ve olanağına eriştiğimiz böyle bir çağda, niçin hâlâ hayatı onaramıyoruz. Üstelik onca yıkım, acı, felaket tecrübe edilmişken; iletişimsizliğin, kapalılığın ve keyfiliğin sonuçları tüm negatifliğiyle önümüzde duruyorken.
Çok açık bir “yaşamsallık” problemi var ortada. İnancın, düşüncenin, değer dizisinin hayatlarımızda bir türlü karşılık bulamamasıyla ilgili bir sorun var. -Mış gibi yapmak, oyunun kurallarının dışına çıkmamak, üzümü yiyip bağını sormamak, değer sahibiymiş gibi görünmek, yaşamı kategorilere ayırmak, başına iş almamak için dünyaya yüz çevirmek, sadece birtakım beğeni çizgilerini takip etmek, her şeyi bir “haz ve doyum” ikiliğine indirgemek yetiyor günümüz bireyine. Hayatla ve insanla, hayatın ve insanın geleceğiyle ilgili samimi dertler taşımıyoruz. Dahası, türdeşlerimizin “iyi bir yaşamı hak ettiği” fikrine de bir türlü gönülden bağlanamıyoruz. Birbirimizi sevmiyoruz, sabırla/hoşgörüyle yaklaşmıyoruz birbirimize. Örtülü bir nefret, tahammülsüzlük, elem ve şüphe baskın geliyor bir şekilde. Çünkü yüzeyde dolanan “kirli el”, bu dinamikleri enjekte ediyor uygarlığın damarlarına.
***
Görünüşler alanına hâkim olan söylemle kendini alttan alta var eden kuvvet, iki veçheyi takip eder. Bunlar bir taraftan birbirlerini olumsuzlamaya yönelirler. Nesne üstündeki iktidarı kullanmanın farklı tarzlarını icat ederler. Söyledikleri değil ama söylemlerinin denk düştüğü zemin ve yarattığı etki farklıdır. Öte yandan neden oldukları çelişkiden beslenerek kendi iktidarlarını teminat altına alırlar. Karşıtlık, üslup inşasının en temel dayanağına dönüşür. Fanatizm ve ötekileştirme üzerinden tanımlanır hayat. Bu örtülü oyun, toplumsal talep bir çizgi-dışı’ya yönelmediği müddetçe böyle sürüp gider.
Ne anlama geliyor bu? Maddi güçler belli bir dönüştürüm yetkinliğine ulaşmadıkça, insanın teori ve pratik, ahlaki tutum ve ilkel dürtü, söylem ve gerçeklik arasındaki çelişkileri aşamayacağı mı? Çemberi kırmanın hiçbir koşulda bir öznellik deneyimine bağlı olmadığı mı? Eğer hakikat buysa, yaşamın olumluya dönmesi için beklemekten başka yapılacak bir şey yoksa, niçin hâlâ yeryüzünün problemleriyle dertleniyor/yazıyor/üretiyor/kültürün verimlerini izliyoruz? Sadece nefes alınacak bir evren kurmak için mi? Başkaları da orada, bir nebze soluklanabilsin diye mi? Sürüp gitme içgüdümüz farklı bir seçenek bırakmadığından mı?
“…iktidar ilişkilerinin yerini kurumların tasfiye olduğu, piyasanın hayatın bütününü istila ettiği, ikna eden, ayartan, teşvik ve motive eden, iktidar ve egemenlik ilişkilerinin almasıdır neoliberalizm. Zorla boyun eğdirmek, itaatkâr ve tâbi özneler yaratmak yerine, esnek, hareketli, verimlilik ve performans ilkelerine göre davranan ‘özgür’ ve ‘rasyonel’ özneye yaslanan bir egemenlik sistemi…”[1]
***
Öznelleşme yetkinliğinin aydınlanmacı/iyimser/çoğulcu bir “yararlı olma” perspektifinden ziyade, bir içsel hesaplaşma hâlinin ürünü olduğu söylenir. Birey, kendi sesini yakalamak için bayat fikirlerin, vasat söylemlerin, ahlaki ve siyasal dizgelerin etkisinden kurtulmalı, kendisi de dâhil olmak üzere her şeyle kavgaya tutuşmalıdır bu yaklaşıma göre.
Bizim yapmaya çalıştığımız ne o halde?
Acımasız bir piyasa aygıtının yaşamın her alanına sızdığı koşullar altında öznelliğin imkânlarını araştırmak… Epey hassas bir konu! Büyük düşünceyi, iyi hayatı, yetkin sanat/fikir ürününü, olanaklandıran bakışı, dirimi ve özgünlüğü, neşeyi, içtenliği, ruhsal dengeyi yakalamak istiyoruz böyle bir düzlemde.
Kişi, gözlerinin önüne sicimli bir perde çekmediği ya da uğraş alanını sapkın bir yüceltimle her şeyin üstünde tutmadığı sürece, bu gerçekliğin etkisinden kaçamayacak. Çünkü onun “kişisel” diye nitelediği pek çok sorun aslında bir “yaşam krizinin” ifadesi. Bir hegemonik müdahalenin, algı belirleniminin, kültürel dayatımın, algoritmik hesabın, zamansallığın, sınıfsal hakikatin neticesi.
Böyle bir yapı, insanın var olma/konuşma/ilgi ve sevgi nesnesini bulma girişimine ket vurmuyor sadece; daha beterini yapıp “olmanın olanağını” yok ediyor. Ben’in “biricik” evreni, bir sahte seçimler uzamında, çoğunlukla farkına bile varılmayan kuvvetler tarafından işgal ediliyor.
Öznelliği tümden işlevsiz görmek niyetinde değiliz aslında. Onda kendini sürdüren, onunla ilişkili hale gelen, onu manipüle eden “yeni” ontolojiyi kavramayı deniyoruz. Ve bu şehevî tahakküm biçiminin yol açtığı krizin bambaşka olanaklar doğuracağı ümidini taşıyoruz gönlümüzde. Acıyı da hüznü de neşeyi ve erinci de kendinde toplayan bir beden sonuçta dünya. Umarsızlığın ve başıbozukluğun, kedere ve bir öznellik üslubuna ulandığı bir devr-i âlem. Yaşamak yolunun açılabileceği şimdilik tek zemin. Mutlağın ve kesinliğin alanı değil orası; oluş’un, devinimin, çokluğun ve parçalılığın beşiği.
Şöyle yazmıştı Antonin Artaud: “Bizim özellikle yaşamaya gereksinimimiz var, bir de bizi yaşatan şeye ve bir şeyin bizi yaşattığına inanmaya – ve benliğimizin gizemli derinliğinden çıkan şey, kabaca sindirme kaygısıyla durmamacasına üzerimize dönmemeli.”[2]
Bizim evrenimiz, yaşam kuvvetlerinin baskıyla ve yadsımayla külliyen yok edilebildiği bir alan değil. Aksine kültür tarihi boyunca, zapturapt altında tutulmaya çalışılan birçok şeyin beklenmedik yerlerde, umulmadık biçimlerde uç verdiğini gördük, öğrendik. Demek ki ussal öngörüye, felsefî ve edebi spekülasyonlara bel bağlamak yerine, oluş’un doğasını ve şeylerin ilişkiselliğini anlamaya çalışmak gerekiyor. Birileri kesin ölçüler koymayı deneyebilir, birileri kendi hakikat algısını, uzamın mutlağı; şahsi huzursuzluğunu ve geç kalmışlığını ise, varoluşun tek ölçüsü sayabilir.
Her yaşama, bir sınır ve dayanaktır kuşkusuz. Her deneyim, manevi bir yoğunluk içerir ve bir hat çizer. Öznenin anladığı/duyduğu/bildiği/yükünü taşıdığı şeydir hakikat. Bir yaşamada, susku’nun/ümitsizliğin/el etek çekmenin kokusunu aldığımızda (bu eğer kişi tarafından bilinçli olarak tutulmuş bir yol değilse) bireylerin ya da halkların kederiyle dertlenmiyoruzdur aslında. Yaşamı kat eden ve bir yerde mutlaka bize dönecek olan hegemonyadır ruhumuzda tedirginliğe yol açan.
Bu güç ve tahakküm aygıtının kadercilik, kayıtsızlık, içe dönüklük, yas ve melankoli dışındaki “etkin” öznelleşmelere pek bir şans tanımadığı açıktır. Aşağılara yuvarlanan bireye, kendi sefaletine tutunmanın dışında bir seçenek bırakmadığı da. Günümüzde “içsel deneyim” denen şey, kültür ikliminde bir yer bulabiliyorsa, bunun nedeni, onun piyasa aygıtının kutsallarından ve yapısal işleyişinden uzak duruşudur. Terörize bir yaklaşıma sahip olmayışıdır. Bir tür metafizik geviş getirmeyle, salon etkinliğiyle, spiritüel egzersizle sınırlı kalışıdır.
Öte yandan, sadece bireyci bir kültürün davranış saiki de değildir bu. Kendini muhalif bir görünüşle takdim eden pek çok yapı/topluluk/politik hareket, asıl sorunları dillendirmeye yanaşmaz. Dışlanmayı, lanetlenmeyi, öteki konumuna düşmeyi, sahneden uzaklaştırılmayı, güç alanını yitirmeyi göze almaz. Siyasal anakronizmin, temsile ve kendini yadsımaya dayanan vasat bir ortakçılığın, bir indirgeme ve bastırma pratiğinin “çağın ruhu” denen olguyla uyum sağlamak adına çirkin bir şekilde kullanılışıdır bu. İlkelerini, kimi “kazanımlar” için askıya alan ve kaçınılmaz olarak yıkmak istediği yapıya eklemlenen düşkün bir bilincin hikâyesi.
***
Özne…
Tarihin günah keçisi…
Bir yanlışlıklar örüntüsünün taşıyıcısı…
Şizofren, mahkûm, fahişe, sürgün, uyumsuz, hain…
“Temiz toplum” un kamburu sayılan, kendi pisliğini aklamak isteyenlerin her daim atış alanında duran, varoluşun yükünü sırtlanmak durumunda kalan kimse(ler).
Peki nedensiz kötülük/uyumsuzluk/sapkınlık diye bir şey yok mu? Elbette var. Yara ve yıkım ille de bir gerekçeler örüntüsünü takip etmek zorunda değil. Ama Cioran’ın dediği gibi, terazinin bir yanına, tek tek, bağımsız bireylerin yapıp ettiklerini; öteki yanına dinlerin/ideolojilerin/devletlerin sistematik kıyımlarını koyun, ikinci taraf her daim ağır basacaktır. Şahsi kibirle/alaycılıkla/davranış bozukluğuyla, örgütlü ve programlı zulüm bir tutulabilir mi?
Demek ki gerekçelendirilebildiği ölçüde yapı tarafından hoşgörüyle karşılanan pratiklerin dünyası bizimki. Dahası yapıda dönüşsüz bir tahribata yol açmadığı sürece hüsnü kabule açılan girişimlerin evreni. Anlamak, onarmak, – yine de – umuda ve neşeye dönük olmak isteyenler, ilkel içgüdünün tek ontolojik hakikat olduğunu düşünenler, yeryüzünü talan etmeye girişenler, bir ada olmaya heveslenenler, kuşkucular, ümitsizler, aşırılar, münzeviler hep aynı yerde dolanıyor. Ve bu hikâyenin tam olarak nerede, ne şekilde sonlanacağını bilmiyoruz.
Zira pek çok kehanetin boşa çıktığını gördük tarihte; vaktiyle büyük heyecanlar uyandıran onca fikir/analiz/öngörü artık hatırlanmıyor bile. Ama tümden bilgisiz de değil insan. Birey ve toplum hakkında, hayatın tuhaf işleyişi hakkında epey tecrübe edindi. Ve bu tecrübe büyük ölçüde, yaşamın parçalılık/çoğulluk/belirsizlik ve çok katmanlılık üstünden gittiğini söylüyor. Aynı şekilde, us buyruğunun kölesi olan modern insanın “artık” başka duyma/kavrama yaklaşımlarına açılması gerektiğini.
Yaşam, oluştur. İkiliktir. Hiçlik ürküsüdür. Hiçe direniştir. Döngüsel etkidir.
Oluş, kendi hakikatini yaratır. Kendinde kalır. Olduğu gibi olan şeydir.
Psikolojik ya da felsefi bir atfetmenin ötesindeki devimdir bu. Özne tarafından onun ne şekilde yorumlandığının, hangi söylemin ve tasavvurun parçası kılındığının pek de bir önemi yoktur. Oluş’a katılıyor, olma halinin gereğini yerine getiriyoruz çoğunlukla. Yaşama böyle yerleşiyoruz. Önsel bilgi ve izlenim, bu sahici işleyişte veriyor sınavını.
Ağırbaşlı bir yalnızlığın büyüttüğü sonsuz… El yordamıyla ilerlenen zemin… Herkesin yanından yöresinden beslediği bir kakofoni, yoğunluk… Bu ses coğrafyasındaki fazlalıkları temizlemekten başka seçeneği yok insanın. Daha sonra neyin kendini duyuracağını hep birlikte göreceğiz.
1) Erdoğan Özmen, Psikanaliz ve Travma İdeolojisi, Birikim Haftalık, 29 Mart 2023.
2) Antonin Artaud, Tiyatro ve İkizi, Çev: Bahadır Gülmez, YKY, İstanbul, 2009.
TANER GÜLEN
Bir yanıt yazın