
Yazı uğraşına gönül verenleri kabaca iki gruba ayırabilir miyiz? Ağırbaşlı, sakin, güvenli bir çizgiyi takip edenler ve gecenin, nefessizliğin, cinnetin toprağından konuşanlar…
Hiç kuşkusuz ilk yol, bir ılımlılık halinin dışavurumu gibi görünecek bizlere. Bir tür temkinliliği, kavga ürküsünü, yüzeyselliği çağrıştıracak. İkinci hat ise estetik beğeninin daha derin ve kalıcı düzeyleriyle ilişkilendirilecek, yücelere taşınacak, kutsanacak.
Oysa ne tek başına psikotik bir sayıklama, ne şedit bir yaşam pratiği, ne biçimcilik, deneysellik iyi bir anlatının değişmez ön koşulu sayılabilir. Tüm bunlar yazınsal bir bağlamın, bir yaratım diyalektiğinin mümkün uçlarıdır. Kendi ivmelenişleri dahilinde bir büyüme gücüne sahiptirler. Kafka’nın duru dilini, Joyce’un sözdizimsel kırılmalarından; Sait Faik’in yalın iyimserliğini, Vüs’at O. Bener’in kara-ironisinden üstün ya da aşağı göremeyiz.
Çünkü yazıyı var eden duygulanış temeli, öznenin bilerek/bilmeyerek katettiği mesafe, kültür iklimi, gelenek, atmosfer, uyarıcı unsur, yapı her anlatıda farklıdır. Çünkü yazar, yeryüzünün başka konumlarındaki benzer hayat işaretlerine kendi anlam ve duyuş alanı üzerinden can vermeye çalışmakta, görünürlük sorunu çevreninde bir sese erişmenin yolunu aramaktadır.
Yine de belli isimlere, edebi eğilimlere, türlere yakınlık duyuyoruz. Bir zaman hiç dikkatimizi çekmemiş olan bir kişi/bir yapıt, başka bir süreçte gönül tahtımıza kuruluveriyor. “En”lerimiz arasında müstesna bir yer ediniyor kendine. Bütün tüketme girişimlerine rağmen etkileyiciliğini, büyüklüğünü korumayı başarıyor.
Bunun nedeni, hayata bakan gözün, onu kavramaya duran zihnin değişmesi kuşkusuz. Duygulanışlarımızın ritminde, etkilenmelerimizin sürekliliğinde, anlamın ontolojisinde bir bozunumun yaşanması.
Bu yol ayrımları, yürüme farkları, yaşam hallerindeki başkalıkları açımlar. Ses bükülür, gövde kararır, zeminde yarıklar oluşur. Uzağın umudu, yakınlığın hüznüne, belirsizliğine evrilir bir biçimde. Yaşamın ve yazının iç içeliğinin kabulü veya reddi, veçhe’nin niteliği hakkında fikir verecektir. Çünkü yaşamın olumlanmadığı noktada yazı, ya hüzünlü bir geri çekilme hattını takip eder ya da öznenin kendi hakikatini örtme ereğine hizmet eder.
Olumlayıcı tutum ise salt bir iyimserlik kakofonisi değildir. Yaşamı, henüz onda olmayan veya bir biçimde ondan kopan dirimsel güçle birleştirme eğilimindedir. Burada sorun bireysellik, toplumsallık, kapalılık, açıklık, etkilenişe veya mantığa dayalı oluş gibi tartışmaların üzerine çıkar. Çağdaş anlatı, birtakım kurum, kişi ve alışkı biçimleriyle çatışmaya girer ve bunların etrafında bir iktidar olanağı bulan, olumsuzlayıcı kuvvetlerle hesaplaşır.
***
Sanatın temelinde bir arınma, özgürleşme, bir söylem bölgesi açma, kaçıp kurtulma istemi yatıyor. Estetik ve düşünsel işlevin önüne geçen, itkisel bir güç bu. Yani arkaik bir kurucu unsur, bir bilinç ve duyum faktörü…
Ama zamanla işin rengi değişti. Anlatı denen şey, içe doğru kıvrılıp kendi sorunsallarını üretti bir şekilde. Safi duyguların ve yüceltmelerin yerini, kurgusal müdahaleler, biçem alıştırmaları, deney ve meta-analiz gibi dinamikler almaya başladı. İfade isteminin, estetiğin ifadesine doğru kayışı…
Veçhe farklılığının bir yönü bu olabilir. Artık hepimizin bildiği uyarı işaretleri: Ne anlattığın değil, nasıl anlattığın önemli. Ne gördüğün değil, bunu nasıl görünür kıldığın önemli. Akıl mı duygu mu? Sezgi mi düşünce mi? Fazlalaştırma mı eksiltme mi?
İyi anlatının mutlak bir ölçüsü yok, diyoruz. Ama anlatma işinin kabul görmüş, sınanmış dizgeleri var. Bunların başında da yazınsal ritim geliyor. Sesin ritmi, imgenin ritmi, olayın ritmi…
Bazen bir patikayı takip ediyor, aşındırıyor, büyütüyor yazar. Bazen bir söz deneyine girişiyor, sonsuzlar kuruyor, çoklara uzanıyor. Bu yazı aritmetiğinin temelinde, ilgili malzemenin nasıl bir ritme bağlandığı gerçeği yatıyor işte. Yazan kişinin sezgisel bir yolla kurduğu denge…
Hiç şüphesiz duygu temelli yaklaşımların da, analitik müdahalelerin de kendi özsel olanakları, sınırlılıkları vardır. Bu olanak ve sınır, söz konusu dengenin nasıl tutturulacağı problemine takılır her daim. Hem okur olarak hem yazar olarak kültürel birikimin ağırlığını sırtlanmak, düşüncenin zorlu bölgelerinde dolanmak, kimi yıpratıcı süreçlere katlanmak durumunda kalırız.
Ve dildeki gizli özne bize şunu sormaktadır: “Ne zaman sahici meselelerle ilgilenecek, ne zaman hayatla ve insanla ilgili sorunların etrafında ürkekçe dolanmayı bırakacak, ne zaman dolaylı güzergâhları terk edecek ve gerçekten yazmaya, yaşamaya başlayacaksın?”
Mümkün bir yanıt var mı? Yazıyı bir “var olma” problemi olarak sabitleyen açık bir önerme? Ya da konuşma cesaretiyle keskin bir suskunluk arasındaki ton farkını ortadan kaldıran bir düzlem?
Veçhe, yazınsal ritme bağlı olduğuna göre, bu ritim bozulduğunda çıkış kapanacaktır. Sanat yapıtını homurtudan ayıran ton kaybolacaktır. Çünkü ritim sadece yazıyı değil, onu kuran özneyi, öznenin etrafındaki gerçekliği ve bu gizli habitusun özsel devamlılığını da bağlar. Ritim kaybı, hayatın en hafif darbelerinin bile, ruhsallıkta, müthiş bir yıkıcı etkiye bürünmesine yol açan bir savunmasızlık hali çıkarır ortaya.
Beckett, son döneminde, günde bir cümle yazabildiğinde, o günü verimli geçmiş sayıyordu. Bu durum, narsistçe bir tümgüçlülüğün, sapkın bir kusursuzluk arayışının dışavurumu değildi. Kişinin ben deme hakkını elinden alan, ona içten içe tekrarın/klişenin/kimlik yanılgısının sakatlığını duyuran bir birikmenin ifadesiydi daha çok.
Yaşadıkça, yazdıkça bir gerileme zorunluluğun pençesine düşersiniz. Başkalarıyla kurduğunuz özdeşlik, tanıklıklarınız, deneyimleriniz, okumalarınız bir kişisizlik alanına doğru götürür sizleri. Bilginin, estetiğin, etiğin mahkemesi kurulur böylece. O noktada ya söyleyecek yeni bir şey bulmak ya söylenmişleri yeni bir kılığa sokmak ya da susmak durumundasınızdır:
“Nereye giderdim, gidebilseydim eğer, kim olurdum, var olabilseydim eğer, ne derdim, bir sesim olsaydı eğer, kim konuşuyor böyle, ben olduğunu söyleyerek.”[1]
***
Veçhe farkı, yapıntının özsel niteliğini tanımlamaz. Ona bir değer, temsili görünüş, ilinek atfetmez; gerçekliğin elinden kaçan bir tasavvuru bulmaya çalışmaz onda. Böylesi yorumlar, bir analoji aşırılığının ürünleridir. Yazıya bir ölçüler, bir paradigmalar düzleminden yaklaşmak, ondaki en güçlü yanın ıskalanmasına neden olur: Doğumun rastlantısallığı.
Oysa yazan kimse, çizgisel bir hattın izinde, bir duygu retoriğinin peşinde, bir tanımlar alanında değildir. Sürecin devamlılığını sağlamak dışında bir derdi yoktur onun. Önemli olan işin peşini bırakmamak, bir üretme sürekliliği oluşturabilmek, yaşamı yazıya taşımak, ölümle başa çıkmaktır. Ne de olsa bu sessiz arkeoloji, bu eksiltme, ekleme, ayırma, çoğaltma sırasında kimi şeyler uç verecek, kendini duyuracak, yüzeye çıkma olanağı bulacaktır.
Ferit Edgü’nün güzel ifadesiyle, başlangıçları sonraya bırakan/sürdürmekte olduğunu, belki çok sonra başlatan kimsedir yazar. Bir duyuş iklimini, dünyanın elinden kaçmaya izin veren bir bölgeyi teminat altına almanın peşindedir o: Bırakalım da kuvvetler görünürlük kazanabilsin, bir duyma serbestliğinde vuku bulsun her şey, imge ve düşünce kendi yolunu açsın.
Bu durum anlatıcıyı “olduğu gibi olan kimse” mertebesine yükseltir. Zaten söyleyebildiklerini söylemiş; tıkandığı, açmaza düştüğü noktaları bize duyurmaya çalışmış, yazınsal içeriğin söz deneyine ulandığı bir alan kurmuştur o. Bundan sonrası okurun ve zamanın hükmüne bırakılır. Birileri, birisi, bir metinde kendi yaşam deneyimiyle koşut unsurlar bulabilecek mi?
Hakiki soru bu değildir aslında. Bir kitleye ulaşmak, beğeni toplamak, ödüllendirilmek yazar-oluş’un problemleri arasında yer almaz. Çünkü aklı başında bir kimse, bir noktadan sonra mutlaka, yazının amacını, felsefi anlamını, yaşamsal karşılığını sorgulayacaktır.
Öte yandan bu sorgunun tehlikeli yanları olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Çünkü düşünsele çekilenler, eylemselden koparılanlardır. Özgünlüğün, niyetin, etkilenişlerin ve yeteneğin muhakemesine duranlar, bir gerileme pratiğini, tutukluğu deneyimleyenlerdir.
***
Bir metin, görüngüsel bir eklemlenmeler dizisidir her şeyden önce. Bir imge topografyası… Sesin göstergeyle birleştiği bir manzara…
Bu evren, bazen erinçle, bazen kuşkuyla, bazen umutla tavaf ediliyor. Bir anlatı kuruyor yazar, onu işliyor, inceltiyor, fazlalıklarından arındırıyor. Bir sonraki kaynama anına, bir öteki meydan okumaya dek.
Veçhe farkı, bu tüme katılıştaki kişiselliğin (tekillik payının) aranmasıyla ilgilidir aslında. Yani öznenin dünyayla kurduğu ilişkide, ona en yakın olan duygu ve düşünce kıvrımını keşfetmesiyle.
Sadece edebiyatta değil, diğer sanatlarda, felsefede, bilimde hatta yaşamda yaptığımız budur. İçine doğduğumuz gerçekliğin kodlarını çözmek, kökensel bir dahil olma, sürüp gitme ereğine hayat vermek isteriz. Cinnetin yazısı da, deliliğin homurtusu da, vakarın dengeliliği de dönüp dolaşıp oraya çıkar. Bu nedenle yazı kolaylıkla, bir direnme pratiği olarak görünecektir.
Öte yandan veçheyi tek başına bir yetkinlik ölçüsü saymak ilksel kökeni, saf-olayı, yaratım sürecinin öteki dinamiklerini ıskalamak anlamına gelir. Salt bizim edebiyatımızda değil, dünya edebiyatında da iş yapan, piyasanın ihtiyaçlarına cevap veren, yazarını şöhretin yücelerine taşıyan sorunsallar, temalar, söylem örüntüleri var, biliyoruz. Hep oldu, olmaya da devam edecek.
Ama bunların hiçbiri, yazınsal ürünü kuran özle ilişkili değildir. Bir çağın, birikimin, anonim toplamın bıraktığı etki, bir olanaklanma sorunudur daha ziyade. Oysa yazınsal imge, yazının dışındaki her şeye açılır. Varoluşsal bir olasılığa, hesaplaşmaya… Bu durum, kendisine edebiyatın ne olduğunu soranlara, size edebiyattan söz eden kim, ben bambaşka bir savaşın içindeyim, diyen Virginia Woolf’un durumunu anımsatır. Bir oluş sorunu, bir tekillik deneyimi, yutucu bütünle verilen kavga…
***
Gene de veçheyi tümden önemsiz göremeyiz. Edebiyatı, bir süreç kesinliğine indirgeme hatasına düşemeyiz. Onu var eden gerçeklik, onun kurduğu mümkünde yeniden biçimlenir. Yaşam, sese belli bir ivme kazandırmıştır, doğru. Ama sesin açtığı duyuş evreni yaşamın üstüne çıkar çoğu durumda. Artık katlanılmaz olan dünya, artık katlanılmaz olan dil, sözdizimsel akışta deforme edilir. Tek bir insanın deneyiminde bulunabileceği kadarıyla bütün dünyayı anlatmak ama o dünyayı, dildeki bozunum aracılığıyla, uyuşuk bir umursamazlığın elinden kurtarmak…
Edebiyat bu güce sahiptir. Blanchot’nun söylediği gibi, “ben” deme hakkımızı ortadan kaldıran bir üçüncü şahıs yaratarak başarır bunu. Kendilik halinin dışına çıkan ben, kendine ve kendiliğin bilincine bütünsel bir görü içinde, dıştaki kaybolmada erişir böylece. Başka hayatlara, halklara, gerçekliklere açılmanın ağırlığı, kederi, utancı, şaşkınlığı…
İşte, veçhe farkı biraz da bu “korkunç manzarayla” yüz yüze gelen öznenin dayanım kudretiyle ilgilidir. Kimini delirten, sabuklamalara iten; kimini aklı selime çeken, itidale çağıran, temkinli olmaya zorlayan bir karşılaşma…
Demek ki veçhe, gördüklerimiz, görünür kıldıklarımız, görmezden gelmeyi seçtiklerimiz üstünde yükseliyor. Demek ki üslup, sesin dünü hakkında kimi ipuçları veriyor bize: olay, yaşantı, duygulanış, etkilenme… Ve bu karmaşanın imgesini, sanat yapıtı haline getiren yaratıcı müdahale…
***
Aslında her anlatıcı, adlandırılamaz olanı mümküne çeken bir örneklemin etkisinde kalır. Sanatçılar, düşünürler, kültür verimleri çatmıştır onun söz evrenini. Ama yazınsal istenç tek başına, etkilenişlerin sınırlarına bağlı değildir. Onca şahesere rağmen yazmayı sürdürürüz. Bir yere varmayacağını bildiğimiz bir devamlılığın eline bırakırız kendimizi. Eğer tersi geçerli olsaydı Shakespeare’den, Dostoyevski’den, Kafka’dan, Joyce’tan sonra hiç kimse kalem oynatmaya, tek bir laf etmeye kalkmazdı. Bu, çok daha genel, çok daha yaşamsal bir dürtüyle bağlantılıdır: oluşu duymak, anlamlandırma ihtiyacı, ifade zorunluluğu, ölümsüzlük arzusu…
Anlatı usullerindeki çeşitlilik, bir duyuş ikliminin ne tür bir söyleme izin verdiğini ve bu söylem eşiğinin nereye kadar zorlanabileceğini gösterir:
“Dili olanaklı hale getiren, olaydır” demişti Gilles Deleuze: “Çünkü olay ne onu ifade eden önermeye, ne önermeyi telaffuz edenin durumuna, ne de önermenin işaret ettiği şey durumuna indirgenebilir. Aslında olay olmasaydı tüm bunlar gürültüden ibaret olacaktı, ayırt edilemez bir gürültüden. Çünkü olay sadece olanaklı hale getirmez, sadece olanaklı hale getirdiğini ayrı kılmaz, aynı zamanda olanaklı hale getirdiği şeyde ayrımlar yapar.”[2]
Bu analizin eksik bir yanı olmadığı çok açıktır. Goethe’nin de söylediği gibi: başlangıçta eylem vardı. Sese imkân veren kozmik bir uğultu, saf öz ve devinim…
Ama edebiyat her şartta ters yolu izler. Kaynağı/vakayı/duygulanış temelini bozar, ileriye doğru küçülür ve bu eksilmeyle harekete geçirir özündeki potansiyeli. O yüzden veçheyi, yalnızca bir sanrı çeşitlemesi (hasta dünyanın bir semptomu) saymak doğru değildir. Her şey, yaşantı aktarımından ibaret olsaydı, ne sanat ne düşünce ne de bilim mümkün hale gelebilirdi.
Veçhe farkı, bu darboğazın aşılmasını sağlıyor işte.
- Hiç İçin Metinler, Samuel Beckett, çev. Uğur Ün, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999, s. 106.
- Anlamın Mantığı, Gilles Deleuze, çev. Hakan Yücefer, Norgunk Yayıncılık, İstanbul, 2015, s. 204.
TANER GÜLEN
Bir yanıt yazın