Radyo – Arman Yazan

Hava ölümüne sıcaktı. Güneşin yakıp kavurmadığı köşe bucak kalmamıştı. Kediler meydandaki çeşmenin etrafında dolanıyor, arada bir patilerini suya daldırıp serinliyor, minik dillerini uzatarak su içiyordu. Küçük Hasan, elinde tepsiyle güneşten kaçarak gözüne kestirdiği gölgelerde iki büklüm yürümeye çalışıyordu. Yaşıtlarından hayli uzun, sıska bir çocuktu. Çayları soğutmadan götürmek için acele ediyor fakat diğer taraftan bardakları düşürmekten korkuyordu. Aksi halde Kahveci Yakup’tan o meşhur şamarı yiyecekti.

Köşeyi dönüp kasap Osman’ın çayını bıraktı. Kasap Osman, yine üzerinde hiç yıkanmayan kanlı önlüğüyle ürküttü Hasan’ı. Hasan, et parçalarıyla dolu tezgâhtaki boşları alıp doğruca yandaki bakkala yöneldi. İçeride veresiye kavgası vardı. Hasan kendi borcunu düşünüp irkildi. Ses etmeden çayı bırakıp dışarı süzüldü. Tepsideki son çayı da manav Raşid’e bıraktı. Boşları toplarken gözü tezgâhtaki karpuzlara ilişti. Bir anlığına şemsiyenin altında serin serin duran şu karpuzların yerinde olmak istedi. Karpuz olmak Hasan olmaktan daha kolay, daha rahattı. Kahvehaneye geri döndüğünde içerisi çardak da dahil yine tıklım tıklım doluydu. Öyle ki; sandalye bulamayanlar öte berideki büyükçe taşları üst üste koyup üstüne oturmuşlardı. Sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Taş kavgası edenler, karısından dert yananlar, bir köşeye çekilip uyuklayanlar dahi vardı. Kahvehanenin tıka basa dolu oluşu elbette ki çay sevdasından değildi. Güneşin yanı sıra bir de işsizlik kavuruyordu kasabayı. Kahvehane halkı gün boyu birbirine dert yanıp duruyordu.

Hasan taze çayları masalar arasında dağıtırken diğer taraftan da birbirlerine sesini duyurmak için bağırarak konuşan adamların sözlerine kulak kabartıyordu. “Ah ulan ah, bir oğlum olsa bu halde mi olurdum?” diye yakınıyordu biri. “Bak Bekir efendiye; üç oğlu var, şehre taşındı gül gibi geçiniyor. Biz de burada sürünelim.” Bu sözlerin ardından karşı masadan biri Hasan’ı kolundan tutup lafı söyleyene gösterdi. “Gel sana da bizim Hasan’ı verelim,” diyerek ağız dolusu gülmeye başladı.

Kahveci Yakup “Al hayrını gör. Başlık parasını da kırdığı bardaklara sayarım artık,” deyince kahvehanede kahkahalar yükselmeye başladı.

Bir diğeri ise “Sonra da deli Sultan gelir kahvehaneyi başına yıkar,” diyerek alaya devam etti. “Deli değil. Hanım Sultan onun adı” dedi ağlamaklı ses tonuyla Hasan. Karşıdaki “Senin ninenin hanım tarafı mı kaldı? Hanım Sultan ha? Vay anam!” diyerek kasıla kasıla gülmeye devam ediyor, aynı zamanda elindeki boş bardağı gösterip çay istiyordu.

Hacı Abdullah sesini yükseltip “Ne istersiniz elin gariban çoğundan? Başında ne ana var ne baba. Ayıp yaptığınız yahu,” diyerek konuyu kapatmak istedi. Bu sözlerin ardından Hasan’ın kara gözleri iyice sulanmıştı. Ama ses etmedi. Alışmış sayıyordu kendini.

Hasan adamlardan da lakırdılarından da bunalmıştı. Bir an önce dışarı çıksa da şu hayalini kurduğu radyoyu görseydi; belki o zaman biraz iyi hissederdi. Çok geçmeden beklediği ses duyuldu. Tezgâhtar Veysel çay istiyordu. Hasan bir hışımla çayı kapıp dışarı çıktı. Kahvehanenin karşısında duran tezgâhın önünde durdu. Envai çeşit eşya satılıyordu o tezgâhta. Ayakkabı boyası, makas, nazar boncuğu, tesbih, tarak, çakmak, çakmak gazı, cüzdan, metre, fare zehri ve Hasan’ın daha ismini bile bilmediği onlarca eşya… Ama onun gözü bunların hiçbirini görmüyordu. Yalnızca ona, kömür gibi parlayan o radyoya bakıyordu. Yine ordaydı. Her zamanki yerinde duruyor, sanki Hasan’a selam veriyordu. Hasan, yine hayallere daldı; türküleri pek seven ninesi Hanım Sultan’la radyodan türküler dinlediklerini düşlüyordu. Zaman zaman, radyonun Hanım Sultan kadar çok türkü bilip bilmediğini de düşünmüyor değildi. Ama bunun bir önemi yoktu. Hanım Sultan kim bilir nasıl mutlu olacaktı. Hasan bunları düşündükçe radyo karşısında çaresizliği artıyordu. Derin bir iç çekti. Köyde hemen herkeste olan bu radyo, evi geçindirmekte olan Hasan için epey uzak bir hayaldi.

Akşam ezanına yakın köyün yolunu tuttu. Toprak yolda sallana sallana giden eski, gürültülü minibüsün içi tıklım tıklımdı. Kasabadan beri yola eşlik eden elektrik direklerinin kaybolduğunu görünce köye yaklaştıklarını fark etti. Köye nam salmış belalı çocuklara yakalanmak istemiyordu. Minibüsten indi.

Tepeden indiğinde soluk soluğa kalmıştı. Evin önündeki kuyudan bir kova su çekip kana kana içti. Ardından yüzünü yıkadı. İki numara büyük terliklerini çıkarmadan ayağına da bir tas su çalıp içeri girdi. Derme çatma evin içi karanlıktı. Keskin bir esans kokuyordu içerisi. Belli ki Hanım Sultan yine sandığını açmıştı. Hasan, gaz lambasını açtı, sırtını yün yastığa dayayıp oturdu. Az sonra kolunun altında iki ekmekle Sultan girdi içeri.

Hafif kambur, zayıf bir kadındı. Üzerindeki mor-yeşil motifli elbisesi onu olduğundan daha uzun gösteriyordu. Göz kapakları sarkık, bakışları kederli, kaşları daima mühim bir şeyleri düşünür gibi çatıktı.

“Hacer ekmek pişirmiş. Sıcak sıcak ye diye sana da getirdim” diyerek ekmeği Hasan’a uzattı. Bir yanından da pencerenin önünden kaptığı sofra bezini sermeye çalışıyordu. Soğumasın diye sarıp sarmaladığı bulgur tenceresini çıkarana kadar Hasan ekmeği yarılamıştı bile… Yemekten sonra Hanım Sultan köşede oturmuş, Hasan’ın turuncu gömleğine yama yapıyordu. Hasan, Hanım Sultan’ın ellerine baktı uzun uzun. Çatlamış, üzerinde derin yarıklar oluşmuştu. Gün boyu şeker pancarı toplayan köy kadınlarını ellerinden tanımak mümkündü.

“Büyük tarladan umut yok mu nine?” diye sordu Hasan. Gözlerini o yaşlı ellerden ayırmamıştı. Hanım Sultan, başını dikişten kaldırmadan, omuz silkti.

Hasan, doğduğundan beri bir kere bile yeşil görmemişti büyük tarlayı. Hanım Sultan’ın şifakâr türkülerinin bile fayda etmediği büyük tarlanın kuraklığından kendini sebep görüyordu. Tıpkı annesinin onu dünyaya getirirken ölmesi ve babasının onları terk edişinde olduğu gibi.

Hanım Sultan ayaklarını uzatıp derin düşüncelere dalmış olan Hasan’ı çağırdı. Bu Hasan’ın en sevdiği andı. Başını Hanım Sultan’ın dizine koyar; en sevdiği hikâyeleri, türküleri onun kadife sesinden dinlerdi. En çok; dedesinin ve ninesinin hikâyesini dinlemeyi severdi. Ağa kızı Hanım Sultan’a sevdalanan çoban Ali’nin hikâyesini.

Aradan aylar geçmişti. Eylül kendini iyiden iyiye hissettiriyordu. Sabah ezanıyla uyandı Hasan. Yün yorganın altından kalkıp giyinmeye başladı. Ardından kuyudan çektiği suyu yüzüne çarpıp uykudan tamamen kurtuldu. Sabahın serinliğinden titreyerek yeniden içeri girdi. Hanım Sultan’ın sandığından yaldızlı aynasını çıkardı. Aynanın karşısında siyah saçlarını yana yatırıp eliyle düzeltti.

Hanım Sultan, iki dirhem bir çekirdek hazırlanmış Hasan’ı görünce şaşırdı. Her gün işe ayağını sürüyerek giden çocuk, bugün büyük bir şevk içindeydi. Hanım Sultan anlam veremedi bu hazırlığa fakat üstelemedi de. Her zamanki gibi Hasan’ı işe dualarla uğurladı.

Hasan cebinden bir kese çıkarıp boynuna astı. Yol boyu keseyi eliyle sıkı sıkıya tuttu. Bütün emeği ve hayali o kesenin içindeydi. Aylarca çalışıp dişinden tırnağından artırıp bugünü beklemişti. Bugün, bundan böyle ona ve ninesine yarenlik edecek olan radyosuna kavuşma günüydü.

Cuma günleri kahvehane her zamankinden daha kalabalık oldurdu. Hasan oyalanmadan işine koyuldu. Ne kendisini azarlayıp emirler yağdıran ustasını ne de bağırıp çağıran kalabalığı duyuyordu. Kulağında yalnızca radyonun cızırtılı sesi yankılanıyordu.

Oradan oraya koşturuyor, eliyle habire boynunda asılı keseyi kontrol ediyordu. Günün bir an önce bitmesini hiç bu kadar istediğini hatırlamıyordu. İkindi vakti kahveci Yakup’un camiye gitmesiyle soluğu tezgâhtar Veysel’in yanında aldı. Kendini zengin bir müşteri gibi hissediyor ve böyle bir muamele bekliyordu. “Kolay gelsin usta,” diyerek seslendi. Karşıdan tepki gelmedi. Bu kez yüksek ve kendinden emin bir sesle “Şu radyodan istiyorum. Siyah olanından,” dedi. Tezgâhtar Veysel, Hasan’a dönüp bakmadı. “Sende bu radyoyu alacak para ne gezer Hasan Efendi,” diyerek işini yapmaya devam etti. Hasan kesesini boynundan çıkarıp içindeki parayı gösterdi. Tezgâhtar Veysel şaşkın ve şüpheli bir bakış attı. Parayı alıp tek tek saymaya başladı. Bu esnada Hasan sabırsız, gözünü radyodan ayırmıyordu. Tezgâhtar Veysel, paradan emin olunca radyoyu üzerinde kırmızı kurdele olan beyaz, parlak bir poşete koyup Hasan’a uzattı. Bayramdı bu an. Yeryüzündeki tüm kelebekler Hasan’ın içine doluşmuş, uçuşuyordu. Etraftaki herkesin sevincine ortak olmasını istiyordu. Çatlamış dudakları, gülümseyen ağzı kulaklarına değiyordu. Radyoyu alıp doğruca kahvehaneye döndü. Radyoyu çıkarıp bir müddet öylece baktı. Yeni doğmuş bir bebeği öper gibi narin ve şefkatli bir öpücük kondurdu radyoya.

Sonunda eve gitme zamanı gelmişti. Son masayı sildikten, son sandalyeyi de kaldırdıktan sonra radyosuna koştu. Yol boyu sıkıca tuttuğu poşetini bir an bile bırakmadı. Avuçları terlemiş, elleri kızarmıştı. Ama Hasan’ın düşündüğü tek şey vardı. Gözlerini kapayıp Hanım Sultan’ın sevincini hayal ediyordu. Radyoyu takdim ederken söyleyeceği cümleleri kafasından geçiriyor, heyecandan her seferinde unutuyordu. Kasabadan köye giden yol uzamış gibiydi. Bir türlü bitmek bilmiyordu.

Sonunda elektrik direklerine veda edildi. Köy görünüyordu artık. Hasan’ın heyecanı içine sığmıyordu. Minibüs durur durmaz herkesten önce indi. Ama hesaba katmadığı bir şey vardı. Her daim karşılaşmaktan korktuğu o çocuklar işte şimdi karşısında bir engel gibi duruyorlardı. Gözlerini Hasan’ın poşetine dikmiş, pis pis sırıtıyorlardı. Hasan’ın heyecanı yerini büyük bir endişeye bıraktı. İçlerinden biri; poşeti getirmesini işaret etti. Hasan baştan aşağı titriyordu. Ama radyoyu vermeyi bir an bile düşünmedi. Arkasını dönüp koşmaya başladı. Arkasından gelenlere dönüp bakamıyor, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Nine… Hanım Sultan yetiş!”

Ayağındaki terlikler sağa sola kayıyor, çıplak ayaklarına dikenler batıyordu. Akşam yeli yüzüne vurdukça soluğu kesiliyordu. Elindeki poşet sağa sola yalpalıyordu. Çocuklar ona yetişmek üzereydi. Hanım Sultan, evden çıktı. Bahçedeki kuyuya doğru yürürken Hasan’ın sesiyle tepeye baktı. “Yetiş!” diye bağırıyordu Hasan. Hanım Sultan telaşla yerden kaptığı sopayı alıp tepeye doğru koşmaya başladı. Hanım Sultan’ın geldiğini görünce çocuklardan bir iki tanesi saklandı. Hasan yavaşlamıştı. Titrek bacaklarında derman kalmamıştı. Kafasını kaldırıp yorgun bir tebessümle tepenin altında bekleyen Hanım Sultan’a baktı. Tam bu sırada çocuklardan biri rüzgâr gibi çıkıp kaptı elindeki poşeti. Hasan ne olduğunu anlamamıştı ki çocuğun kaptığı poşet yırtılmış içindeki radyo aşağıya doğru yuvarlanmaya başlamış, paramparça olmuştu. Her bir parçası bir yana dağılan radyonun bir parçası da döne döne savrulup Hanım Sultan’ın ayağının dibinde durdu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Nisan Erdem, Everest Yayınları tarafından yayımlanan “Rüyanın Oltasında” adlı kitabının ardından Yavuz Yavuzer ile söyleşti.

Bağlantı profilde.

@1yavuzyavuzer
@nisan.e
@everestyayinlari
...

Ekibimizin üyelerinden Selnur Güneş, “Yıldızçiyi” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@selnurgunes
...

İlayda Özcan, “İlgili Edebiyatla” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@ilaydaa.ozcn
...

Senem Balaban, “Zavallı Yalnız Bilgisayar” isimli yeni öyküsüyle Yazı-İşleri’nde.

Bağlantı profilde.

@sen_emba_laban
...

Atakan Boran’ın yeni öyküsü “Eski Güzel Günler” Yazı İşleri’nde.

Bağlantı profilde. 📌

@atakanboran1
...

Tuğrul Karataş, “Kanlı Batak” isimli öyküsüyle Yazı-Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@tugrulkaratas
...

Gamze Güller, Everest Yayınları’ndan yayımlanan Zürafanın Bildiği kitabının ardından Yavuz Yavuzer ile söyleşti.

Bağlantı profilde.

@gamzegullergg @1yavuzyavuzer @everestyayinlari
...

Uğur Demircan “Masal” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

Fotoğraf: Aydın Akburak
...

Sudenaz Kahraman, “Kül” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@sudenazzkahraman
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin son öyküsü “Bakkalın Oğlu” Sümeyye Batur’un kaleminden Yazı İşleri’nde.

@spslslsmy

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin üçüncü öyküsü “Mavi Güneş” Enes Yazan’ın kaleminden Yazı İşleri’nde.

@enesyazan_

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin ikinci öyküsü “Süt” Azra Ertek’in kaleminden Yazı İşleri’nde.

@azrertk

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin ilk öyküsü “Radyo” Arman Yazan’ın kaleminden Yazı İşleri’nde.

@armanyazan_

Bağlantı profilde.
...

“Merhaba, ben Füruzan…”

Murat Uğurlu’nun kaleminden, üç uzun yaz ikindisinde yolunun kesiştiği Füruzan’a veda mektubu “Benim Füruzanlarım” Yazı İşleri’nde.

“İnsan olmak böyle bir şey midir acaba? Beşikten mezara upuzun, harcıâlem, manasız bir huzursuzluk…”

Bağlantı profilde.

@murat.vesaire
...

Van’da genç yazarlara, “Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak” isimli bir atölye veren Serpil Canalan bu yolculuğunu “Bir Çizgili Defter Meselesi” yazısıyla kaleme aldı.

Bağlantı profilde.

@serpilcnln
...

Mehmet Can Şaşmaz, “Ceza” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@mehmetcansasmaz
...

Ahmet Erkam Saraç, “Sakın Efsane Söyleme” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@aerkamsarac

Bağlantı profilde.
...

Oğuz Dinç, “Herkesin Derdi Kendine” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@oguzdinc_official

Bağlantı profilde.
...

Dilara Ulu, “İzafi Mesele” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@dileabag

Bağlantı profilde.
...

Mehmet Can Şaşmaz, “Ödül” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@mehmetcansasmaz
...

Bu hata mesajını yalnızca WordPress yöneticileri görebilir
Hata: Erişim Tokeni geçerli değil veya süresi sona ermiş. Akış güncellenmiyor.

Yazı İşleri


Künye

Yayın Yönetmeni

Murat Çelik


Yayın Kurulu

Duygu Değirmenci

Elif Yeşilkaya

Eris İnal

Fırat Yılmaz

Gülcan Ayral

Hatice Tosun

Müge Oskay

Salihcan Sezer

Tolga Esat Özkurt

Yavuz Yavuzer

İletişim

[email protected]

Press ESC to close