
Kafede çalışmaya o gün başlamış falcı adama ne kadar güvenebilirdin ki? Sürmeli gözlerine, farklı dillerden anlayamadığın, merak da etmediğin mesajlı dövmelerine, kuru kafa başta figürlü yüzüklerine, kolyelerine, küpelerine ve uzun, dağınık saçlarına mesafeli yaklaştın. Belki gözlerine torba dolsa, alnına kırışıklık birikse, sakallarına, şakaklarına ak yürüse… İşte o zaman feleğin sillesinden geçtiği halde tarzından ödün vermemiş hissettirebilirdi sana ama bu haliyle hayır.
Yine de onu seçtin. Kafeye girdiğinde göz göze geldiniz. O anda onu tercih edeceğini biliyordun. Emel vardı, boştaydı, “Ne de olsa bana gelir,” dercesine ve mekânın sahibiymişçesine davranıyordu. Garsona emrivaki, müşteriye küçümser. Utandın, nasıl yapacağını bilemedin, yani yılların hukukunu çiğneyip yeni falcıya şans tanıyacağını. Emel de derdine yanabilirdi. Senelerdir gidip geliyordun, ağzından iki satır güzel söz duymamıştın.
Tabii kahvenin telvesinden akan, “Hayatının aşkıyla karşılaşacaksın,” yorumunu duymayı ve şaşkınlıktan kekelemeyi hiç beklemiyordun. Balonlar, yıldızlar, ışıklar, maytaplar, fenerler ve parıltılı daha ne varsa çıkıyordu sanki bir yerlerden, üzerine üzerine yağıyordu. İlk seferde bu denli bir iddia…
Bol keseden mi dağıtıyordu yoksa bir bildiği mi vardı? Bulutların içerisinde yüzüyor, yüzünü, gözünü aydınlatan bembeyaz tozlara bulanıyor, yolunu bulmaya çalışıyordun. “Bulmasam da olur, böyle gezmek de zevkli,” diyebilirdin çünkü o hisse kapılmıştın bir kere. Aşkın heyecanını, hadi o heyecanı geçtin, o heyecanın kıyılarında gezmeyi özlemiştin.
Emel’le selamlaşıp ona bakmadan ama bakışlarını üzerinde taşıdığını bilerek, hiçbir şey olmamış gibi falcı adamın karşısına oturmanın bu denli haz ve heyecan vereceğini bilsen… Dönüp tekrar yapamazdın muhtemelen. Zaten nasıl becermiştin hatırlamıyordun. Oluvermişti, kendini koltukta buluvermiştin. “Ohh sefam olsun!” dedin kafeden çıktığında, rahatlamıştın.
Gölgelerini ekememiştin ama. “Üç vakte kadar…” diye tamamlamıştı adam sözünü. Üç vakit ne demekti? Üç saat, üç gün, hafta, ay, yıl… Sanmıyordun o kadar uzun sürsün. “Üç on yıl!” diye ağız dolusu gülümsedin acıyla. Endişelenmeyi kesmeyi, ümit etmeyi kendine telkin ettin. “Hep üç vakte kadar,” diye geçirdin içinden. Niye dört değil, beş değil? Şimdi adama soramazdın ya… Emel olsa zaten soramazdın, bakışından anlardın içinde söndürmen gerekenleri.
Ateş basmıştı, vaadin gerçekleşme ihtimali yakıyordu seni. Çıkışta buz havayı ciğerlerine doldurdun, FALDA İDDİALIYIZ yazılı tabelaya, “Sonunda hakkını verdiniz. Helal olsun!” diyerek göz kırptın, hızlı hızlı yürüdün.
Yüz solukta İstiklal Caddesi’ne vardın. Vitrinler ilgini çekmedi, caddede çağıldayan onlarca erkeği tek ve büyük bir vücut gibi görme eğilimine kapıldın. Hepsini bir devin parçaları belledin, içinden birini hayatının aşkı olmaya yakıştıramadın. Bir baş, iki kol, iki bacak bekliyordun alt tarafı. Sağlam olması elbet tercihindi ama eksikler bulunabilirdi. Durdun, “Hangisinin başı var ki zaten?” dedin, keyfin yerindeydi. Kendini zihninin eğlencelerine kaptırmıştın.
Caddedeyken devin adımlarından ürksen de ona çekiliyordun. Dalgaların dövüp durduğu midyeleri andın. Sakin, tenha bir sokak bulman mümkündü ama devlerin o sokaklarda iyice büyüyebileceğini, yeri göğü karartabileceğini aklına getirip sapmadın. Caddedeki yürümeni yürümekten saymıyordun. Süzülmekti belki ya da rüyanda ara ara gördüğün gibi yerlere dokunmadan adımlamaktı. Devin nazarından uzak, hafif, yumuşak bir uçma deneyimi…
Meydan’dan Tünel’e salınırken yakınlarının, akrabalarının, ailenin, kendinin bile kim olduğunun bir önemi yoktu. Yüreğin ve sen… Harika bir ikiliydiniz. Zihin demek daha doğruysa bile canlılığı, damarı kanı, çarpıp durmalarıyla “yürek” senin daha çok hoşuna gidiyordu.
“Yüreğimi anlayamayacak birine nasıl bağlanırım?”
Kurtulamıyordun düşüncelerinden. Akranların basitçe yaşamış, çoluk çocuğa karışmıştı. En dibine battıkları sıradanlığa “kötü kötü kötü” deyip durmuşlardı. Sıradanlıkta hiçbir yanlış bulamadın. O huzuru aradın. Onların sende bulduğu özgürlüğü umursamadın.
“Ah mı aldım?” sorusundaydı sıra. Sorularının ardı arkası kesilmiyordu. İlkokulda, sınıfın ortasında sana olan aşkını pembe bir kâğıda uzun uzun yazan ve seni etkilemek için saçına sürekli briyantin süren çocuğun mektubunu parçalara ayırıp suratına fırlatışın geldi aklına. Sinan azıcık yüz verdi diye… Sinan’a göstermek için…
Briyantinli çocuğun göz kenarlarındaki kızarıklığını, hırstan ve üzüntüden titreyen çenesini, kâğıt parçalarını yerden apar topar toplayışını nasıl unutabilirdin? O çocuktan itibaren bir uğursuzluk tüneline girmiş olabilirdin.
Hiç sevmemiş, sevilmemiş, sevişmemiş de değildin. On yıl önceki günbatımlarını özledin, teyzenin sayfiyesinde geçirdiğin uzun yazı, çarşaftan denizin maviliğinde ipe geçirilmiş rengârenk balonları boncuk atan tüfekle patlatarak başlattığın büyülü, şehvetli akşamları.
En başa dönüp briyantinle çocukla karşılaşsan, ona diyecek anlamlı bir şey aradın. Bir sigara yaktın. “Geri zekâlı” demeyi uygun buldun. Aşırı tepki vermiştin de, pembe kâğıda uzun uzun yazdı, saçına briyantin sürdü diye aşkına karşılık mı vermen lazımdı? Çoktan beri Sinan’a herkesin gözü önünde yeşil ışık yakmışken…
Vazgeçtin geri zekâlı demekten, o kızarık gözler, titreyen dudaklar aklına düştü.
Bir tane daha çektin paketten. Hızlı hızlı sigaraları yutarken annenin, “Kadın sokakta sigara içmez,” sözü çınladı kulaklarında. Çaldırmamıştı epeydir. Birazdan başlardı, “Nerede kaldın, ne zaman geleceksin?” demelere. İçini doldurdun, “Bu da sana anne…” diye mırıldandın, dumandan kalp üflemeye çalıştın.
Galatasaray Lisesi’nin önünde çevreyi kolaçan ediyordun. Erkenciydin. Fal işini önden çıkarmak istemiştin. Epeydir uğramamıştın, zorunda değildin elbette fala, tarota ama kaderin seni oraya ittiğinden emindin. İçinden çıkamadığın her şeyi kadere yormaya ise değil.
Hesapta doğum günündü. Üzerinden on gün geçmişti geçmesine ama kendini şımartmak istiyordun. Doğum günlerine keyiflenmekten uzaktın, onları canına okuyan, atsan atılmaz, satsan satılmaz bir düşman kardeş görüyordun.
Kafanı dağıtmak üzere küçük bir arkadaş grubuyla buluşmak üzere sözleşmiştin. Pasta pas geçilecekti, kırklarına yakıştıramıyordun niyeyse, bu duyguyu aşmaya çalışıyordun, aşamıyordun. Yazışmalara göre Serap ile Metin katılacaktı sadece, bir de Ayşegül.
Ayşegül gelmemek için son dakika bir şeyler uyduruvermişti. Klasik Ayşegül’dü işte. Şaşırmamıştın. Sabıktı gözünde, yalanını yakalamıştın. “Ayşegül’ün en kötü yanı, yalan söylemesi değil, yalanını unutması,” demek istiyordun Serap’a. Çekiştirmek, sırlarını açığa vurmak, arkasından sallamak… Tutuyordun kendini, aldırmamaya çalışıyordun. Hem Metin yanınızdaydı hep, dibinizden ayrılmamaya ant içmişti.
Belki bu bağlılığın etkisiyle Serap, Metinciydi. Tabii Metinci olacaktı, yakında nişanlanacaklardı. Onlara göre çok geç kalmışlardı. “Geç kalmak…” Her şeyi kendine yontmaktan sıkılmıştın. Serap’a, “Bu adam benim!” tavırlarından ötürü ayrı bileniyordun. Sanki can atıyordu herkes Metin’e… Dünyalar yakışıklısına, karizmanın öz evladına, adamın hasına…
Çiftin yanında üçüncü olup aşkı kutsamak rolü düşmüştü yine sana. Serap ve Metin adlarını veya melodilerini bilmediğin şarkılar çalan grubun çıktığı bir rock bara götürmüştü seni. Grup aslında yerliyse de ismi yabancıydı. Gözünde kafadan elenmişti, kime hava atıyorlar, neyin peşinde koşuyorlar çözemiyordun. Bangır bangır İngilizce çalan şarkılardan fenalık basmıştı. Halini fark eden Metin’e, “Gayet güzel, dinleniyor,” demiştin başarılı bir yancı profili çizmek için. Kaşlarını çattın. Hayır, özel gününden hareketle çıkıp gelmiş bu insanlara nazik davranıyordun.
Belki uyumundan güç bulan Serap ile Metin birazdan dönmek üzere gözden kayboldular. “Birazdan”lığı kalmamıştı aradan geçenlerin. Bardan alkol almayı, tuvaletten ihtiyacı gidermeyi çoktan aşan bir süre geçmişti. Sokağın girişindeki midyeciye mi dadanmışlardı? Döndüklerinde Metin kaç tane midye yediğiyle mi övünecekti her zamanki gibi?
Telefonunla gönül rahatlığıyla oynayamıyordun, sahnedeki gruba ayıp olmasından çekiniyordun. Kimse yanına varmıyordu. İçki ısmarlamaya, çakmak almaya, masasına davet etmeye kalkmıyordu. “Beğenmiyorlarsa almasınlar! Çok meraklısıydım sanki!” dedin. Gidesin vardı, yerinden ayrılamıyordun. Hiç değilse sigaraya çıksan gürültüden ve kalabalıktan uzaklaşırdın, değişiklik olurdu. Çantaların, poşetlerin bekçiliği üstüne yapışmıştı.
Sana kalsa canlı müzik dinlemeye Tekin’e giderdiniz. Hem Tekin istediğin şarkıları çalardı. Eğlendirirdi, tek kaldığını fark etti diyelim, hemen seninle ilgilenirdi. Şakalar yapar, şarkılara katar, yalnız hissettirmezdi. Hem masa ve sandalyeleriniz olurdu, dibinde gürül gürül yanan bir soba. Her an sigara içebilme özgürlüğü… Rock bardaki gibi ayakta, dip dibe nefes alma mücadelesine girmezdin.
Telefon açsan duyulmazdı. Mesaj atmak isterdin, “Sizin yapacağınız işi” ile başlayan küfürler sıralamak, “Beni niye kattınız?” diye veryansın etmek. Yol yakınken çıkıp gitseydin işte, ne diye sevmediğin bir ortamda zorla kalıyordun ki… İnsanlık sende kalsındı.
Gözlerin yaşarmıştı, bu kadar gamsızla bir arada olduğuna, onları dost edindiğine lanet ettin. Tek başına alışveriş yapabilirdin, sinemaya girebilirdin, Tekin’e gidebilirdin, alışkındın.
Hayatının aşkı tek başına Virgin Mary yuvarlarken bile gelmemişti. Dev, karanlıkta uyuyordu veya en başından beri baygındı. Üç saatten fazla geçmişti. Kalabalığın arasında kendini domatesin, soğanın, sarımsağın, salçanın katıldığı bir kapta, blenderin sıvılaştıramadığı bir diş sarımsak gibi hissettin. Kimsenin umursamayacağının farkındaydın ama o kadar uyumsuz, alakasız, keskin bir haldeydin ki…
Metin ile Serap, “Kusura bakma,” sözleriyle çıkageldiler. Dışarıda bir oyun alanı varmış da… Bahanelerini ya da gerçeklerini dinlemek istemedin. “Kuyruğu dik tut kızım,” dedin kendine. “Yok, ben takıldım zaten biraz. Kokteyl güzelmiş,” diye yuvarladın, geçtin. Başın ağrıyordu her şeyden, bir an önce oradan çıkmak istiyordun. Bunu dillendirsen ayıp olabilirdi, bozuldun sanabilirlerdi. Onlara kendilerinin önemli olduğunu düşündürmek istemiyordun. Hamle yine onlardan geldi. Dışarı çıktıklarında bir bara daha uğrayacaklarını söylediler.
Genç çift çok da ısrarlı olmayan biçimde davet ediyordu seni. Kibarca geri çevirdin. Tekin için geç olmuştu. Sadece Tekin için olsa…
Artık, kocaman bir hiçlikle evine dönebilirdin. Haline ağlamak isteyip ağlayamazdın muhtemelen. Dökülmezdi gözyaşların yanaklarından. Evde otursaydın, çıkmasaydın daha mı iyi olurdu, diye düşündün. Moralin bozulmazdı en azından.
“Evde oturup ne yapacaktım? Zaten sürekli oturmuyor muyum? Ofiste otur, evde otur, yıllarını çarçur et. Bir yere varsan? İnsan faturaları özenli girerek nereye varabilir ki?”
Sinirli sinirli sayıklarken gözlerinin dolduğunu fark ettin. Duraksadın. Yanaklarına varmayan yaşlarını gözlerinden topladın. “Özür dilerim,” dedin, “Senden, kendimden…” Akıyordu yaşların inceden.
Yol üstünde bir niyetçi gördün. Uzun zamandır tavşanıyla tezgâh açmışına rastlamamıştın. Saçları kırlaşmış, sakalları sinek kaydı, elli yaşlarında, senin için sıradan bir sokak satıcısı görünümündeydi. Buyur etti. Ne kaybedeceğini tarttın, tezgâha yöneldin.
“Merhaba. Hoş geldiniz. Bakalım bugün şanslı günümüzde miyiz? Önce sizden bir isim alalım.”
“Şefika.”
“Ah ne tesadüf. Bu tavşanımızın adı da Şefika. O halde benim küçük tavşanım, senin adın artık”
Tavşanın böyle bir şakaya alet olmasını istemedin. Sözünü böldün birden, “Eminim ki onun adı Şefika değil.”
“Değil.”
“Hem o bir erkek.”
“Olsun. Biraz büyüden kime ne zarar gelir?”
Sessiz kaldın. Bir niyet çektin. Bir şey çıkmadı. İkinciye çektin. Yine yok. “Ne yapıyorum ben burada?” diye içinden yükselerek ödedin, ilerledin.
“Hanımefendi! Şefika Hanım! Bir saniye… Bakar mısınız?” diye arkandan seslenildiğini duydun. Devamının geldiğini de, “Bu da benden olsun lütfen. Üçüncü hakkınız, denemenizi istiyorum.”
Gülümsedin, tezgâha geri döndün, adama bir baktın, tavşanın başını okşadın, niyet torbasına elini daldırdın.
Bir yanıt yazın