Beden yazıya geçer.
R. B.
Şairler falcı ya da büyücü değiller elbette, ama onlara çarpan, onlardan seken kelimeler zamanların nasıl aktığını, nasıl akacağını şaşırtıcı bir doygunlukla hissettirebiliyor bizlere.[1]
Arthur Rimbaud’nun büyük yapıtı Aydınlanışlar’ın tanıtım bülteninde rastladım bu ifadeye. Tam da kendime “Sanat, sanatçı nedir? Anlatı ikliminde hangi kuvvetler görünürlük kazanır? Yazar dediğimiz kimse, bir alışkı evreninde, bize yepyeni bir kavrayış/olanaklanma alanı açan kişi midir? Yoksa muhtemel bir tarihsel kırılmayı adlandıran, bu bölgeye sessizce yerleşen ve orada kendi bayrağını sallandıran bir açık göz mü?” türünde sorular sorduğum bir dönemde.
Bilmezliğe yatmanın lüzumu yok.
Yazı işinin kuramsal boyutuna kafa yormuş isimler tarafından, üstünden incelikle geçilmiş meseleler aslında bunlar. Bugüne dek Marksizm, yapısalcılık, fenomenoloji gibi düşün güzergâhlarından oldukça doyurucu çözümlemeler/yorumlar geldi, anlatı/anlatıcı hakkında.
Ama yine de yazı, duyum ve düşünce arasındaki ilişkiyi sürekli deşmeyi, buranın yeterince girilmemiş bölgelerinde dolanmayı, bir de işin kişisel boyutu üzerine kalem oynatmayı gerekli kılan bir içgüdünün tesirinde kalıyoruz çoğunlukla. Kuramsal alana ciddi bir katkıda bulunmayacağımızı bile bile, söz konusu meselenin bencesini aramaya çıkıyoruz. Yanılmayı ve kaybolmayı göze alarak, belki de boyumuzu çok çok aşan izlerin, çizgilerin, gerçekliklerin peşine düşüyoruz.
Burada önemli olan noktanın yazıya ve düşünceye yüklenen affective nitelik olduğuna inananlardanım ben. Harikulade bir alan hâkimiyetinden, çenebazlıktan ve kalem ustalığından ziyade (ki bunların da ayrı bir yeri, önemi olabilir), öznenin metin karşısında/o güzel ıssızlıkta yakaladığı parıltı, oradan damıttığı aroma, söz konusu sevinç hali, açılım aslolan. Yazmak cennetinde/cehenneminde deneyimlediğimiz onca şey, bu masumiyetin (göstergeler düzeyinde) serpilip büyümesinden başka bir şey değil aslında.
***
“Yazının içinde bir çark bulunur. Bu çarkın çıkardığı sesi duyarız. Kimi zaman, özellikle kendimizi okumaya kaptırdığımız zaman, bu çarkın dişlileri eşit aralıklarla bölünür, eski zamanların el yapımı bisiklet çarklarına benzer. Zincir dişliye oturur, bir saat tıkırtısı gibi dönmeye başlar. O zaman işte, roman için her şey yolunda demektir.”[1]
Faruk Duman’ın, roman sanatı üzerine yazdığı bir güzel metinden bu parça. Yazıdaki ritmin, bir tür yerli yerindelik düzlemine, zorlamasız biçeme, bütünselliğe ait olduğunu hatırlatıyor. Bir anlatıyla karşılaşmak, o anlatının yapı unsurlarınca yükseltilen bir imgeyle yüz yüze gelmektir. Yakından bakılınca, tekil düzeyde hiçbir anlam ifade etmeyecek olan birimler, büyülü bir toplam çıkarırlar ortaya. Yazar için, kuşkusuz epey zorlayıcı bir bölme/parçalama/bir araya getirme sürecine denk düşen bu yaratıcı edim, okur nazarında sıkıştırılmış bir yoğunluğun dışavurumudur. Zamanda bir yarık açmak demektir bu. Şeylerin görünürleşme ve duyulma düzeyinin büküldüğü bir aralığı oymaktır.
Ama her büyük anlatı, yeni bir yazınsal ritim ve katmanlaşma açarak kurulur görü alanımıza. Özgünlük denen şey, eskinin verimlerine de göz kırpan, daha doğrusu bu birikimi ağırbaşlı bir biçimde içeren taze müdahalelerin, buluşların anlatı ikliminde bıraktığı etkidir. Ondaki zenginliği ve iyileştirici potansiyeli, yüzeydeki boğucu akışın kesildiği bir noktada yakalarız. Sorulduğunda, bir metni “yetkin” kılan en temel niteliğin ne olduğunu söylemek, öyle kolay bir iş değildir. Ama belli bir içgüdü, sezgi, bir seçme-ayırma aygıtı çalışmaktadır, benliğin derinlerinde.
Hiç kuşkusuz tek bir kutup tarafından yönlendirilen bir ilişki de değildir bu. Duyusal alana bir işaret fişeği yollayan, o bölgede bir titreme başlatan yapıt kadar, ondan gelen esintiyi yakalama yeteneği olan/duyarlılığı hep bu yönde gelişen alıcı da oldukça önemli. Karşılaşmaların olumsallığına güvenmekten bunu anlayabiliriz. Bir olma halini yankılayan edebi dönüşüme katılmaktan da.
***
Yazı, narrative bir özdeşleşme hali değildir sadece. Oluşun ruhunu çınlatmak adına kat etmek durumunda kaldığımız bir mesafedir daha ziyade. Bu özdeşliği, salt duygu ya da bilinç düzeyinde yaşanan bir tümlenme olarak görmek yerine, onu, bir metin aracılığıyla ortaya çıkan bir durumun uzantısı saymak daha anlamlı.
Diyelim ki, söyleyecek hiçbir şeyimizin olmadığı bir zamanda oturduk masa başına; sessizliğin ortasında öylece durmuşken, derinlerdeki birtakım kuvvetlerin bize kimi işaretler göndermesini bekliyoruz; şu durumda, sırf bu kabarık (ama nesnesiz) iştahı bir nebze olsun doyurmak adına kâğıda dökülenlerin bir değeri olacak mı? Üslubumuzun saf gücü (ben’i değilse de) en azından anlatıyı kurtarabilir mi?
Demek ki, bir yazma amacı değil, zorunluluğu söz konusu oluyor çoğu durumda. Kelimeler, tümceler ve parçalar etrafında yankılanacak bir sesin verdiği teselliye, o ses yardımıyla yükselen bir imgeye, sevinç anına bel bağlanıyor; anlatının olanağı, yaşamanın da olanağı haline geliyor böylece. Bir olay, fikir, söz buluşu o temel itkiye hayat vermek adına derinleştiriliyor:
“Biz öyle kişileriz ki kendimize ve sanata faydalı olamadığımızı hissettiğimiz anda adeta yaşamaz oluruz, lüzumsuzluk korkusu bir kurt gibi içten içe bizi yer.”[1]
***
Yazarken veya okurken bir deneye girişirim. Umutla, aşkla veya kederle yüklü bedene bir olma olanağı açmaya çalışırım. Bu işin başarıldığı zeminleri, düzeyleri, örnekleri takip ederim büyük bir dikkatle. Her gün, bir sonraki güne, somut hiçbir verim taşıyamadığımı bildiğim ve sabahların soğuk kesinliğinde, hep başladığım noktaya dönme tehlikesiyle yüz yüze olduğum halde, yazı, varlığımın tüm boyutlarına nüfuz eder ve hayatın diğer meselelerini ikincil ve yedek bir konuma düşürür. Sanki anlatı ikliminde olup bitenler dışında hiçbir şeyin önemi yoktur. Kişiler, gerçekleşmeler, nesneler, bir tek, bu söz alanında bir değere/karşılığa sahiptir. Duygulanışların yüksekliği, bir tek, bu noktada açılım imkânına kavuşmuştur. Baktığım her cisim, dokunduğum her madde, sesler, imgeler, kımıltılar, bu “yeni biçemi” kurmanın/ona varan yolu açmanın bir aracıdır sadece. Çünkü insanın karşı karşıya olduğu şeylerin, yalnızca, bir estetik çevrende esaslı bir içeriğe bürüneceğine inanmışımdır. Yaşam kuvvetlerini görünür kılmanın başka bir yolu yok gibidir. Edebiyatın düşünceyle buluştuğunu varsaydığım yer burasıdır işte. Yazının ve tefekkürün birbirine dolandığı dilsel ağ, fikirlerin de duygulanışların da tekil egemenliğini kırmakta, ortak bir yapıyı yükseltmektedir. En büyük üslupçular bile, biçem denen olguya ayrıcalıklı bir yer tanıyarak (nasıl anlattığın önemli) biçemin temsil etmeye başladığı duyusal cevheri/güzelliği, düşüncenin saçma yüzeyselliğinden (yani dünyanın mevcut halinden) korumaya çalışır. Anlatı; buyurganlığın, öğreticilik kaygısının, temsiliyetin ve bildirme kiplerinin ağırlığından kurtarılmalıdır.
***
Bir yazar için siyasetle, toplumsal gelişmelerle, güncel meselelerle uğraşmak, edebiyatın tabiatındaki özsel, iyileştirici güçle birleştiğinde bir değer taşır. Bu, çok açık.
Anlatıyı, politiğin/güncelin mezesi haline getirmeyecek; yazıya ilişkin sorunsalların dışındaki ek bir ağırlığı ona yüklemeyecek; ondaki ritimsel inceliği, kapsayıcı bir genişliğe doğru iteceksiniz. Ama bu kapsama edimi, ille de, nicel bir artışın ifadesi de olmayacak. En dar ve kısmi çizgiler etrafında bile, kimi güçlü yoğunlukların başkalarınca duyulmasını sağlayacaksınız.
Onca kötücül yönlendirmeye rağmen, siyasal edimin apaçık bir dayatı halini aldığı onca kör evreye rağmen, edebi biçim, kendi yolunu açmayı başarır bir şekilde. Buna izin veren gücün, yazıdaki dirimsel potansiyele ve içtenliğe dayandığını düşünüyorum ben. Çünkü edebiyat ve geniş ölçekte sanat, hesapçılığı, pragmatizmi, vasatlığı ve kendini bilmezliği kaldırmaz. Eğer ki ortada bir kofluk söz konusu ise, en kudretli biçem ve kurgu dizgeleri bile, bunu örtmeyecektir.
***
Kitaplara inanıyor, onlarla yaşıyorsunuz. Yokların sınırında bekleyen kimseleri arıyorsunuz endişeyle. Size hiçbir somut fayda getirmeyeceğini bildiğiniz parçaların ardına düşüyor, sesin güzelliğini bulmak için tüketiyorsunuz ömrünüzü. Ama bu ses eksik, bu ses yaralı, düne oranlı…
Gene de yazının kurduğu iç evren, ondaki olanaklanma, duruluk cezbediyor gönlünüzü. Ölümden başka hiçbir yere çıkmayan bir yoldaki köşe taşları, dinlenti uğrakları, balkımalar… Şimdilik, sadece, o yoksul sevincin tümlüğü/sıcaklığı yetiyor size. Çünkü edebiyat, biraz da, zamanı bölen/esneten, zamanda bir mutluluk bileşeni haline gelen bir önemsizlikler toplamı, gibi görünüyor size.
Tam da bu nedenle, gücün ve ikiyüzlülüğün temsilinden kaçıyor, onların kurduğu oyuna katılmayı reddediyor, bu hastalıklı bütünü yadsıyorsunuz. Bir çocuksunuz hâlâ, çocukluk saflığının verdiği inceliğin büyüsünden çıkamamışsınız hâlâ. İşte bütün hayatınız, o saflığın üzerine düşen karanlığın neden’ini anlamaya çalışmakla geçiyor. Gerçek bir yaşam ihtimalinin, niçin, bir türlü yakalanamadığını sormakla.
Salâh Birsel’in 28 Kasım 1981 tarihli günlük notu:
“Ben denemelerimde kendilerini çiçek sevgisine vermiş, küçümencik bir kayıkla okyanusları aşmış, pejmürde bir lamba ışığında sabahlara değin edebiyat yapıtları üzerine eğilmiş, yaşama sevinçlerini başlarının üstünde tutmuş, sanat matahları önünde ceketini iliklemiş ya da sokakların şiirini kovalamış insanların öyküsünü anlatmakla; gençlerin içinde güzel, iyi, yararlı olan ne varsa onları uyandırmak istedim.
Zorbaları, kana susamış kralları, türş yüzlü sömürgecileri sergilememin nedeni de budur.”[1]
***
Yazının fikri, onun içerdiği nesnenin uzağında değildir. Bu nedenle töz, yazıdaki bütünlükten, oranın diğer bileşenlerinin ayıklanmasıyla çıkarılamaz. Özet, epigraf, yorum, önerme, analiz… düşmanıdır aslında anlatının. Çünkü bunların hepsi, bütünsel olanı, hızın ekonomisine uydurmaya; belli bir yapı ve ritim ekseninde gelişeni, küçültmeye çalışır. Büyük sanatçıların/düşünürlerin hemen hepsinin başına gelmiştir bu. Metinde, görece (daha) anlaşılır veya ele gelebilir nitelikte olan kısımların/savların şişirilmesi; sanki o yazarın veya düşünürün tüm yönlerini kapsıyormuş gibi, temel bir çizgi olarak sunulması.
Savaş ve Barış’ın ne anlattığını açıklamamız için, onun dört cildini de baştan sona okumamız gerekir, diyen kimse son derece haklıdır. Ne var ki bu durum, eleştirinin hiçbir önem taşımadığı gibi bir kanıya götürmemeli bizleri. Daha ziyade ondaki çevren, nitelik, yöntem ve tını, değerlendirmeye açılabilir. Hangi ekole, felsefi gelene bağlı olursanız olun, bir yazar ve yapıt hakkında en iyi ihtimalle, duygulanışlarınızı ve sorunsal olarak size önemli görünen şeyi dile getirmektesinizdir. Ki bu dil malzemesi de, işin nihayetinde, ele alınan metnin üzerine çıkan yeni bir söz ürünüdür.
Sözgelimi, Didier Anzieu tarafından kaleme alınan “Beckett”. Neredeyse kırk yıllık bir yakınlığın, hesaplaşmanın, duygu ve düşünce özdeşliğinin, çatışkının muhteşem bir verimi. Ne bir biyografi, ne bir edebi çözümleme, ne felsefi bir proje… Bunların kurucu kaidelerini büyük bir incelikle ihlal eden, ama aynı zamanda oradan gelen birikimi metne taşıyan ve Beckett’ın yapıtının etrafında açtığı çukur bölgeler/oyuklar/akım yatakları sayesinde, esas ve en derin imgenin görünürleşmesini sağlayan, parçalı bir monografi.
Böylesi bir metne rastlamak (eğer ki sözü edilen yazarı okumadıysanız) açık bir tehlikeyle de karşı karşıya bırakır sizleri. Çünkü eleştiricinin yükselttiği imge, bahis konusu yazarın sizde bırakacağı etkinin çok uzağında olabilir. Kuşkusuz bu
durum, eleştiri metninin yepyeni bir yapıt olmasıyla, özgün bir dil maddesi yaratmasıyla, (bir yerde) köklendiği kişiden uzaklaşmasıyla, (demek ki) işin bence’sine dönmesiyle ilgilidir. Ama şunu da biliyoruz; tutkulu ve düzeyli karşılaşmalar, başka zenginliklerin doğumuna da aracı oluyor. Bir sese renk veren ya da sesin sınırını büken bilinç, yepyeni bir kırılmanın da zeminini de hazırlıyor. İşin güzelliği de burada.
***
Dili, olabilirin sınırına götürmek… Bir yurdun, toplumun, inanç ve öğreti geleneğinin içinde herhangi bir karşılığı olmayacağı varsayılan şeylerin, o anlam iklimine yerleşmesini sağlamak… Klişelerin hükmü: evrensel-yerel bağdaşımı.
Yazıda, bir aktarım sorunu olarak yükselen şey, dilin sessizliğidir. Deleuze’ün Beckett hakkında söylediği gibi, bir tür kalıcı durukluğa (çölsü boşluğa) ulaşana kadar konuşmak, tümce dizileri kurmak, kurulmuşları bozmak, onları yeni bir içerikle buluşturmak, sonra bu içeriği de sabote etmek gerekir. Önerme ve yadsıma, yüceltme ve hiçleme, görünür kılma ve bulandırma…
Bu ritim, çok açık bir ikilik-ikileşme problemi etrafında gelişir. Akla gelen ilk şeyin kâğıda döküldüğü anda başlayan, özgün ve derin bir imsel bütün arayışıyla gelişen, sonra anlam’a saldıran ve onunla ilgili bütün izleri yok eden bir ses kakışımı. Öyle bir metin düşünün ki, sürekli bozunuma ve eksilmeye uğruyor; son aşamada bize yalnızca kaotik bir hırıltıyı kusuyor. Başlangıçtaki işaretler ve hafızamızda kalan birtakım ayrıntılar olmasa bu paramparça olmuş sese dair hiçbir şey söyleyemeyeceğiz. Edebiyatın arkaik evrelerinin de gerisine düşüyoruz. Konuşamaz, hareket edemez hale düşüyoruz. Geriye doğru bir intihar gerçekleştiriyoruz. Sesi (demek ki bedeni) aşındırıyoruz.
***
Bu zekice hamlenin temelinde bir fikir yatar. Edebiyat, her şeyden önce, bir yontma/eksiltme girişimidir. Yalnızca sesin eksilmesi de değildir söz konusu olan. Anlatı, topyekûn bir çuvallamanın işaretleyicisi haline gelene kadar, bütün olasılıkları tüketmeye çalışır. Her şey denenmektedir dilde. Sözcüğün anlam ve çağrışım değeri, en uç sınıra doğru zorlanır. Ta ki en duru ve sarsılmaz yapı icat edilene kadar.
Basit nesnede, sıradan gerçekleşmede, bireyde, toplumda altın bir öz arayan kişidir sanki yazar. Bize, insanlara/nesnelere/olup bitenlere yepyeni bir gözle bakmayı sağlayacak, iyileştirici bir duyma estetiği sunmaya çalışmaktadır. Ve bir bakış açısına göre tüm bu girişimler, yazarın kendini kurtarma çabasının aşamalarından ibarettir aslında. Zira, “ben” kurtarılınca, koca bir evren de bu
kurtuluşun nimetlerinden yararlanmaya başlayacaktır. Okur denen kimsenin yazgısı da, o hikâyeyi dinlemektir. Bir zihnin hangi badireleri atlattığına, ne tür çatışmalara girdiğine, yaşamak uğraşıyla nasıl başa çıktığına şahit olmaktır.
***
Ne ki, bir zorlama sonucunda değil, yazarın açık veya gizli davetiyle, okuyucunun da bu davete el uzatmasıyla gerçekleşir söz konusu buluşma. Bir kenara çekilir, usul usul dolanırsınız metnin yakınlarında. Fotografik dizilimler, ses yoğunlukları, analojiler, bozulmalar çeker dikkatinizi. Bazen yazının ritmi baskın gelir, bazen anlamın yahut olayın şiddeti, bazen de hem anlamı hem olayı hem de akıştaki olumluluğu aynı anda yutan tuhaflık.
Diğer yandan tamamen savunmasız da değilsinizdir metin karşısında. Sizi, bulunduğunuz noktaya getiren birikmelerin geliştirdiği (belki de kötücül/şeytani) bir içgüdüye de sahipsinizdir. Ona kazandırdığınız ivme ölçüsünde, gözünüzün coğrafyası esner, bükülür.
***
Aslında bu yazınsal çaba, insanın hiçlikle ve ölüm fikriyle barışması anlamına da gelir. Başkalarının çizdiği sınırları yıkmak veya genişletmek ister özne. Endişelerinin ve arzularının gidimine yön vermeyi dener. Olma yükündeki yoğunlukla başa çıkmanın tek yolu, kavramların/olguların/öykülerin derinleştirilebildiği bir adlandırmalar sistemi icat etmektir.
Düşünürün soyutlayıcı ve oluş’un genel ilkelerini keşfe dönük yaklaşımının tersine, tekil ayrıntılarla yüklü, içkin bir atmosfer oluşturmak ister yazar. Dünyanın ve ölümün elinden kurtulmanın ilk koşuludur bu. Daha sonra başka müdahalelerde bulunma ihtiyacı da hissedecektir anlatıcı: üslup, olay örgüsü, imge ve anlam katmanları…
Bu ayrıntılar da kusursuz bir geometrik formun içine yerleştirilmiş gibidir. Cortázar’ın söylediği gibi, tamamen kendi içine kapalı (ama) merkez noktaya eşit mesafede, sonsuz sayıda parçadan oluşan bir küreyi andırır yazı.[1] Dışsal kuvvetin bütün özellikleriyle, ondaki kusurlu ya da olumlu tarafla/potansiyelle, yakından ilgilidir. Ama bunun, anlatı iklimini kirletmesine, burada yapısal bir tahribata yol açmasına izin vermez. Yazıdaki sağlık, olağanüstü bir dikkatle mercek altına alınan gerçekliğin, yazınsal edimle, bir şekilde susturulmuş olmasıdır. Tüm manipülatif etkilerden, gel-geç heveslerden, kişisel kaprislerden, zaman ve zemin yoğunluklarından, linç ya da hayran kitlelerinden –en azından yaratma süreci
içinde– uzaklaşmış olmalıdır yazar. Zira onun, en güncel ve pratik soruna el atabilmesi için bile, bu duyusal mesafeye ihtiyacı vardır.
Öte yandan, küre’nin sınırlarında korunmaya alınan parçalar, dış’ın ruhunun bir yankısı olarak, merkezi noktayı tekrar ederler. Onların içkin bir süreklilik yaratan dairesel hareketi, hem iç’teki zenginliğin alt düzlemini kurmaktadır hem yaşamın sonsuz sayıda katmandan oluştuğunu/asla çizgisel bir ivmelenişe sahip olmadığını hatırlatmaktadır, hem de kozmosun harikulade genişliğinin mikro- analojik bir köke dayandığını göstermenin olanağını açmaktadır.
***
Bir tuhaflık yok bunda. Duyumsadığını/gördüğünü, kuran/aktaran kimse, en nihayetinde yaptığı işin teorisiyle fazla ilgilenmiyor. Edebiyat, daha ziyade deneyimsel, somut, duygulanışlara yaslı bir tona sahip. Bunu söylerken, yazarın kendi uğraş alanına dair hiçbir fikre sahip olmadığını savunmuyorum elbette. (Sıkı şiiri, sıkı öyküyü duymayı bilen kimse, yine şair ve öykücü olacaktır. Çok açık.) Ondaki çalışma yönteminin, zihinsel işleyişin, örme usulünün teorik bir hattın takip edilişinden ziyade, çok katmanlı bir seçme-ayırma pratiğine dayalı olduğunu vurgulamaya çalışıyorum. Karşılaşmalar, birikmeler, ses taşınımları, ayrıntıların büyütülüşü, sözcük ve imge kırılmaları, süreçler, kesintiler… Ne dersek diyelim!
Yazının fikri, nesnede erir. Yaşantı, karakter, diyalog gibi unsurların varlığında kaybolur. Bu loş görünüm, anlatının hem yazar hem de okur açısından, en besleyici yanıdır. Aslında üst bir anlam sistemi icat etmiş değildir yazar. Benzeri olmayan bir dünya da koymaz önümüze. Daha ziyade, birtakım etkilenişleri mümkün kılan sapmalar yaratır. Veya yaşam güçlerinin başka düzeylerde çınlamasına izin veren duyma hatları inşa eder.
***
Bu noktada yazarın, bir etki ustası (kompozitörü) olduğu rahatlıkla söylenebilir. Etkiyi arayan, dönüştüren, paylaşıma açan bir kimse… Ne yaptığının tam manasıyla farkında olmasa da (Cortázar’a göre bu yaratma bilincine çok sonra erişilecektir.) etki’nin anatomisi hakkında sapasağlam bir içgüdü gelişir onda. Hangi yaşam ayrıntılarının derinleştirileceği, anlatı atmosferinin nasıl kurulacağı, sözün ne noktadan itibaren gevezeliğe ve klişeye dönmeye başladığı hakkında bir imgelem…
Peki, ne şekilde gerçekleşiyor o iş? Adlandırılamayan, aktarılamayan nasıl oluyor da etkilenişlere açık hale geliyor?
İşin büyülü yanı da burada sanırım. Güçlü metin, bir şey “anlatan” veya bir şeyin “anlaşılır hale gelmesini sağlayan” bir yapı toplamı değildir. Elindeki malzemeyi, anlatmak yerine, duyurmak ereğine yönelir. Bir kazı girişimidir bu. Mevcutluğun görünürlük kazanışıdır. Tözle, vakayla, nesneyle ilgilendiği filan yoktur aslında yazarın. O, yıkım ve inşa aracılığıyla şeylerin açığa çıkmasını bekler. Görünenin ardındaki yoğunluğun akabileceği çukurlar oyar. Etkilerin algılanabilir hale gelmesini sağlar. Pornografi üzerine tek kelime etmeden bir yeryüzü sapkınlığını ifşa eden Gombrowicz… Bir tekrar ve yadsıma aritmetiğiyle (demek ki sözün sıkışmış yoğunluğuyla) uçsuz bir genişliğe açılan Beckett… Gücün elinden çektiklerimizi hiçbir öğretici veya ahlaki retoriğe yaslanmadan aktaran Kafka…
***
Nasıl ki felsefe bir “üzerine düşünme/hüküm verme” hakkı/ayrıcalığı değilse, kendine has bir çalışma tarzıyla birtakım çizgileri takip ediyor, oradaki nesneleri derinleştiriyorsa; edebiyat da “kişiselin, yaşamın üzerine konması” işi değildir. Bu öğretme ve kendine uydurma hastalığından sıyrıldığımız ölçüde, düşünsel ve edebi imgelemin gerçek doğasına yaklaşırız.
Yazarın bir deneyimden, temsili görünüşten, duygulanıştan yola çıkmadığı, anlattığı şeye hiçbir şahsi ton katmadığı anlamına da gelmez bu. Soğuk, çıplak, göreli nesne, bir ilişkilenme ve duyma bölgesinde yerini alır. Binlerce olası konuşma çevreninden, anlatıya en elverişli olan düzleme kurulur, sözün mekânsallaşmasına izin verir. İşte, kişiselin anonim genişliğe eklendiği, bütünü ilgilendiren bir sorunsal haline geldiği, belirme hakkı kazandığı yerdir burası.
Yaşamla ilgili tüm ayrıntıları yakalayabilirsiniz orada: İklimler, coğrafyalar, topografik katmanlar (köken)… Şehir, sokak, ev, oda (düzen)…Ve beden, ses, yara, vaka (etki)… Edebiyatın felsefeden ayrıldığı nokta, onun asıl renginin canlı maddede, alev alev bir soluğun kesinliğinde bulunuşudur. Kişiler ve nesneler arasındaki bu etkileşim, aşağı düşen maddenin üzerinde, o düşüşle ters orantılı bir biçimde bir fikrin yükselmesini sağlar. Olay ve deneyim aktarımının, bir düşünceye/yoruma veya duyguya eklenmesi demektir bu. Hem bir imkân hem de tehlike…
***
Birçok kez dile getirildi, edebiyatta, gerçekliğin temsili bir nitelik kazanmasıyla, iki temel okuma/ilişki kurma biçiminin mümkün hale geldiği. Bir roman, öykü, şiir ya da anlatı, hoşça vakit geçirmeye izin veren bir yüzeysellikle, hemen ele geçmeyen, ancak yüksek bir dikkatle ve çabayla kendini ele veren bir derinliği aynı anda içerir. Anlatının büyülü kudretidir bu ve her seferinde yeni bir sembolik olanağa kapı aralar. Sözün imgesel değeri de, kurmacanın çok katmanlı yapısı da bir iç evrenler düzenine açılmaktadır sanki.
Metinlerle karşılaşırız; bir olayın ya da karakterin varlığında, hayat güçlerinin toplandığını fark ederiz. Yazar, her ne ölçüde, gerçekliğe sadık kalmak, onu tüm yalınlığıyla ortaya koymak gibi bir itkiyle hareket etse de, bizler metne kendimizden parçalar katacağızdır. Ona tutkularımızın ve yanılgılarımızın buhurunu üfleyeceğizdir.
Burada önemli olan nokta, “yaşam ruhu” diye nitelenebilecek olan aşkınsal imgenin hem okur hem de anlatıcı tarafından ıskalanmamasıdır, ritmik düzenin kesintiye uğramamasıdır, taraflardan birince düş ve anlam etkileşiminin bölünmemesidir. Demek ki sıkı metin kavramından, türlü olanaklanışlara izin veren bu yapıyı anlıyoruz. Susmuş olana ses vermeye dönük bir dil ve kavrama yetkinliği…
1) Arthur Rimbaud, Les İllüminations, çev. Can Alkor, Norgunk Yayıncılık, İstanbul, 2023.
2) Faruk Duman, “Romanın Sesi”, Sözcükler, S. 104, Temmuz/Ağustos 2023.
3) Behçet Necatigil, Mektuplar, YKY, İstanbul, 2021, s.65.
4) Salâh Birsel, Yaşlılık Günlüğü, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2019, s.48.
5) Julio Cortázar, Edebiyat Dersleri, çev. Süleyman Doğru, Everest Yayınları, İstanbul, 2021, s.26.
Bir yanıt yazın