Gün bir kabahat gibi duruyordu karşısında.
Ona karışmamak, parçası olmamak için yatağında debeleniyordu Ömer. Kapının çaldığını duydu. Gözlerini araladı. Kim o? Yorganın sıcağından, yastığın rahatından ayrılmak istemedi. Kimse kim… Kalkacak dermanı yoktu. Uykunun terk edildiği sabahların o ilk anındaki bozuk, sıkıntıya benzer ağır kokusunu duydu odasında. Bu hissi tanıyordu. Dün gece açık bıraktığı pencerenin perdesinde rüzgârın hafif hafif dans ettiğini gördü. Bu neşeyi de tanıyordu, siniri bozuldu. “Kalkmayacağım,” dedi.
Her gün bir ezberi tekrar eder gibi uyanmaktan sıkılmıştı. “Uyanıyorum da ne oluyor sanki, kalkmayacağım.” Ona benzeyen yüzlercesi, binlercesi vardı. Kendilerini parklara, şehrin ışıltılı caddelerine bırakıyorlardı. Bir pastaneden iki poğaça, kahveciden kahve alıyor, boyuna yürüyüp duruyorlardı. Trenlere biniyor, otobüslerde sıkışıyor, taksilere el ediyorlardı. Kadınlar boyunlarındaki şallara sarılıyor, erkekler ceplerinde çakmak arıyor, çocuklar kendilerinden daha büyük çantalar taşıyorlardı. Ömer tüm bu kalabalığa dahil olmaktan usanmıştı. Onların arasında ne bulunuyor, ne de kayboluyordu. Uyanmak, bütün bunlara boyun eğmek demekti.
Kapı bir kez daha mahcup mahcup çalarken, “Kalkmayacağım,” dedi Ömer. Sabahın kaçı olduğunu bile bilmiyordu. “Hem kim gelir ki bana, böylesine yalnız ve huysuz bir adama. Kim çalar kapımı?”
Feride olmasın? Yoksa bugün günlerden cumartesi mi?
Onu dünyadan saklayamayan o çiçekli örtüden sıyrıldı, yorganı tek hamlede üstünden atıverdi. “Geldim.”
Feride kapının eşiğinde bekliyordu. Ömer onu buyur etmeden içeri girmeyecek, hiç girmedi. Defalarca anahtar teklif edildi kendisine, almadı.
Feride genç, güzel bir kadındı. Saçlarının tek örgüsünü hep arkaya bırakıyordu. Ömer, Feride’nin onu soğuktan korumaya yetip yetmediğini bilmediği siyah paltosunun altında siyah bir eşofman takımı gördü. Yüzünde sakin, telaşsız bir hava… En ufak bir heyecanın kıpırdadığına şahit olmadığı bu yüzde Ömer, daima dalgın ve mutsuz bir şeyler buluyordu. Dumanı tüten bir çift kestaneye benzeyen, her zaman buğulu, az sonra ağlayacakmış gibi bakan gözleri bir an için evin dağınıklığında dolandı. Ömer’e baktı: Müsait mi?
“Hoş geldin, girsene,” dedi Ömer.
“Uyandınız mı?” diye sordu Feride. Sesinde hep bir utanç vardı.
“Uyandım Feride,” diye içinden cevapladı Ömer. “Uyanmış olmamı istiyorsun, kalkıp gitmemi, ayak altında dolanmamamı.”
“Evet evet,” dedi, “Birazdan çıkacağım. Sen keyfine bak. Mutfaktan başlayabilirsin.”
“Kahve koyayım,” diye yanıt verdi Feride. Nereden başlayacağını Ömer’e soracak değildi. Evini ondan daha iyi tanıyan bir kadındı. Havluların, iğne ipliğin yerini o biliyor, canı istediğinde değiştirebiliyordu.
Mutfak bu kadının varlığıyla ve kahve kokusuyla dolarken Ömer de odasında en azından birkaç şeyi toplamanın telaşına düştü. “Ayıp denen bir şey var,” diye söylendi. Ayıp denen bir şeyi ve kâğıt parçalarını çöpe attı. Dün gece yeni bir şarkı yazabileceğine dair kendinde ilham ve kuvvet bulan Ömer, bu kısacık süren coşkusundan hiçbir sonuç alamamış ve kâğıtlara bir şeyler karalasa da en nihayetinde hınçla buruşturup atmıştı. Şimdi zavallı müsveddelerin, halının üstünde yalnız, biçare duruşları içine dokunmuştu. Sanki vaktinden önce düşen, olgunlaşmamış, tatsız meyvelerdi. Yerden birkaç çorabı alıp kirliye attıktan sonra bira şişelerini masadaki bardakların yanına koydu. Feride oradan alırdı. Ömer, çıkmadan odasına bir göz attı; yaptığı bu ortalığı toplama girişimi onu “koca, yaşlı bir serseri” olmaktan kurtaramayacaktı. Aldırmadı, mutfağa indi.
Feride bulaşıkları kurularken Ömer masada oturmuş, kahvesini içiyordu. Canı sigara istedi.
“Sigara içer misin Feride?” diye sordu. Feride’yi merak ediyordu. Sigara içip içmediğini, kahve sevip sevmediğini, geceleri örgüsünü açıp açmadığını.
“Kullanmıyorum,” dedi Feride.
“Ben içebilir miyim?”
Ömer, kadının onun yerine karar vermesini istemişti. Ancak o, evet ya da hayır dememiş; “İçin tabii, kahveyle iyi gider,” dememiş; “Yapmayın, bırakın canım, sağlığa çok zararlı,” dememiş, “Pencereyi açayım,” demekle yetinmişti.
Bu kadını konuşturmanın bir yolu olmalı, diye düşündü Ömer − evimde bir insan sesinin diğerine çarptığını duymalıyım.
“Bu evde nasıl çalışıyorsun Feride?”
“Nasıl yani?” dedi kadın, anlamadı.
Ömer, şimdiye dek onun gibi bazen soğuk, bazen kendinden emin ve dik duruşlu, bazen de mahcup, bir şeyleri kıyısından izleyen bir kadın tanıyıp tanımadığını düşündü. “Böylesi var mıydı?” diyen bir ses yükseldi içinden. “Böylesi var mıydı?”
“Bu evde sence bir eksiklik, soğukluk yok mu?” diye sordu.
“Nasıl? Ev sıcak.”
“Yani olmamış bir şeyler yok mu bu evde?”
“Yok,” dedi kesin bir tavırla Feride.
Demek yoktu. Ömer, Feride’den daha iyi bilecek değildi ya.
“Peki,” dedi. “Bu evde mutlu mu çalışıyorsun yoksa işim bitse de gitsem mi diyorsun?”
Feride duraksadı. Yüzü belli belirsiz gölgelendi.
“Beğenmediğiniz bir şey mi oldu?”
“Hayır hayır, gayet memnunum. Sadece ne bileyim, mutlu musun Feride?”
Feride hayatında ilk kez böyle bir soru duymuşa benziyordu. Mutluluk kelimesi dünyasına az evvel girmiş gibi şaşkın bakıyordu. Ömer ise mutsuz olduğunu söylesin, ona sırlarını versin, ona aşklarından, düşlerinden bahsetsin, okumak istediğini, evlere temizliğe gitmekten utandığını ve bıktığını anlatsın istiyordu. “Peki ya siz?” diye sorsun, Ömer’in de mutsuz olduğunu duysun istiyordu.
Feride şimdi onun yüzüne bir şeylerin cevabını ararcasına bakıyordu. Biraz duraksadıktan sonra “Ben mutlu biriyimdir,” diye yanıtladı. “Sağlığım yerinde çok şükür.”
Ömer, ona yanıldığını haykırmak istediyse de sustu. “Sen çok güzel bir kızsın Feride,” demek istedi. “Ama yalnızca şimdilik.” Gençliğine, tazeliğe bir şeyler söylemek, canını yakmak istedi. Kırkına yaklaşan bir adam olarak ona ne söylemeli? Öğüt mü vermeli? Tavsiye mi istemeli? Bir şeyler mi dilemeli? Arkadaşlık mı kurulmalı? Ne söylemeli? Gülmenin zaman aldığını ve kısa sürdüğünü mü? Günü gelip de anlamı ve hayreti kaybedeceğini mi? Ne söylemeli? Küçük çiçeklerin, renkli kuşların, denizdeki büyük dalgaların ya da çarşılarda dolaşmanın, bir yaş gününde dilekler dileyip mumlar üflemenin; bu ufacık ama sahici sevinçlerin bir gün ansızın ortadan kaybolacağını ve onun da bir sabah yataktan mutsuz bir kadın olarak kalkacağını mı?
“Kolay gelsin,” dedi yalnızca, bunu söyledi. Nereye gitmek üzere olduğunu bilmeden evden çıktı. Feride’nin rahat bir nefes almış olabileceğini düşündü. Onu bir odadan diğerine telaşla koşturup alnındaki terleri silerken, bir yandan yerleri süpürüp bir yandan şarkılar söylerken hayal etti. Kim bilir, belki yeni süpürgenin yeni uçlarını, her akşam Ömer’in yorgunluktan çöktüğü koltukta neşeyle deniyordu. Belki yeni alınan yumuşatıcıları kokluyordu. Halıları kaldırıyor, koltukları çekiyor, belki gömlekleri ütülüyordu.
Ömer, Feride’yi zihninden hızla uzaklaştırıp kendini sokağa bıraktı.
İçinde büyük bir sıkıntıyla anacaddeye çıktı. Yeni yılın müjdelendiği dükkânların önünden geçti. Süslü, ışıklı, parıldayan vitrinler. Hoş geldinler, güle güleler. Mutluluklar, esenlikler… Kar küreleri, hediye paketleri, kocaman, kırmızı kurdeleler… Oysa Ömer biten yılları garipsiyordu, biten ve yeniden başlayan yılları. Bunca şaşaanın karşısında kendini zaman denen mefhumun hiçbir yerinden tutamamış, beceriksiz ve talihsiz bir adam olarak görüyordu.
Koca bir yıl ne yaptığını, gerçekten ne yaptığını düşündü. Geçen yılın ilk günlerinde, doktorunun tavsiyesiyle günlük tutmaya kalkmış ancak her günün sonunda “Bütün bunlar neye yarar?” yazıp, en nihayetinde hepten vazgeçmişti. Derin bir boşlukta olduğunu kabullenmeli ve müziğin bile onu iyileştirmediğini kendine itiraf etmeliydi belki. Birçok şeyi “eskiden” diye hatırlıyordu artık. Eskiden neşeye ya da telaşa kapıldığını, heyecanları sığsın diye kalbinin büyüdüğünü hissettiğini… Vapurlara koştuğunu, trenlere yetişmeye çalıştığını, zaman genişlesin diye sık sık saate baktığını hatırladı. Bir otobüse son anda binebilmek bile sevindirirdi onu, yol boyu gülümserdi. Şimdiyse yürümeyi, koşmayı, varmayı unutmuş gibiydi. Kalabalıklarda sevinecek bir doğallık, gülümsenecek bir ortaklık bulamıyordu. Her şey kargaşadan ibaretti. Zihnini kemiren bu düşüncelerle iyice gömüldü paltosunun içine. Birazcık daha küçülse rahat edecekti, azalsa, yeryüzünden silinse… Önünde yürüyen çifte dikkat kesildi. Oğlan kızın elini tutmuş, kendi ceketinin içine koymuştu. Sıcak, sevgi dolu halde yürüyorlardı. Bu görüntünün içinde bir yerde, bir hatıraya değmesi çaresiz bırakmıştı Ömer’i.
Gençlerle arasına mesafe koyabilmek için bir emlakçının önünde durup ilanlara bakmaya başladı. Onların uzaklaştığından emin olunca da yürümeye devam etti. Eskisinden daha dermansızdı adımları.
Birden içinde büyük bir istek duydu. Ani bir kararla yolunu, aylardır gitmediği kliniğe doğru çevirdi. Öfke dolu adımlarla caddede yürümeye başladı. Çeyrek saati bulmayan, tempolu bir yürüyüşün ardından can havliyle girdi içeri. Nefes nefese kalmıştı. İçinden, “Yaşlılıktan bu, bu sigaradan,” deyip duruyordu.
Danışmadaki kız içtenlikle gülümseyerek “Hoş geldiniz,” dedi.
Ömer kendini, ışıklı yılbaşı ağacının yanında hiç de hoş gelmiş bir adam olarak görmüyordu.
“Merve Hanım burada mı acaba?”
“Randevunuz var mıydı?”
“Yok ama rica etsem… Merve Hanım müsaitse…” Kibar olabilmek için sarf ettiği çabadan yorulmuştu.
“Biliyorsunuz randevuyla çalışıyoruz.”
“Evet tabii. Ama belki on dakika boşluğu varsa…”
O sırada Merve Hanım, en hanım haliyle merdivenin başında göründü. Uzun, kırmızı bir elbise giymiş, beline kalın siyah bir kemer takmış, boynuna büyük boncuklu bir kolye kondurmuştu. Bu elbiseyle az önce Ömer’in vitrinlerde sıkıntıyla izlediği hediye paketlerine benzemişti.
Merve Hanım onu tanıdı ve biraz da sitem dolu bir bakışla baktı. “Hoş geldiniz,” dedi. Ömer, kabul edilmek için hoş bulduğuna dair bir yalan söylemekte sakınca görmedi. “Hoş bulduk. Biliyorum randevum yok ama kısacık da olsa görüşmemiz mümkün mü?”
Merve Hanım kabul etmişti.
Beş dakika sonra Ömer ve Merve Hanım, odada karşılıklı kanepelerde oturuyorlardı. Ömer, önündeki sehpada duran su, peçete ve kolonya üçlüsünde göz gezdirdikten sonra tercihini sudan yana kullandı. Bir yudum aldı. Karnı kazındı. Bu saate kadar hiçbir şey yemediğini fark etti. Sabah içtiği kahveyle duruyordu.
“Nasılsınız?” diye sordu ve büyülü ilk cümleyi söyledi Merve Hanım.
Gündelik, anlamsız karşılıklı birkaç sözden sonra Ömer, Feride’den hiç bahsetmeden, bu sabah evden hızlıca çıktığını, aklında buraya gelmek olmadığını, aniden geldiği için mahcup olduğunu söyledi. Gününün nasıl geçtiği, neler yaptığı sorusuna ise beklenmedik bir cevap verdi.
“Yolda bir çift gördüm. El ele tutuşuyorlardı. O an karar verdim.”
“Neye karar verdiniz Ömer Bey?”
“Şüphesiz ben, aşksız kalmış bir adamım.”
“Niçin böyle düşündünüz?”
“Yersiz, dengesiz bir herifim. Bu yüzden kimse yok yanımda. Hem aşksız, hem arkadaşsızım sanki. Kimsem yokmuş, hiç olmamış gibi geliyor bazen. Dün gece… Yine, şarkı yazmak istedim. Biliyor musunuz, çabucak sıkılıyorum her şeyden. Bundan utanç da duymuyorum üstelik. Yolda yürürken insanlar bana çarpıp duruyor. Yürümeyi bile beceremediğimi düşündüğüm oluyor. İtilip kakılıyorum, evet. Her yanından güç ve sağlık fışkıran bu iri, dinç gövdeler çarpsın, yerlere düşürsün beni diyorum. Devrileyim, sürüneyim, ezip geçsinler istiyorum. Buna hakları varmış gibi hissediyorum. Dahası bunu yapmalarında bir gereklilik görüyorum. Halbuki kimse kimseye çarpmamalı. Değil mi? Yollar, caddeler, kaldırımlar herkes için, hepimiz için, tüm insanlık için. Örneğin ben bugün yolda gördüğüm kimseye çarpmadım, o oğlana çarpabilirdim ama yapmadım. Onu küçük düşürecek hiçbir hareketim olmadı. Tıpkı geçen hafta Feride ve sevgilisini yolda gördüğümde olduğu gibi. İkisine de zarar verecek hiçbir şey yapmadım. Feride’yi utandıracak değildim ya. E tabii… Sevgilisi olmalı. Öyle olmalı çünkü çok yakındı Feride’ye. Elinden tutuyordu, ben o arada elindeki çamaşır suyu kokusunun çoktan çiçek kokusuna dönmüş olabileceğini düşünüyordum. İlkin… Uzaktan gördüm. Feride’ye benzettim. Ee… Emin de olamadım çünkü onu hiç öyle görmemiştim. Öyle, yani… Hiç öyle düşünmemiştim. Dışarıda yani, normal haliyle, gerçek insanların arasında. Saçı yine tek belikliydi ama bilemezdim. Biraz hızlı yürümem, yaklaşmam gerekti. Feride olduğundan emin oldum. Onu böyle hiç… Aklımın ucundan geçmemiş. Yanındaki oğlan… Sevgilisi olsa gerek. Yanağında da elini gezdirdiğine göre. Ama tabii ben onlara çarpmış değilim. Yapmam.”
Ömer, sözlerinin Merve Hanım’da nasıl bir etki yarattığına dahi bakmamıştı. Elleri bir yanlışı düzeltmek istercesine, kutusundan çıkarıp aldığı peçeteyi katlamakla meşguldü.
Kısa bir sessizliğin ardından Merve Hanım,
“Feride kim Ömer Bey?” diye sordu.
Ömer, uykusundan aniden uyandırılmış bir çocuk gibi afalladı. Küskün baktı ilk anda. Sonra buna devam edemeyeceğini anladı. Kadını cevapsız bıraktı.
“Benim çok önemli bir işim vardı, şimdi hatırladım.”
“Öyle mi?”
“Öyle, rahatsızlık verdim, kusura bakmayın.”
Kaçar gibi çıktı oradan. Daha ilk anda bir daha buraya gelemeyeceğini biliyor, büyük bir utanç duyuyordu. Kendini anacaddenin hırgürüne bıraktı. Kalabalıkların arasından geçti; gerçekten de insanların iri, dinç gövdeleri ona çarptıkça rahatladı, sakinledi, kalp atışlarının yavaşladığını duyumsadı. Yatıştı.
Günün geri kalanında, canı Feride’yi çekmesin diye bütün sahili yürüdü.
ELİF YEŞİLKAYA
Bir yanıt yazın