Fransızcadan çeviren: Zeynep Rade
Macar asıllı yazar, Stalin karşıtı sosyalist işçilerin rejimi devirmek için çıkardığı ayaklanma, Sovyet ordusu tarafından bastırılınca, siyaseten faal olan kocası ve bebeğiyle vatanından kaçıp İsviçre’ye sığınır. Küçüklükten beri yazdığı şiir ve oyunlara, 1970’li yıllarda tiyatro oyunları ve nihayet 1986 yılında yayımlanan, üçlemesi Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan eklenir. Türkçeye Feyza Zaim tarafından çevrilen, Can Yayınları’nın bastığı otobiyografik anlatı Okumaz Yazmaz ve yirmi beş kısa bir o kadar da sert öyküden oluşan Önemi Yok, onun son kitapları olur. Kristof’un nadir bulunan söyleşilerinden bir tanesini Yazı İşleri için çevirdim.
1935 yılında doğan Agota Kristof, 27 Temmuz 2011 tarihinde İsviçre’nin Neuchâtel kentinde öldü. 14 yaşında yatılı okula başlayan Kristof, 1956 yılında komünist Macaristan’dan kaçarak İsviçre’ye yerleşti ve burada bir saat fabrikasında işe girdi. 1986’da yaklaşık otuz dile çevrilen Büyük Defter’i yayımladı. 27 Temmuz’da 75 yaşında hayatını kaybetti.
Yeni kitabını bitiremediği için 2005 yılında yazmayı bırakmış ve kırk yıllık metinleri “C’est égal” adı altında bir kitapta yayımlanmıştı Kristof’un. Bu durumu kendisini aynı yıl İsviçre’de ziyaret eden Didier Jacob’a açıkladı.
Romancının karanlık dairesinin sessizliğinde saat tıkırtıları… Agota Kristof az konuşan bir yazar. 1986’da Beckett ve Cioran’ın kızı olarak tanınmasını sağlayan Büyük Defter’in yazarının acımasız kaleminde, ne “edebi” ifadelere ne de süslü anlatımlara yer var.
Bern Kütüphanesi arşivinde bulunan eski öykülerinden oluşan kitabı Önemi Yok, fevkalade bir telaş ve umutsuzluk içinde yazılmış ve sanki kırk yıldır posta kutusunda postacının gelmesini beklemiş de nihayet çöpe atılmış havası veren, absürd ama gerçekçi bir seçki.
Küçük bir Macar köyünde 1935 yılında doğan Agota bu noktaya nasıl geldi? Etrafı tavuklar, kazlar ve ördeklerle çevrili olduğu halde elektrik, telefon, su ve günlük ekmek çıkaran fırın gibi imkânların olmadığı bir çiftlikte büyümüş. Savaş sırasında aç bir çocukluk geçirdiyse de aşk midesindeki boşluğu doldurmuş: “Altı yaşındaydım. Sık sık evimize gidip gelen papazımıza âşık olmuştum. Benimle çok ilgiliydi ve büyüyünce benimle evleneceğine söz vermişti. Ama tuttu başka biriyle evlendi. Papaz bile yalan söylüyor dedim kendime. Şiddetli bir acıydı.”
Agota hayatının bir diğer tutkusu olan ağabeyinin otoritesi altında bir erkek fatmaya dönüşmüş. “Bizi cezalandırırdı. Hatta biraz acımasızdı. Yine de onu çok severdik.” Öte yandan Agota için babası da istediği gibi bir baba değildi. “Öğretmendi. Okurdu, yazardı; daima çalışma odasındaydı. Oldukça katıydı.”
Önemi Yok’un son öyküsünde, hiç sevmediği bu sert figürü hatırlıyor: “Babam hiçbir yerde benim elimden tutup yürümedi.”
Agota Kristof dokuz yaşındayken, sonradan Büyük Defter’in atmosferini üstüne kuracağı küçük bir kasabaya taşınmış. Birkaç yıl, erkek kardeşiyle kitap okumadığı vakitlerde gözünü budaktan sakınmayan kız kardeş rolünü üstlenmiş. “Bu annemi kıskançlıktan ağlatırdı,” diyor ve ekliyor: “Kitaplara olan tutkumuzu kıskanırdı.”
On dört yaşında, 20 kilometre uzaklıkta katı bir yatılı okula başlamış. “Korkunç bir burukluk… Dışarı çıkmamıza izin verilmiyordu ama pazar günleri ben kaçıp eve gidiyordum.” Hep geri dönse de her seferinde yine kaçmış, yine kaçmış. İşte Agota Kristof’un ebedi dramı…
Yıl 1956 ve devrimin sonu yaklaştığı sırada, kocası SSCB’de iki yıl hapis yattığı için birlikte ormanların arasından Avusturya istikametine doğru kaçmaya karar vermişler. Agota Kristof kucağında dört aylık bebeği, her şeyi geride bırakmak zorunda kalmış. Devrim sırasında sınır muhafızları terhis edilmiş ve yerine şüpheli figürlerin üzerine ateş açmaya tereddüt etmeyen Ruslar getirilmiş.
Agota ve bebeği ve kocasıyla kendini İsviçre’de bulmuş. “Ülkemden kaçmayı hiçbir zaman istemedim. Şayet gurbette sonsuza kadar kalacağımı bilsem asla kaçmazdım. Evet, bu seçimimden pişmanım.” Bu sözü bir kâğıt gibi yaşamın çöp sepetine düşüyor. “Eziyet verici” diyor tekrar. Ama ifade özgürlüğü? “Burada daha iyi durumda değildim.”
Kocasının bir üniversite bursu kazanabildiği ve bugün hâlâ yaşadığı Neuchâtel’e gelişini anlatmaya devam ediyor: “İlk başta bir köyde küçük bir dairemiz vardı ve ben bir saat fabrikasında çalışıyordum. Macaristan’dakinden daha beterdi. Yazacak vaktim yoktu. Sadece akşamları, çocuklar ve ev işlerinden sonra birkaç şiir.”
İsviçre, onun acımtrak ülkesi.
Şimdi daha iyi mi? “İyiyim,” diyor kısaca. Bugünlerde yayımlamakta olduğu kitabın kapağında olduğu gibi Önemi Yok da diyebilirdi. Kitabın adı mı yoksa hayatının adı mı? “Bu ifadeyi seviyorum. Anlamı: Fark etmez, umrumda değil. Ben kötümser doğmuşum. Çocukken bile insanların neden güldüğünü anlayamazdım. Anne babamı gülerken gördüğümde onları eleştirirdim.”
Karamsarlık ve nostalji. Agota Kristof’un başyapıtı Büyük Defter de bu etki altında yazılmış: Çocuklarına küçük bir kızken yaşadıklarını anlatırken aklına savaşla ilgili kısa bölümler yazma fikri gelmiş. Bunu üç romanı, bir oyun, Okumaz Yazmaz ve Önemi Yok izlemiş.
Peki bugün? Yazısı yazılara dönüşmüyor. “Aynı bölümleri tekrar tekrar yazıyorum ama hiçbir zaman iyi olmuyor. Sonra başka bir pasaja başlıyorum ama o da iyi olmuyor. Eskiden olduğumdan çok daha talepkârım sanırım.” Bıkkın bir gülümseme. Ve şu itiraf geliyor: “Tarzımdan nefret ediyorum.” Bir kez, âşık küçük bir kız olarak kendi portresini çizmeye çalışmış. Eğer olsaydı kitabın adı Tarlalarda Aglaé olurdu. Ama kitabı bitirebileceğine dair pek umudu yok.
El ile yazıyor farklı birkaç deftere. Bir silgi, yeni bir defter daha. “Hepsini tekrar okumalıyım.” Okumuyor. Cesareti yok. Keşke bir baksaydı da kitabı bitmiş olsaydı? Gülümsüyor, hülyalı bir masumiyetle. Derken birden sessizliğin mükemmel melodisini fark etmiş gibi: “Evet” diyor, “bu güzel olurdu.”
Kaynak: le Nouvel Observateur, 13/01/2005
https://bibliobs.nouvelobs.com/romans/20110728.OBS7766/je-m-en-fous-disait-agota-kristof.html
Bir yanıt yazın