Karanlığın esir aldığı semada yankılanan ezan sesi, unutulmaya yüz tutmuş küçük sokağın sessiz miğferini deldi. Sokakta nicedir ışığı yanmayan tek katlı evler ve duvarlarında yıllar önce yaşanan depremin derin, unutulmaz izlerini taşıyan, insanın bakmaya korktuğu, iç bulandıran yaralara benzeyen çatlaklar vardı. Bir zamanlar özenle boyanan duvarların sevimli havasını bozan bu yaraların sebebi yeryüzünün kuvvetle sarsılması değil; göçük altında kalan, yardım isteyen insanların onca zaman geçmesine rağmen kulaklarda yankısı kalmış o acı dolu, can çekişen çığlıkları ve sağ kalanların bu çığlıklar karşısında duyduğu çaresizlikti.
Eskisi kadar olmasa da bu sokakta hâlâ hayat vardı. Yaralar sarılacaktı elbet. Ama ne zaman?
Şafak vaktiydi. Güneş yavaş yavaş yükseliyordu. Yol üzerindeki lambalar yanmıyordu fakat bir evin ışığı sokağı az da olsa aydınlatıyordu. Turuncu boyalı evin sokağa bakan mutfağından beyaz ışık süzülüyordu. Küçük parlak ampulün altında sabah sağdığı sütü ısıtan Hazal, mahallenin çok uzağında, şehrin çıkışındaki tekstil fabrikasında çalışıyordu. İşe yetişebilmesi için güneşle birlikte uyanması gerekiyordu. Bütün gün ayakta durmanın verdiği yorgunluktan dolayı bedeni iki büklümdü. Tüm yorgunluğuna rağmen ocağın başında ayakta dikilmiş ve belini tezgâha yaslamıştı. Kaynamasını beklediği sütün beyazlığına dalıp dalıp gidiyordu. Yorgunluk ve uykusuzluğun gözlerine hediye ettiği mor halkalar; genç kızı yaşlı bir kadın gibi gösteriyordu. Yıllar önce yaşadığı deprem, annesinin canını kollarındayken almıştı. Babası ise o felaketten sonra yatağa mahkûm olmuştu. On beş yaşındaki Hazal, bir anda evin hem annesi hem babası olmuştu. Hayatının bir anda altüst olmasıyla ne yapacağını şaşırmıştı ama yaşama isteği ona mücadele gücü veriyordu. Mahallede sağı solu yıkılmış kırık bir iskelete benzeyen ama tamamen yıkılmamış o boş, kimsesiz evler gibi; yıkılmamak için direniyordu.
Babası sırtüstü uzandığı yatağın içinde hiçbir tepki vermeden öylece kıpırtısız duruyordu. Kızının koyu kahverengi saçlarını okşayıp onu teselli edemiyordu. Hazal, babasının yanına oturup ellerini tutuğunda; çaresizliğe dayanamayan adamın ince ince süzülen gözyaşları beyaz şakaklarını ıslatıyordu. Hazal, babasının aksine ağlamıyor, içini umutla besliyordu. Baba ve kız saatlerce hiç konuşmadan birbirlerine bakıyor, odanın içi derin iç çekişlerle doluyordu.
Köpüklenerek kaynayan sütün altını kapatıp bir bardağa boşalttı. Sütün kokusu Hazal’ın içinde güneş gibi yayılıyordu. Ayağındaki naylon terliğin ahşap zeminde çıkardığı sesler eşliğinde babasının odasına doğru yürüdü. Altı yılını yatağa mahkûm geçiren adamın hayattan umudu kesilmişti. Hazal, babasının her geçen gün önünde eriyip gidişini görüyor ve buna dayanmakta zorlanıyordu. Babasının bu kıpırtısızlığına bir türlü alışamıyordu. Yine de her şeye rağmen umutluydu ve babasını bir kerecik de olsa mutlu etmek istiyordu. Fabrikada bir kadınla tanışmıştı. Halden anlayan, iyi birine benziyordu. Doğuştan yürüme bozukluğu olan ve tekerlekli sandalyede yaşam süren bir oğlu vardı. Böyle bir evlada analık etmenin sıkıntılarını anlatıp duruyor, Hazal’ a iç döküyordu. Hazal, dün bir cesaret kadından tekerlekli sandalyeyi babası için bir günlüğüne ödünç alıp alamayacağını sormuş ve kadın da anlayışla kabul etmişti. Babasını altı yıldır sadece camda gördüğü o caddede gezdirecekti. Şimdiden yarın babasına yapacağı bu sürprizin hayalini kurup heyecanlanıyordu. Kim bilir belki çok geçmez, bir tekerlerli sandalye alacak parayı da biriktirirlerdi. Elinde tuttuğu tepside buharı tüten sütün kokusuyla babasına açılan kapının önünde türlü hayallere dalıp gitmişti.
Önünde durduğu kapının kolunu usulca aşağıya indirdi. İçeri girdi. Gözleri kapalı adama doğru gülümseyerek yürüdü. Yüzünde küçük bir tebessümle elindeki bardağı sehpaya bıraktı. Perdeleri açtı. Babasına dönerek “Günaydın baba,” dedi. Ses yoktu. Sıcaklığını kontrol etmek için sütten bir kaşık alıp tattı. Biraz daha ılıması gerekiyordu. Uykusu genelde hafif olan adamın kolunu sakince dürttü.
“Baba. Uyan. Sütünü getirdim.”
Hiçbir tepki alamadığı adamın solgun yüzüne korkuyla bakarak tekrar seslendi.
“Baba?”
Yaşlı adam derin bir uykuda gibiydi. Hazal, babasının gözlerini aralamasını ve her zamanki anlam dolu, derin hislerle ona bakmasını bekledi. Kalbini zorlayan korkuyla başa çıkmaya çalışarak bir süre öylece durdu. Ancak kızın kalbi söz dinlemiyor, yerinden çıkacak gibi atıyordu. Titreyen ellerini önünde hareketsiz duran adama doğru uzattı. İnce parmaklarını adamın bembeyaz kesilmiş yüzünde gezdirdi. Hissettiği soğukluktan korkmuştu. İrkilerek geri çekildi. Tepsideki süt devrilmiş, bir anda her yeri beyaz lekeler kaplamıştı. Hazal’ın nefes alış verişleri hızlanmış istemsizce yutkunuyordu. Nabzını hissetmek için elini adamın şah damarına uzattı. Sessiz damardan elini çekerken; tutunduğu dalın kurumasıyla yere düşen turuncu bir yaprak gibi savrulmuş, uzun zamandır ıslanmamış gözlerinden bir damla yaş düşmüştü.
Bir yanıt yazın