Elimde ilk siğil çıktığında annem kurbağalara dokunduğum için cezamı bulduğumu söyledi. Okuldan mahallemize döner dönmez eve girmediğimi, bahçemizin yanındaki boş arazide, çamurlu suda yüzen kurbağa yavrularını izlediğimi biliyordu. Bu kadar iribaşın -Vildan’dan öğrenmiştim bu tabiri- nereden geldiğini merak ederdim. Okulda böyle şeyler öğretilmiyordu, açıkçası okulda pek bir şey öğretilmiyordu, adını bizden çok uzak bir savaşın kahramanlarından birinden alan okulumuzda dersler çoğunlukla boş geçerdi, çükleri yeni yeni kıymetlenmiş erkeklerin sözlü fiziki tacizlerinden kaçınmaya çalışmakla geçerdi okul günlerimiz. Ya da şimdi ben böyle düşünmeyi tercih ediyorum. Aslına bakılırsa o günlerde, orada, oğlanlar ve kızlar o kadar ayrıydı ki herhangi bir temas bile hayal edilemezdi. Hele benim gibi okumayı ve kurbağaları seven kızlar için. Defterlerimiz vardı, yumuşakça kaplanmış sert kapakları gün batımı ya da yağmurlu akşamüstü manzaralarıyla süslü. Çizgisiz sayfaları toz pembe ya da kehribar sarısıyla renklendirilmiş olurdu. Dönem sonlarına doğru, en gerektiği zamanlarda akan dolmakalemlerimizi uzattığımız arkadaşlarımız o tertemiz boşlukları bizim için doldururdu. Saf ve lekesiz diye söze başlarlardı ya da kötü şiirlerden, şarkılardan öğrendikleri beylik başka sözlerle. Boş kalan sayfalara aslan yeleli erkeklerin dergilerden kopardığımız resimlerini yapıştırırdık. Karşımıza böyle erkeklerin hiç çıkmayacağını biliyorduk ama onlara bakmak hoşumuza gidiyordu.
Biraz daha büyüdüğümde, kurbağa yavruları ve çamurlu su birikintilerinin utanç verici bir anı haline geldiği on beşinci doğum günümde Vildan bana bir kaset hediye etti. İlk karışık kasetim. Gece gündüz sınava çalışıyordum, öyle ya da böyle üniversiteye gitmek için kararlıydım, Vildan, Batı’ya gitmiş gelmiş tanıdığım tek kız, kapağını kendi elleriyle hazırladığı kaseti bana uzattı ve dedi ki, Buradaki şarkıları en kötü gününde dinle. Sonunun gelmeyeceğini sandığın en karanlık günde. Varsa walkman’in onda dinle ve yalnız kalabileceğin bir yere git. Kulaklıklardan ilk şarkı süzülünce beni hatırla, bu çamur deryasının ve götü boklu ineklerin arasında yalnız olmadığını bil, ben varım, dinlemen için sana böyle kasetler hazırlayan ve şarkılar var, onları söyleyen ruhlar, seni hiç tanımadan sana dokunabilen sesler. Onlar olduğu sürece hiçbirimiz tamamen yalnız sayılmayız. Kaseti elime aldım, el yazısına baktım, böyle ince yazan bir kalem nereden bulmuş, diye düşündüm. Hem de kıskanılası renklerde hem de güzeller güzeli. Kaseti kutusundan ayırıp şarkıların ve yaratıcıların ismini yazdığı kâğıdı çıkardım, dokundum ona, dokusu, kurumuş renkleri, harflerin kıvrılmış uçları ve çizgilerinin üzerinden parmağımla geçtim, Çok güzel, dedim, sağ ol harika hediyen için, walkman’im yok ama bu şarkıları dinlemenin bir yolunu bulurum.
Odama döndüğümde, yani ablalarımla paylaştığım odaya, Bir teyp mi aldırsak babaya, dedim, çayın yanında yemek için küçük kardeşimize aldırdığımız kakaolu Piknik’ten bir ısırık alarak. Güldüler bana, Dede’den saklayabilirsek olur aslında, dedi sonra küçük ablam ve aklına gelen bir fikri bizimle paylaştı. Ablam benden üç yaş büyüktü ve böyle cin fikirler her zaman ilk onun aklına gelirdi. Aslında çok akıllıydı ama o da öbür ablam gibi sınavı kazanamamıştı maalesef, evde bütün gün anneme yardım etmek zorunda kalmıştı, üçüncü kez girecekti sınava ama pek ümidi yoktu. Büyük ablamsa üçüncü denemeden sonra sınava girmeyi bırakmıştı, görüştüğü biri vardı çünkü, babamı ikna edebilirse onunla evlenmeyi düşünüyordu. Ben kızların en küçüğüydüm, üç erkek kardeşin sonuncu ablası. En çalışkan ya da en akıllı olduğum söylenemezdi ama ailede sınavı kazanıp üniversiteye giden ilk kız olacağımı herkes tahmin edebiliyordu. Bunu en çok arzulayan bendim çünkü.
En küçük erkek kardeşimizi çağırdık, Dede’nin kendi babasının ismini verdiği oğlana dedik ki, Bu akşam, yemekten sonra, Baba’nın yanına sokulup sevdir biraz kendini, keyfi yerine geldiğinde, Bize teyp alır mısın, de en sevimli halinle, niye diye sorarsa, İngilizce öğrenmem için bol bol yabancı şarkı dinlemem gerekiyormuş, de, ikna olmazsa, Öğretmenim böyle söylüyor, diye ekle. Öğretmen lafını duyunca babam hayır demez. Başını salladı ve o kömür gözlerini koruyan uzun kirpiklerini kırpıştırdı. Onu halen böyle hatırlıyorum, subay tıraşı olmak için gittiği berberden gözleri yaşlı kel kabak çıktığı haliyle, yumurta gibi kafasını ve kepçe kulaklarını gördüğümüzde kahkahalarımızı saklayamamıştık, o da her birimizi gözlerimizden yaş gelene dek tek tek çimdiklemişti. Belki yumruktu canımızı acıtan. Yumruğu değil çimdiği yakıştırıyorum sanırım ona, onca yılın ardından onu böyle hatırlamak istiyorum.
Kardeşimizin sayesinde eve teyp alındığında kutusuna ve orada yazan şeylere baktım, Bunun adı teyp değil, çiftkasetçalar, dedim. Tasarımıyla, sesiyle, dayanaklığıyla kusursuz bir cihazdı ve çok uzaklardan geldiği her haliyle belliydi. Babam onu Japon çarşısından almış olmalıydı. Vildan’ın hediye ettiği kaseti bölmelerden birine koyup şarkıları dinlemeye başladım. Neredeyse bütün şarkıları kadınlar söylüyordu. Neden böyle yapmıştı Vildan, hiç bilemedim. Bazen insanlar bir başkası hakkında onun bildiğinden fazlasını sezerler ve bunu nasıl yaptıkları her zaman bir muammadır. Kaseti elbette tekrar tekrar, okula gitmeden önce ve okuldan eve gelir gelmez ilk iş olarak dinledim. Ders çalışırken, gülümsemesi hoşuma giden erkekleri düşlerken, payıma düşen ev işinden kaytarmışken, eve neredeyse hiç uğramayan babamı özlerken, daha doğrusu farklı bir babanın nasıl olabileceğini merak ederken ve annemin sadece küfrederken kullandığı öfkeli Kürtçesinden kaçarken dinledim. Şarkılar, yarım yamalak anladığım sözler, yüzlerini hiç görmediğim ama seslerini ezberlediğim kadınlar her seferinde beni bir kez daha dünyaya getirdi.
En sevdiğim olan ikinci şarkının video klipini günün birinde televizyonda gördüm. Sınava çok az kalmıştı, biyoloji netlerimi bir türlü yükseltemiyor olmanın çaresizliği içindeydim. Annem yemeği ocağın üstüne koymuş pişmesini beklerken salonda hırka örüyordu. Yün yumağı kucağıma alıp yanına sokuldum, sarıldım ona. Dolayacaksın ipleri şimdi, deyip azarladı beni, Elimde şiş varken kedi gibi sokulma yanıma. Ben yana kayınca, Ne oldu, bitti mi derslerin, diye sordu gözünü işinden ayırmadan. Bakışlarımı televizyona dikmiştim, Biter mi anne, dedim, ömür biter ders bitmez. Ablamları sordum, Vildanlara misafirliğe gitmişler, bana haber vermemiş olmalarına içerledim ama haklıydılar, ders çalışmam gerektiğini biliyorlardı. Gözlerimi televizyondan ayırıp camdan dışarı baktım, ince bir yağmur yağmaya başlamıştı. Bir süre sonra eve erkek kardeşlerim doluşacaktı, okuldan dönüş vakti gelmiş olacaktı. Ben evde sınava çalışıyordum, kimsenin derslere girmediği, aşırı salgılanan hormonların hükümdarlığıyla geçen lisenin sonlarına gelmiştik çünkü. Odamda en azından yalnız kalabiliyordum, yeterince test kitabım vardı, sonsuz gibi görünen vaktim de. Televizyon ekranına tekrar gözlerimi çevirdiğimde en sevdiğim ikinci şarkının klibiyle karşılaştım. Siyah beyaz görüntüler akıyordu fakat bu bildiğim siyah beyazlardan farklıydı, daha kirli ve eski görünüyordu ama aynı zamanda bir yenilik vardı bu renklerde. Şarkının tanıdık melodisi çalmaya başladığında kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu, tüm dikkatimi ekrana verdim, birbirine benzeyen dört kardeşin ardından kadraja giren şarkıcının güzel yüzü nefesimi kesti, hiç beklemediğim kadar bana ya da ablalarımdan birine benziyordu. Hemen sonrasındaysa siğilli elleri gördüm ve işte o zaman, geride bıraktığım çocukluğumdan bir yara sızladı. Ben suçu hiçbir zaman kurbağa yavrularına atmadım ama gözümün önünde oynayan şu klipte saçlarını arkadaşlarım gibi bağlayan kızlar ve inatçı hayvanlarıyla, daima öfkeli güneşle, suya hep aç toprakla hayatını idame ettirmeye çalışan insanlar ve geride bırakacağım bütün o benzer manzara, annemi olması gereğinden fazla haklı kılıyordu.
Sonrasında çok diyar gördüm. Bazılarında bu klipteki gibi yerliler, oranın gerçek sahipleri yaşıyordu. Sahiplikleri en önce yerleşmiş olmalarından gelmiyordu, bulundukları toprağa, gökyüzüne, ağaçlara, nehirlere, dağlara bağlılıkları, benzerlikleri ve emsalsiz farklılıklarıydı onları oraya ait kılan. Şarkısına vurulduğum kadın işte bunu keşfetmişti, nasıl yapmıştı bilmiyorum ama köklerde bir yere dokunmayı başarmıştı. Hayranlığımı kazanan ilk kadın ve her şeyin başlangıcındaki ilham kaynağım olmayı da.
Bir yanıt yazın