Boynunun Çukur Yerinde – Burçak Sel

Boynunun Çukur Yerinde

 

I

 

Yılmaz: Mutlu, Ercan Abi yeni malları inci gibi dizmiş. Vay vay vay. Bu arada bizi kesin dün gece için dikti buraya. Nişanda gördüğünüz herkesin eşkâlini vereceksiniz bana falan diyordu, hatırlıyor musun? Eşkâl nedir ya? Az daha gülecektim yüzüne. Komser Kolombo musun mübarek? Sen ne diyosun?

 

Ercan: Herif de ne konuştu be! Dır dır dır… Al meredini, bas git anasını satayım. Olur mu? İlla memleket kasacak. İşsiz. Yok neymiş memlekette gerçekten sol olsa bunlar bu kadar palazlanabilirler miymiş de burada bile yetmişlerde ne örgütler varmış da bitirmişler de hepsi oyunmuş da… Bilmiyorduk biz amk…Tövbe tövbe! Bizi şurada, yaptığımız siftaha sövdürüp iyice cenabete bağlayacaklar.

 

Mutlu: Bana da öyle geliyor. Nişan nasıldı falan da diyordu. Merak etmez ki o öyle şeyleri. Nasıl zumdu bir de. Doğduğumdan beri tanıyorum. Bir gün alkol almadığına şahit olmadım. Fıçı gibi de içer. Ama abi, dünkü gibi hiç görmedim bu adamı. Bir de ne ağırmış yav. Sen olmasan ben hayatta taşıyamazdım tek başıma. Kollarım hâlâ cayır cayır yanıyor. İnşallah zor yerden sormaz ne diyim. Aramış ya bir iki kez de. İlk oradan girse de nöbeti baştan savuştursak. Yalnız yeni seriler de sıcakta ne gider be. Lıkır lıkır.

 

Ercan: Bıktım lan bu babamın devresi mutsuz tiplerden. Her gün geliyor bir de. Karı bunu evden atınca bu da babamı arayıp, senin orada daha uygundur, bana bir kiralık bulsana demiş. Babam da devrim yapacaklar ya sanki, bir heyecan buna ev bulmuş. Tüm mahalleyi seferber etmiş. Cürmüm geliyor da geliyor. Ben de karizmatik bi dayı gelecek sandım. Gele gele bu top sakal geldi. Neyse ki iyi içici. He der geçiştiririz, napak. Ah, midem, midem…

 

Yılmaz: Ağzım sulandı benim de. Meramını anlattıktan sonra, rahatlar. Birer tane açar. Kıyamaz bize o. Rahat ol.

 

Mutlu: Meramı sırasında ölürsem hakkını helal et Yılmaz. Onca ekmek yedik, su içtik…

 

Yılmaz: Güldürmesene.

 

Ercan: Lan, ne kıçınızı dönüyorsunuz bana! Müşterinin yanında da bir şey diyemedim. Burada midem ağzıma geldi geldi, gitti. Az daha çıkaracaktım ne var ne yok.

 

Mutlu: Anamı çok sevdiğimi söyle. Küçük bacımı öp.

 

Yılmaz: Şşş… Mutlu.

 

Ercan: Siz, daha mal gibi şişeleri kesin, he. Nasıllar iyiler mi? Işıl ışıl yanıyorlar mı? Sıcakta da ne giderler ama değil mi?

 

Mutlu: İçimizi de okuyor bokunuzu yiyim. Allahımız, Ercan Abimiz.

 

Yılmaz: Mutlu sus artık.

 

Ercan: Aferin oğlum. Aferin. Böyle hıyar gibi bakmaya devam edin yüzüme. Mır mır da bişiyler diyorlar aralarında. Ne konuşuyorsanız? Laf ebeleri.

 

Mutlu: Yok abi ne güzel dizmişsin, izanlıca diyorduk.

 

Yılmaz: Şair burada nizamlıca demek istedi.

 

Ercan: Verecem lan, size de verecem. Yok yetmedi mi? Alayını size verecem. Damacanadan içirecem hepsini size. İzanmış nizammış palavra atmayın. Şu halinize bakan da bebeler ne kadar perişan, mal sahibi bir damla koklatmıyordur falan diye size acır, acır. Mal dizmeye gelince sızılamaz sinek oluyorsunuz değil mi? Gölgeniz bile yok oluyor âlemden. Neyse.

Mutlu, abine bi çörçıl yap hemen. O karşısında dayak gibi beklediğin dolap var ya. Hah, tam onun altında limonlar var. Tuz da tezgâhın üzerinde. Hemen, çabuk.

 

Mutlu: Hemen abi! Allahım ben gelene kadar Yılmaz ilk nöbeti atlatmış olur inşallah. Amin.

 

Yılmaz: Eyvallah.

 

Ercan: Sen de şu paketi al la. Cebine koy. Fakir. Bunu alacak paran da yoktur şimdi senin, talebe. Bi tane daha al. Onu da dışarda içek. Gözümüzü açamıyoz dumandan. Dün gece siz gelene kadar kaç tane içtiysem artık. Şu hale bak.

 

Yılmaz: Ercan Abicim, ben de tam dışarıdaki o müthiş taburelere ne zaman geçeriz diye merak ediyordum.

 

Ercan: Beğenemedin mi ulan? Çok biliyorsan alsaydın bir takım da koysaydık. Tipe bak hele. Okuluna giderken her gün Siteler’den geçmiyon mu olum sen? Verseydin bir sipariş. O kadar eş dost var. Bize ucuza da çözerlerdi. Artis! Hem meselemiz tabure mi bizim şimdi? Sizi niye çağırdım ben sence, Yılmaz Efendi? He? Dur, diğer eblek de gelsin de alacam şimdi hesabınızı. Sen dur.

 

Yılmaz: Ama bak Ercan Abicim, bu taburelere sen ol, Hüseyin Abi olsun, mahallemizin yakışıklı ve pos bıyıklı ileri gelenleri çok yakışıyor. Bizim burayı tanıtan bir tabela yaptıracak olsak, görselini de ben yapacak olsam taburelerinizle sizi çizerdim. Hüseyin Abi’nin altında koalalı olanı, senin altında da pandalı…

 

Ercan: Hey Allahım! Lan Yılmaz, sen bu okula başladın başlayalı iyice gıcık bir tip oldun var ya. Zaten kibarcıktın iyice soytarıya benzedin. Çiz lan çiz. Çizmezsen de adam değilsin. Şerefsiz.

 

Yılmaz: Tamam abi. Çalışmalara hemen başlıyorum.

 

Ercan: Mavrayı bırakın da geceyi anlatın olum bana bak. Midem… Midem…

 

Mutlu: Buyur abi. En büyük bardakta yaptım. İyice bi kendine gel diye.

 

Yılmaz: Sürahiye koysaydın gerizekâlı seni.

 

Mutlu: Değiştireyim mi abi?

 

Ercan: Sus, tamam. İçerim artık. Geç otur sen de karşıma.

 

Yılmaz: Koalalıya oturma. O Hüseyin Abimizin.

 

Ercan: Laaan! Yeter. Vuracam şimdi ha ağzına.

 

Yılmaz: Tamam tamam. Sustum.

 

Mutlu: Daha konuya girmediniz mi? Buyur abi.

 

Ercan: Anlatın bakayım. Dünkü nişan nasıldı?

 

Mutlu: Çok güzeldi abi. Evrim Abla çok güzel olmuştu. Damat da efendi, iyi bir oğlana benziyordu. İnşallah mutlu olur Evrim Abla. Hüseyin Abi de kırantuvalet giyinmişti. Kıravat bile…

 

Yılmaz: Grandtuvalet.

 

Ercan: Devam et Mutlu sen. Kimler vardı?

 

Mutlu: Vallaa abi, Evrim Abla, damat…

 

Ercan: Lan saf mısın sen? Gelinle damattan başlıyor bir de. Başka kim vardı?

 

Yılmaz: Abi ben anlatayım mı hızlıca?

 

Ercan: Anlat. Bi işe yara.

 

Yılmaz: Kız tarafından, Hüseyin Abi’nin kız kardeşi, eniştesi ve küçük kız yeğeni vardı. Bir de rahmetli yengenin erkek kardeşi ile karısı vardı. Kız tarafının akrabaları bu kadardı. Oğlan tarafında ise oğlanın anası, babası ve erkek kardeşi vardı. Bir de biz vardık işte. Mutlu ve ben. Bir sen eksiktin.

 

Ercan: Sevmiyorum ben olum nişan mişan. Bilmiyormuş gibi konuşmayın.

 

Mutlu: Tamam abi.

 

Ercan: Emin misiniz bu kadar mı?

 

Yılmaz: Bu kadar galiba.

 

Mutlu: Bu kadar insanı nasıl saydın Yılmaz ya? Ne hafıza varmış sende? Gerçi yüzükler kesildikten sonra biz, Hüseyin Abi ile hep balkondaydık. Yazık. Adamın gözleri isteme anında dolup dolup geliyodu. Ben de aldım dışarı çıkardım. Bir hava alalım, gel abi dedim. Sonra balkona çıkış o çıkış.

 

Ercan: Gerisi yok diyon yani.

 

Mutlu: Abi valla, gelinle damadı gördüğüme de şükür.

 

Ercan: Şükür gerçekten lan. İyi ki balkondan düşmemişsin o kafayla. Bir aferin daha kaptın benden hadi. İyisin.

 

Mutlu: Senden götürdüğümüz zulalardan demlendik durduk. Nabalım. Şimdi adını söylersem, bu yine düzeltir beni. Sen anladın. O votkan çok iyiymiş abi. Sağ ol.

 

Yılmaz: Smirnoff.

 

Ercan: Şimdi bu nişan faslını kapatmadan önce son kez sorayım. Başka kimse var mıydı? İyi düşünün.

 

Yılmaz: Abi, Mutlu bi aferin daha aldı ama dün gece.

 

Mutlu: Kimden aldım yav?

 

Yılmaz: Siz balkonda demlenirken Evrim Abla’nın üniversiteden arkadaşı mı ne, bi abla daha vardı ya hani? Dur bakayım adı neydi? Güneş’ti galiba. Evet, evet. Güneş.

 

Ercan: Lan hani kimse yoktu Yılmaz? Dalgaya devamsa bak ciddiyim sinirleniyorum.

 

Yılmaz: Abi yok dalga değil. Aferin deyince aklıma geldi yemim ederim benim de.

 

Ercan: Ne geldi?

 

Mutlu: Kim bilir hangi açığımı yakaladın yine Yılmaz Efendi? Sen var ya sen. Tam bir delik gözsün ha.

 

Yılmaz: Delik göz mü? O ne be?

 

Mutlu: Yaaa… Hep sen mi bilecen. Delik gözsün tabi. Açığı yakalayan demek işte. Rahmetli anneannem çok kullanırdı.

 

Yılmaz: İyiymiş.

 

Ercan: Lan sizin belanızı sikecem bak en sonunda! Bok yiyenler! Dağıtmayın bi konuyu. Devam et sen de.

 

Yılmaz: Mutlu ile Hüseyin Abi balkondayken, Güneş Abla da bir ara sigara içmek için yanlarına gitmiş olmalı. Ben görmedim. Balkona gittiğimde bizimki Güneş Abla bana aferin dedi diyerek seviniyordu. Tekrarlıyordu papağan gibi.

 

Mutlu: Bak ya. E niye demiş peki? Ne yapmışım ki ben ona? Öyle bakma Ercan Abi. Yemin ederim gram hatırlamıyorum

 

Ercan: Ee, Yılmaz?

 

Yılmaz: Ben de Hüseyin Abi’ye dönüp buna ne oldu dedim. O da Güneş’in sigarasını yakınca, o da benden hızlı davrandın aferin diye yanıt verdi. Ondan beri susmuyor gördüğün gibi dedi. Biz de gülüştük. Film bu kadar.

 

Mutlu: Teşekkürler. Keşke ben de izleseydim.

 

Ercan: Şurada aferin demesek Güneş diye biri yalan olmuştu biliyorsunuz değil mi? Bir de ekip olup, gidemediğimiz yerde birbirimizin gözü olacağız. Hey yavrum hey! Nasıl biriydi peki bu Güneş? Güzel anlat.

 

Mutlu: Abi çok güzel biriydi.

 

Ercan: Lan hani hiçbir şey hatırlamıyordun sen? Uzat şu tabureyi de şunun kafasına geçireyim Yılmaz.

 

Mutlu: Yok yok abi. Adı çok güzel ya hani? Kesin çok güzeldir demek istedim.

 

Ercan: Ses tonu nasıldı? Sen cevap verme, sus.

 

Yılmaz: Nasıl yani abi?

 

Mutlu: Komser Kolombo demiştin. İyi oldu sana.

 

Ercan: Mutlu sus demedim mi olum sana ben. İnce mi? Kalın mı yani?

 

Yılmaz: Yok pek ince değildi. Ama çok kalın da değildi.

 

Ercan: Peki üzerinde ne vardı? Ne giyinmişti?

 

Yılmaz: Mmm…

 

Ercan: Dur tamam. Çok ayrıntıya geçerseniz sizi parçalarım. Zaten yeterince gerdiniz beni. Ben soracağım sen tek tek yanıtlayacaksın Yılmaz, tamam mı?

 

Yılmaz: Tamam abi.

 

Mutlu: Geçmiş olsun kardeşim.

 

Ercan: Mutlu! Üzerinde etek mi yoksa pantolon mu vardı?

 

Yılmaz: Etek vardı abi. Detay lazım mı burada?

 

Ercan: Söyle.

 

Yılmaz: Dizin hemen üzerinde biten, çiçek desenli, kırmızı bir etekti.

 

Mutlu: Yuh. Onu da mı hatırlıyorsun?

 

Ercan: Boy bos? Kilo?

 

Yılmaz: Orta boylu. Çok zayıf değil.

 

Mutlu: Kaç santim, şimdi onu da söyle de Yılmaz. Biz buraya bayılalım bi kardeşim.

 

Yılmaz: Söylersem bayılacaksın ama. Söz mü?

 

Ercan: Susun lan! Peki ya saçları?

 

Yılmaz: Omuz hizasında. Hafif dalgalı. Orta kumral abi.

 

Mutlu: Kuaför Yılmaz, hizmetinizde.

 

Yılmaz: Ne sandın?

 

Ercan: Tamam. Anlaşıldı. Demek adı Güneş’miş.

 

Mutlu: Kimin adı Güneş’miş, Abi?

 

Yılmaz: Ercan Abi? Ercan Abi? İyi misin? Niye gülüyorsun öyle? Abi?

 

Mutlu: Annee. Ben korkuyorum valla. Aha da şimdi tozumuzu bir güzel alacak. Ufaktan fıysak mı lan Yılmaz?

 

Yılmaz: Bulur Mutlu. Daha çok döver.

 

Mutlu: Tamam.

 

Ercan: Ne dediniz siz?

 

Yılmaz: Abi biz bir şey demedik. Sen en son, demek adı Güneş’miş dedin. Sonra sana ulaşılamadı.

 

Ercan: Yengenizin adı olum Güneş. Yengenizin. Bundan sonra Güneş ve Ercan’ın aşkını yazacak masallar. Hey hey!

 

Yılmaz: Hayırlı olsun Abi de biz hiçbir şey anlamadık.

 

Mutlu: Allah tamamına erdirsin Abi. Yengemize selam söyle.

 

Ercan: Hadi içerden kendinize istediğiniz biradan açın. Şenlik var bundan böyle. Ben de bir Evrim’i arayım. Dur hatta Hüseyin Abi’yi arayım da bir tebrik edeyim. Hey be!

 

Yılmaz: Sağ ol, abi.

 

Mutlu: Tamam abi. Oh be. Dayak yemeden kurtulduk. Bir de cips yapıştıralım yanına.

 

Yılmaz: Ben demedim mi kıyamaz bize, açar birer tane diye.

 

Mutlu: Dedin vallahi. Abi sana da getirelim mi?

 

Ercan: Getirin lan tabi. Carlsberg olsun lütfen.

 

Mutlu: Lütfen mi? Noluyo ya? Hemmen’abi.

 

Yılmaz: Heyecandan. Hadi soğutmadan çıkıp içelim.

 

Mutlu: Haydi.

 

Yılmaz: Buyur abi. Yarasın.

 

Mutlu: Yengemizin şerefine abi. Yarasın.

 

Ercan: Şerefine tabii be! Yarasın! Siz niye benim telefonuma bakmadınız lan dün?

 

 

II

 

Fener’e birinciliği vermişiz. Maç eksiğimiz var, tamam. Enseyi hemen karartacak değiliz elbette. Da ne gerek vardı şimdi? Hem de gemiyi bu kadar düzeltmişken… Lan o değil de bu kadar hazırlıksız çıkılır mı bunların karşısına? Fener bu Fener. Belli mi olur bu kılçıkların işi? Dünyaları yensen gelir bunların önünde nalları dikersin. Cinconluları kaç kez ters köşe yaptı lan bunlar? Hayret bir şey! E, ne olacak şimdi? Ligi altlarına mı sereceğiz? Koca senenin emeği çöp mü şimdi? İyi ki enseyi karartmadın Ercan var ya… O değil de yüreğimiz titremekten bataryalı telefon gibi kapanacak lan senin uğruna. Tüm bunlar beynimden akarken bir sobanın içine aha da düştüm düşeceğim. Sandalyenin üzerinde, birazdan tüm vücudu cayır cayır yanacak bir ayıya benzemiyorsam adam değilim. Tutuşma noktası da kulaklarım… Allahsızlar çın çın ettikleri gibi büyümeye başladılar. Ne kadar kızardılarsa artık, ellemeye de götüm yetmiyor zaten. Sağlı sollu bir kalorifer kazanıyla yapışık yaşıyorum bundan böyle. Ortasındaki kellemin içi bu kez yeni transfer meselesiyle kaynıyor. O dangalağa ilk günden beri kuruluyorum. Az bi parlak diye kızlar mızlar tivite döşendi. Yok, geldiği gün kutlama yapmalar bilmem neler. Bu benzi bozuğu bilmiyorduk sanki. Al, ne oldu şimdi hanımlar? Ne pas atabildi ne gol yapabildi mal. 90 dakika yeşilliğe bırakılmış inek gibi gezindi durdu. Kulübün varını yoğunu bu dangalağa boşalttık ulan bir de, diye diye kalorifer kazanlarımı harlıyorum.

 

Gündüzden atta da yatmışız. Elimizdeki kupon değil şöhretin kapısını aralamak, kendi kâğıdının masrafını bile kurtarmıyo. Hayallere açtığımız yelken kafamıza dolanmış yine iyi mi? Ve tabii ki içiyorum. Hep içiyorum gerçi de bugün içtikçe bi gevşeyemiyorum da. Çok gerginim çok. Öyle böyle değil. Zirvede birine kafa göz dalmak var, hissediyorum. Bizim küçüğe, olur da karakolluk falan oluruz, pederle aramız iyice bulanmasın diye sms geçiyorum: Telefonun açık kalsın.

Kasanın altındaki çekmecede zulamı gözden geçiriyorum. Odundan sopa. Karşı, dolu gelirse diye o da. Prensipte vurkıra karşıyım. Hoş değil. Anamız bacımız, bizi sayıp abi diyen küçüklerimiz var. Ayıp. Ama mecbur kalırsak napalım. Çiçek uzatacak değiliz ya. Zulanın olduğu yerde tespihimi de buluyorum. Siyahla beyazı yan yana görünce içim bir güzel oluyor be. Alıyorum elime, okşuyorum. Eviriyorum çeviriyorum. Şık şık çekiyorum. Çekiyorum. Çekiyorum. Bi durulacak gibi oluyorum. Yok… Ne içimin darlığı ne kulaklarımın yangını geçmek bilmiyor. Bizim bebeler gelse de az birlikte sövüp rahatlasak diye gözüm kapıda. Nerede kaldı lan bunlar diye ufaktan merak ediyorum. Ne merak edeceğim davarları, elbet damlarlar diye geri almaza yatıyorum.

Bu esnada çok lazımmış gibi lüzumsuz bir iki tip girip çıkıyor dükkâna. Sigara migara alıyorlar. Allahtan maç falan karıştırmıyolar da vücutları bütün şekilde ayrılıyolar. Saat bilmem kaç. Bebeler hâlâ yok. Televizyonu açıyorum. Spor kanallarından birini zaplıyorum. Bir tanesinde bizim maçı yorumluyorlar. Bi dinleyeyim bakayım, belki içimi soğutan bir şey çıkar diyorum. Allah belalarını versin. Bizim ortaokula yeni başlayan ablamın oğlanı koysak daha iyi yorum yapar yeminle. Programının da konuklarının da sülalesine kökleyip, tek tuşla onu da hayatımdan çıkarıyorum. Sana mı kaldık lan kara kutu, diye bağırıyorum televizyona. Deli gibi. Diyorum ya bugün bir musibet bizi bekliyor diye. Neyse ki radyo var. İki caz cuz etsin de aklım dağılsın diye düğmesine dokunuyorum. Vee … tabii ki gönüllerin frekansı 96.8’i bulup duruyorum. Park FM. Sazım türküsünü Haydar Şanlı öttürüyor adeta:

Muhabbet edecek, dost mu kalmadı

Aşk ile coşacak tel mi kalmadı

Cahile diyecek söz mü kalmadı

Suskundur konuşmaz dillerin sazım

Yenilgiyle kavrulan ciğerim bu sefer de şişleniyor adeta. Bugün feleğin çarkı değil bizden yana dönmek, bi tarafımıza kaçacak kesin. Bok varmış gibi küskünlüklerim bir bir aklıma geliyor. Babamdır, dayımdır. Taa başından hayattır… Nerden başlayım? Ama yüreğimi dağıtmak istemiyorum. Canımız yeterince burnumuzda. Hatta orada bile değil. Tam ucundan düşecek gibi. Gözlerimin dolduğunu anlayınca yeter ediyorum. Ercan, kendine gel olum…

Parça bitince bebeleri aramak için telefonu elime alıyorum. Sevdiğim parçaları sonuna kadar dinlerim. Bu da bizim ibadetimiz, kutsalımız. Cevap vermiyor köpoğulları. Nerede lan bunlar? Saate bakıyorum: 10.00. Allah Allah, çoktan gelirlerdi yav! Az önce yendiğim merakım vardı ya hani? O bir tık artıyor. Bi gelin, bacağınıza sıçacam sizin. Yavşaklar. Belki yoldalardır diye gözümü pencereye çeviriyorum. Beş dakka falan yola doğru bakıyorum öyle. Yoklar. Cık cık edip de tam kafayı geri çevirecekken anam ne göreyim? Tam olarak karşı kaldırımdan dükkâna doğru yürüyen bir siluet… Siluet diyorum çünkü bu endamın canlı bir bedene ait olma ihtimali, bu sene şampiyon olma ihtimalimizden bile zayıf. Umudumu yeni transfer yedi bitirdi. Yoksa bu kadar umutsuz olmazdım. Yedinci şişe devreyi yaktı. Gevşiyon Ercan, sakin ol falan diye kendimi yatıştırıyorum. Gözlerimi ovalıyorum. Hem de birkaç kez. Nasıl bastırdıysam artık üzerlerine, hala ağrıyorlar. O kadar alkol, hayal yaptırıyodur, saçmalama. Bu saatte ne insanı, bişiyi diye ayar çekiyorum falan. İnanamıyorum bir süre, uzaktan bile olsa, bu kadar güzel bir varlığın bizim mahallede, hem de bu vakitte olmasına. Hem bişiy diyim. Değil ben, ağzına sudan başka bir şey deydirmeyen üstteki hacı var ya hani? O bile inanamaz bu görüntüye. Hacı da dindar mindar ama iyi adam. Onca yıldır alt katında içki satıyorum, bir kez caz yapmadı. Her gördüğünde de selamı eksik etmez sağ olsun. Neyse işte, onun zemzemli kanına bile dokunur bu görüntü. Öyle diyim. Çünkü bunun gerçeklikle ilgisi yok, diyorum. Gerçek olamaz. Ben böyle hacıydı veliydi diye zırvalarken, geliyor gelmekte olan bu arada. Stres dolu hassas kalbimizi, bir hayal durduracak gibi. Organ atmak değil, depar atıyor sanki. Kalbi boş verelim gerçi. Çok alkol aldığımdan benim genelde organlar hızlı. Ama çişim geliyor yav. Altımıza hiç işemediğimizden değil o da. Bu yaklaşan güzelliğe, gerçekse mahcup olmayalım diye ilk elden. Derin nefes alıp tespihi bileğime geçiriyorum. Sakinleşmeye çalışıyorum. Yoksa buraya mı ulan sorusuna tırmanırken saliseler, hoop içerde… Merhaba, Carlsbergler ne tarafta, diyor. Aboo… Sesi var ya, küçüklüğümden bir akrabamın sesini andırıyor. Yüzünü hatırlamadığım ama sesi kulağımda asılı kalmış bir akrabamın. Orta kalınlıkta, kendine has toklukta bir ses bu. Ve alkolden yeterince ılımış kanımı anında kaynatıyor.

Aynı esnada kalorifer kazanlarım ve kafamdan oluşan üç kafalı bir mahlukat oluşum geliyor aklıma. Siktir. Tribün gibi karşılıyoruz ömrümüzün güzelliğini iyi mi? Endamı uzaktakinden daha bi güzel yalnız. Ayrıntıyı veremeyeceğim, bizde kalsın. Ama bir diz üstü etek, bir kadına bu kadar mı yakışır bee… O kadarını diyim işte. Yüz dersen zaten çizilmiş gibi. Resim mübarek. Orta kumral saçlar, çok hafif dalgalı. Omuz hizasında bitiyor. Kararında bir boy… Ne çok zayıf ne çok toplu… Akşam akşam içimiz daha bi bozuluyor bu mükemmel gerçeklikle. İyi ki ayrıntı vermedik değil mi?

Ben, ete kemiğe bürünmüş bu gerçeklik karşısında başka diyara ışınlanıyorum. Güzelliğinin canlılığı beni bu dünyadan şak diye alıyor. Düğüne şerefsiz dayımı çağırmıyorum diye annem bayılıyor. Öyle durmuş bakarken kendisine tabii, sesim içime kaçıyor. Şurada diye işaret edebiliyorum yalnızca. Niyeyse sol elimi kaldırarak (solak değilim) ve dolabın orta kısmını göstererek. Sağ elim yandı belki de. Dönüp iki tane alıyor ve şişeleri önüme getirip bırakıyor. Bir yandan da bana bakıyor. Kime bakacaktı sorusu mantıklı. Ama sakin. Normalde müşterinin bu bakışı ne ödeyeceğim bakışıdır. Bu bakışı alır almaz hemencecik bedeli telaffuz edersin. Ama ben donmuş vaziyetteyim yahu. Çıt diyemiyorum. Biraz bekledikten sonra ne tuttu, diyor. Bişey tutmadı diyebiliyorum, o ne demekse. Yemin ederim birdenbire ağzımdan bu çıkanı ben de anlamıyorum. Nasıl yani? Ben bu kadar içebiliyorum. Fazlası midemi ağrıtıyor. Zorunda mıyım fazlasını almaya sen memnun olacaksın diye hem? He? Taksici kısa mesafe diye surat sallar, tekelci efendiyi kasa kasa içki almadıkça memnun edemezsin. Üstüne bir de imalı laf yersin. İnsan dükkânına selamla girene bi karşılık verir. Usulden de olsa merhaba der, falan diye yükseliyor. Bilmiyor ki dilimi yuttuğumu. Nerden bilsin? Yükseldikçe bu, boynunun çukur yerinde kızarıklık oluşuyor. Güzel şeyler hayalliyorum oraya bakarak. Oğlanın adını ısrarımla Mahir koyuyoruz. Gülümseyecek gibi olup hemen toparlanıyorum. Bakışlarımı gerdandan kaldırıp gözüne doğrultmaya çalışarak, yok yok onu demek istemedim, bakın kastım o değildi, isterseniz hiçbir şey ödemeyin gafıyla iyice çuvallıyorum. Yok artık terbiyesiz. Bir de tespih çekip sırıtıyor karşımda kaba herif, deyip girdiğinden beri sağ elinin içine kıstırdığı -buraya odaklanmam esnaf deformasyonu- elliliği yüzüme fırlatıyor. Üstü kalsın diyerek, poşeti bir hışımla alıp basıp gidiyor. Şişeleri ne ara poşetlediğim hafızada yok. Öyle kaç dakika ayakta kaldığımı Allah biliyor. Kıpkırmızı oturuyorum. Siyasetteki rengimizi ne kadar abarttıysak derimize de yapıştı. İyi oldu bize. Çok iyi oldu. Bebeler geliyor çok geçmeden. Ben sormadan şakıyorlar. Abi aramışsın nişandaydık. Evrim Abla’nın. Bu akşamdı ya hani. Doğru ya lan diyebiliyorum ancak. Kendi mekânımızda façamızı aldırmış olmanın tutukluğuyla yılımsıyorum onlara söz sırası vermeden: “Nişan nasıldı? Hişş… Detayları yarın alacağım. Gördüğünüz herkesin eşkâlini bana vereceksiniz tamam mı? Şimdi ışıkları kapatın. Sonra da eve atın beni.” Beni, hele de bir yenilgi sonrası böyle görmeye alışkın olmayan elemanlar birbirlerine bakıyor. Başka bir zirveye eriştiğimi nerden bilsin garipler? Bileğimden akıttığım tespihimi ve yüzüme çalınan elliliği çekmeceye yerleştirdiğimi anımsıyorum; ikisini de bir kez daha okşadıktan sonra itinayla kapatıyorum. Gerisi, bizimkilerin kolları…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Nisan Erdem, Everest Yayınları tarafından yayımlanan “Rüyanın Oltasında” adlı kitabının ardından Yavuz Yavuzer ile söyleşti.

Bağlantı profilde.

@1yavuzyavuzer
@nisan.e
@everestyayinlari
...

Ekibimizin üyelerinden Selnur Güneş, “Yıldızçiyi” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@selnurgunes
...

İlayda Özcan, “İlgili Edebiyatla” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@ilaydaa.ozcn
...

Senem Balaban, “Zavallı Yalnız Bilgisayar” isimli yeni öyküsüyle Yazı-İşleri’nde.

Bağlantı profilde.

@sen_emba_laban
...

Atakan Boran’ın yeni öyküsü “Eski Güzel Günler” Yazı İşleri’nde.

Bağlantı profilde. 📌

@atakanboran1
...

Tuğrul Karataş, “Kanlı Batak” isimli öyküsüyle Yazı-Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@tugrulkaratas
...

Gamze Güller, Everest Yayınları’ndan yayımlanan Zürafanın Bildiği kitabının ardından Yavuz Yavuzer ile söyleşti.

Bağlantı profilde.

@gamzegullergg @1yavuzyavuzer @everestyayinlari
...

Uğur Demircan “Masal” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

Fotoğraf: Aydın Akburak
...

Sudenaz Kahraman, “Kül” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@sudenazzkahraman
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin son öyküsü “Bakkalın Oğlu” Sümeyye Batur’un kaleminden Yazı İşleri’nde.

@spslslsmy

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin üçüncü öyküsü “Mavi Güneş” Enes Yazan’ın kaleminden Yazı İşleri’nde.

@enesyazan_

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin ikinci öyküsü “Süt” Azra Ertek’in kaleminden Yazı İşleri’nde.

@azrertk

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin ilk öyküsü “Radyo” Arman Yazan’ın kaleminden Yazı İşleri’nde.

@armanyazan_

Bağlantı profilde.
...

“Merhaba, ben Füruzan…”

Murat Uğurlu’nun kaleminden, üç uzun yaz ikindisinde yolunun kesiştiği Füruzan’a veda mektubu “Benim Füruzanlarım” Yazı İşleri’nde.

“İnsan olmak böyle bir şey midir acaba? Beşikten mezara upuzun, harcıâlem, manasız bir huzursuzluk…”

Bağlantı profilde.

@murat.vesaire
...

Van’da genç yazarlara, “Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak” isimli bir atölye veren Serpil Canalan bu yolculuğunu “Bir Çizgili Defter Meselesi” yazısıyla kaleme aldı.

Bağlantı profilde.

@serpilcnln
...

Mehmet Can Şaşmaz, “Ceza” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@mehmetcansasmaz
...

Ahmet Erkam Saraç, “Sakın Efsane Söyleme” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@aerkamsarac

Bağlantı profilde.
...

Oğuz Dinç, “Herkesin Derdi Kendine” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@oguzdinc_official

Bağlantı profilde.
...

Dilara Ulu, “İzafi Mesele” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@dileabag

Bağlantı profilde.
...

Mehmet Can Şaşmaz, “Ödül” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@mehmetcansasmaz
...

Yazı İşleri


Künye

Yayın Yönetmeni

Murat Çelik


Yayın Kurulu

Duygu Değirmenci

Elif Yeşilkaya

Eris İnal

Fırat Yılmaz

Gülcan Ayral

Hatice Tosun

Müge Oskay

Salihcan Sezer

Tolga Esat Özkurt

Yavuz Yavuzer

İletişim

[email protected]

Press ESC to close