Vikenti kapıyı açtı… ve uyandı.
Kalktı, elini yüzünü yıkadı ve karısının çoktan kahvaltıyı hazırlamış olduğu mutfağa yöneldi, sonra giyindi ve işe gitmek için yola koyuldu. Vikenti kapı satıyordu; ahşap, çelik, iç mekân ve ofis kapıları. Bazen üst üste sipariş gelirdi, bazen de pek sipariş olmazdı. Yılın her döneminde sipariş gelirdi. İnsanlar Vikenti’yi ofisinden arar ya da e-posta yollarlardı, o da bu siparişleri işleme alırdı.
Kapı herkesin ihtiyacıydı.
On beş yıl boyunca da hep böyle oldu.
Vikenti kapıyı açtı… ve uyandı.
Kalktı, elini yüzünü yıkadı ve karısının kahvaltıyı hazırlamış olduğu mutfağa yöneldi.
Apansızın geçen kırk beş yıllık hayatında dur durak bilmeden aynı döngünün içinde dolanıp duruyordu. Yalnızca bazen iki ya da üç haftalığına tatile çıkıyor sonra geri dönüyordu.
Bu her zaman böyle olmuştu.
Aslında her zaman böyle olmadı. Vikenti önceden elbise dolabı fabrikasında çalışıyordu. Kısa bir süre. Küçük bir çocukken duyduğu “dolaptaki iskelet”[1] deyimi onu bütün hayatı boyunca korkutmuştu. Nerede, kimden duyduğunu, ne anlama geldiğini veya neyi kastettiğini çocukluğunda hiç düşünmemişti ama bu cümle beynine öyle bir kazınmıştı ki yatağın yanındaki dolaba bakarak uykularından oldu. Artık bir yetişkin olduğunda bile şirketin iskeletler için dolap ürettiği fikrinden kurtulamadı. Evdeyken bile dolabın kapısını açtığında aniden bir iskeletin kemikleri takırdayarak düşeceğini düşünüyordu. Dolapların sadece iskeletler için değil giysiler için de yapıldığına kendini ikna etmeye çalıştı ama nafile. Vikenti bunun saplantılı ve aptalca bir düşünce olduğunun farkındaydı ama bu düşünceden bir türlü kurtulamıyordu. Bu yüzden kendini, kapıyla çocukluğundan ve iskeletli dolaptan kurtarmaya karar verdi ve kapı satış bölümüne geçti.
Artık kapılar üzerinde kafa yoruyordu.
Bu departmanda geçirdiği on beş yıllık iş yaşamında binlerce kapı sattı. Gözleri bağlıyken bir numunenin hangi materyalden yapıldığını dokunarak tahmin edebilir, iç mekân kapılarının ahşabının ısısını ve dokusunu, ofis kapılarının kayıtsız boşluğunu, çelik dış kapıların güvenli soğukluğunu hissedebilirdi.
Ancak biliyordu; bunlar başka insanların, başka dünyaların kapılarıydı.
Vikenti’ye bazen bir şeyler oluyordu. Birden sokağın ortasında duruyor ve gökyüzüne bakıyordu. Sanki kendi hayatını değil başkasının hayatını yaşıyormuş gibi hissediyordu. İnsanlar geçip gidiyor, arabalar ilerliyor, o ise öylece durup hiç kıpırdamadan gökyüzüne bakıyordu. Kendini bambaşka bir şeyin içinde bulacakmış gibi hissediyordu, bu dünya onun için başkalarının kapılarını açtığı yabancı bir dünyaydı.
Vikenti iki dakika kadar bu şekilde durduktan sonra sanki durmamış gibi, sanki gökyüzü yokmuş gibi yürümeye devam ediyordu, dairesel bir hareket ve kapılar, kapılar… Durduğunu kendisi de hatırlamıyordu, sanki zamanın içinde kayboluyordu.
Her sabah uyanmadan önce gerçek dünyanın kapısını açıyordu… ve kahvaltısını edip ofisin yolunu tutuyordu.
Güneşli bir bahar günü Vikenti işe giderken olanlar oldu…
Yine birden kendinden geçti, zaten hep aniden oluyordu. Durdu ve yüzünü gökyüzüne kaldırdı… fren sesleri duyuldu, sürücü umutsuzca direksiyonu sola kırdı ve çarpışmayı kıl payı önledi ama yine de Vikenti’ye dokundu… Vikenti arabanın üstüne uçtu ve bez bir bebek gibi havada dönerek yola düştü.
Ambulans doktoru ona iğne yaptığında Vikenti bir anlığına kendine geldi ve ambulansın kapanan kapılarını gördü. Acı, korku ve çaresizlik içindeydi.
Bir ay sonra kendine gelebildi, o da yarım yamalak. Bilinci beyin yarımkürelerinin bazı önemli mantıksal bağlantılarını kaybetmişti. Doktorlar kapı satıcısının eski haline dönemeyeceği –hatta çabalamaya bile gerek yoktu– görüşündeydiler, bu yüzden hastalığın seyrini ve kimse beklemese de iyileşmesini izlemek için umutsuz kronik hastaların kaldığı psikiyatri servisine sevk ettiler.
Burada, koğuşun sessizliğinde Vikenti kendine meşgale bulmayı başardı. Bütün gün pencerenin önünde durup gökyüzüne bakıyordu; bulutlu, kasvetli, açık veya aydınlık olması umurunda değildi. Üstelik bu artık zamanın içinde kaybolmak gibi bir şey değildi. Doktorlar durumunu durgunluk olarak açıklıyor ve iyileşmesi konusunda umut vermiyorlardı.
Bir gün eline hastalardan birinin unuttuğu kurşunkalem ve bir kâğıt parçası geçti. Vikenti kâğıdın bir köşesine nokta koydu, sonra bir nokta daha, virgül, eksi… çizgi, çizgi, bir salatalık… işte ortaya çıktı bir insancık.
Beklenmedik ve tuhaftı, kâğıda bir insancık daha çizdi, sonra bir ev, bir uçak. O günden sonra Vikenti aklına ne gelirse çizmeye başladı, doktorlar hastalarının hobilerini desteklemek için kurşunkalem ve kâğıt veriyorlardı. Vikenti ise şevkle çiziyordu, resimleri giderek karmaşık bir hale geliyor, incelik, anlam ve derinlik kazanıyordu. Gün geçtikçe daha iyi çiziyordu. Hastanedeki yaşamı, hastaları, penceresine yansıyan manzaraları, kantindeki manzaraları çizdi… gördüğü her şeyi. Bununla birlikte her çizimde kaçınılmaz bir ayrıntı vardı, gerçek hayattan değil de Vikenti’nin bilinçaltından. O da kapıydı.
Hastanın yeteneğini fark eden başhekim ona istediği kadar kâğıt ve kurşunkalem verilmesini emretti. Vikenti’nin çizimlerini ayrı bir dosyada topladı.
Bir gün başhekim düşünceli bir şekilde çizimleri incelerken daha önce dikkat etmediği bir tuhaflık fark etti. Kapı tüm resimlere farklı görünüyordu. Birinde sıkıca kapalı, diğerinde hafif aralanmış, bir sonrakinde daha da aralanmış… Başhekim bütün çizimleri kapının açılışına göre sıralayıp getirdiğinde hayrete düştü. Kapı yavaş yavaş açılıyor, birbirini izleyen her resimde gittikçe aralanıyordu.
O günden sonra başhekim, her gün Vikenti’nin yattığı odayı ziyaret etmeye başladı ve her yeni çizimde kapının gitgide açılmasını gözledi. Arkasında ne olduğunu başa çıkılmaz bir merakla öğrenmek istiyordu ama sabırla bekledi ve her yeni resmi kendi odasına götürdü. Ancak Vikenti’nin acelesi yoktu, zihniyle ya da deliliğiyle oyuna devam ederek kapıyı yavaş yavaş açıyordu.
Üç hafta sonra başhekim son çizimi elinde tutuyordu.
“Bu kadar,” dedi hiç beklenmeyen bilinçli bir halde, başhekime bakarak. Bir rüyadan uyanmış gibiydi.
“Bu nedir?” diye sordu başhekim. “Kapının arkasında ne var?”
“Dolap,” diye yanıtladı Vikenti omuzlarını silkerek.
“Yani sıradan bir dolap mı?” dedi başhekim hüsrana uğramış gibiydi.
“Evet.”
“İçinde ne var peki?” diye sordu. “İçindeki ne?”
“Giysiler,” diye yanıtladı Vikenti. “İçinde iskelet yok.”
Çok geçmeden Vikenti taburcu edildi. Doktorlar bu kadar hızlı iyileşmesini beklemiyorlardı, daha doğrusu insan ruhunun karmaşıklığına ve beynin bilinmezliğine bağlayarak hiçbir şekilde iyileşmesini beklemiyorlardı.
Vikenti taburcu olduktan sonra kapı ticaretine geri dönmedi, resim yapmaya başladı ve zamanla ünlü bir alaylı ressam oldu. Resimleri dünya çapında koleksiyoncular tarafından büyük değer gördü. Her resminde açık bir kapı ve çocukluğundan kalma bir dolap çizdi, içinde iskelet olmayan.
[1] İngiliz “dolaptaki iskelet” deyimi gizlenen olaylar, skandal ve utanç verici sırlar anlamındadır.
Sergey Arno
Rusçadan Çeviren: Gizem Eroğlu
Bir yanıt yazın