
Nihayet hava serinlemişti, rüzgâr nazlı da olsa arada bir esiyordu. Mustafa, damda uzanmış hayran hayran yıldızları seyrediyordu. Madem gökyüzüne serpilmiş bereketli yıldızlara bakmakla uzanamıyordu, hiç değilse sayarak parıltılarını biriktirebilirdi. Akşamdan bu yana yüz elli iki tane yıldız saymıştı. Bazı yıldızlar yanıp söndüğü için kafası karışıyor, tekrar baştan saymaya başlıyordu. En büyük olanlar ve en parlak olanlar diye ayırıp saymaya devam etti. Bir de sadece Mustafa’nın gördüğü, ona ait olduğunu derinlerinde hissettiği yıldızlar vardı. En çok onları saymayı seviyordu. Bu yıldızlar ışıltısıyla insanı kendine hayran bırakan, baş döndürücü parlaklığıyla başka türlüydüler. Mustafa, başını damdan aşağıya sarkıtıp Şadiye’ye baktı. Şadiye, serin akşamdan istifade, etrafına sivri sineklerin üşüştüğü birkaç gaz lambasının altında Mustafa için yine güzel bir yorgan dikiyordu. Parlak, kırmızı bir kumaşla kaplıyordu mis gibi beyaz yorganın yüzünü. Mustafa uzun ve sıskaydı. Şadiye’nin diktiği yorganlar ona ya kısa geliyor ya da zayıf olduğu için içinde kayboluyordu. Ana oğul birbirlerine tebessüm ettiler. Mustafa, yeniden başını gökyüzüne çevirdiğinde gözüne parlak bir ışık yansıdı. O ışık Mustafa’yı Alaca’nın kaybolduğu o lanet güne götürdü.
Alaca sadece evin bereketi, sütü, aşı değildi. Mustafa’nın en has arkadaşıydı. O gün güneş ortalığı kasıp kavuruyordu; öyle ki rüzgârlar bile sıcak esiyordu. Alaca’nın sıcaktan sütü kesilmiş, dört meme buruşmuş, uçları kurumuştu. Nicedir kurak bir toprak gibi yerde yatıyordu. Şadiye bir oraya bir buraya koşturuyor, tek geçim kaynakları olan Alaca’yı yaşatmak için çabalıyordu. Önüne hem kuru hem taze otlar seriyor; “Hadi Alacam, hadi anam babam, hadi benim güzel kızım, ye, iç de memen kaynasın güzelim,” diye sesleniyor ama Alaca bir türlü yakarışlara, bu tatlı sözlere yanaşmıyordu. Mustafa çeşmeden kovalarla su getirip Alaca’yı serinletmeye çalışırken ter içinde kalıyor, taşıdığı onca su Alaca’yı serinletmeye, marazını iyileştirmeye yetmiyor, tepeye yükselen güneş Mustafa’yı bitap düşürüyordu.
Ertesi sabah Mustafa, büyük bir kararlılıkla Alaca’yı boynuzlarından tutup sırtını sıvazladı. Zar zor da olsa yola koydu. Alaca’yı Van denizinin kıyısına götürüp serinletecek, içindeki kuraklığı denizin suyuna bırakacaktı. Denize doğru düşe kalka yürüyorlardı. Denizin uzakta belli belirsiz seçilen karşı kıyısından yaklaşmakta oldukları kıyıya vuran çöpler adeta bir yol oluşturmuştu. Plastik şişeler, karton kutular, dev varil bidonları, araba tekerleği, çöp poşetleri, bebek bezleri ve daha nice çöp; derin çukurlarda, gün görmez yerlerde lağım kokulu yığınlara dönüşmüştü. Bu yığın kuleleri Mustafa’nın bu köyde en sevdiği yerdi. Ayakkabılarını bataklığa kaptırmamak için çıkarır, kötü kokusuna aldırış etmeden yalınayak koşardı burada. Kocaman, rengârenk çöp poşetlerini didik didik eder; muhakkak işe yarar bir şey bulur ya da bulduğu şeyleri işe yarar hale getirirdi. Balık ağından hamak, cam şişelerden gaz lambası, hatta Alaca için çıngırak bir boyunluk bile yapmıştı.
Deniz kıyısından suya doğru ilerledikçe; Alaca boynuzlarıyla önüne çıkan yığınları karıştırıyor, bulduğu şeyleri ağzına atıp geviş getiriyordu. Mustafa, ağzından çöp poşetlerini zor bela alıyordu. Denizin boylandığı kısımlarda çöpler; kayalara ulaşıyor, kahverengi köpüklerle tekrar geri dönüyordu. Sanki su; bir inek gibi boğuk boğuk homurdanıyor, dalga sesleriyle içini kayalıklara döküyordu.
“Tıpkı nefes almaya çalışan bir insan gibi,” dedi Mustafa kendi kendine. Ufka doğru baktı. Denizin en güzel maviliği neredeyse beş yüz metre sonra başlıyordu. Yakından hiç görememişti o maviyi. Hiç göremeyecekmiş gibi umutsuzca başını çevirdi. Alaca’yı serinletmek için daha temiz bir yer aramaya koyuldu. Birkaç çöp poşeti dışında sazlıklar temiz görünüyordu. Alaca’nın boynuzlarından tutup bu kez sazlığa doğru yürüdü. Sazlıkların arasından, çamura bulanmış martılar çığlık çığlığa uçuşuyordu. Mustafa, ayakları çamura bata bata, son bir gayretle Alaca’yı denize sokmaya çalıştı. Kahverengi köpüklü dalgalar Alaca’nın kara toynaklarının dibinde bitti. Alaca ferahlığı hissetmeye başlamış, yavaş yavaş kendini serin sulara bırakmıştı. Evdeki solgun halinden eser kalmamıştı.
Derin bir oh çekti Mustafa. Üzerindekileri çıkarıp denize girdi. Biraz serinlemek onun da hakkıydı. Cılız bedeni hemen suyun üstüne çıkıyor, adeta bir kıyafet gibi suyun üzerinde salınıyordu. Avuçlarıyla Alaca’ya su sıçratıp serinletmeye çalışıyor, onunla oynuyordu. Alaca arka ayaklarıyla çifte atıp Mustafa’ya karşılık veriyordu. Gülüyordu Mustafa. En çok burada, Alaca’yla beraberken gülüyordu. En iyi arkadaşının serinleyip rahatladığını görünce daha da mutlu oluyordu. Denizden çıkıp bir süre çakılların üzerinde oturdu. Denizi seyretti. Güneş yavaş yavaş batıyor, gökyüzü kızıla boyanıyordu. “En azından gökyüzü mavi ve bundan mahrum değiliz, öyle değil mi Alaca?” dedi Mustafa. Alaca sorusuna cevap verircesine “Mööö” diye uzunca haykırdı. Mustafa gülümsedi, kıyafetlerini giymeye koyuldu. O sırada gözüne bir ışık yansıdı. Denizdeki kırık cam şişelerinden birinin parıltısı olduğunu düşündü. Kıyafetlerini giydikten sonra Alaca’yı denizden çıkarmak için seslendi. “Alaca, hadi çık artık. Gitme vakti,” Az önceki tuhaf ışık tekrar Mustafa’nın gözüne yansıdı. Parlak ve mavi bir ışıktı bu.
Gökteki o muhteşem yıldızlardan biri yolunu şaşırıp yere düşmüş gibiydi. Mustafa bu fikirden, bu hayalden büyülenmiş gibi bakıyordu o mavi ışıltıya. “Mavi güneş” diye fısıldadı. Sonra söylediğine şaşırdı. Sanki o söylememişti de kulağına fısıldamışlardı. Merakına yenik düşüp ışığın yansıdığı tarafa doğru yürümeye başladı. Arkasında bıraktığı Alaca’ya dönüp “Alaca hatun, sakın bir yere kaybolma geliyorum,” diye seslendi. Alaca, sağrısına kadar suya inmiş, gözlerini denizin ufkuna dikmiş öylece duruyor, suyun tadını çıkarıyordu.
Mustafa o büyülü mavi güneşe doğru yürüyor, ama bir türlü yaklaşamıyordu yanına. O yürüdükçe ışık denizde oradan oraya hareket edip kayboluyor, bir yıldız gibi durmadan başka bir yerde beliriyordu. Mustafa, elleriyle gözlerini ovuşturduktan sonra ışığa bir kez daha baktı. Bu sefer daha yakından parıldıyordu. Işığa doğru koşmaya başladı. Yanına vardığında parıldama birdenbire kesildi. Deniz kirli olduğu için neyin parladığını göremiyordu. Çöp poşetlerini ve karton kutuları alıp başka tarafa attı. Su kirli ve bulanıktı. Ellerini denize daldırıp cismi aramaya başladı. Önce bir plastik kutu geldi eline. Birkaç çöp poşetinden sonra daha sert bir cisim…İçi merak ve heyecanla doldu. Kalbi güm güm atıyordu. Cismi denizden çıkardı. Mavi güneş; yuvarlak bir parfüm şişesinden başka bir şey değildi…Yıkılmıştı Mustafa. İçindeki heyecan ve merak, yerini koca bir hayal kırıklığına bırakmıştı. İçinde sert, keskin rüzgârlar esiyordu şimdi. Parfüm şişesini denize doğru öfkeyle fırlattı. Şişenin denizde oluşturduğu halkalar Mustafa’nın ayaklarında bozuluyordu. Son halka da kırılınca geriye dönüp yürümeye başladı. Birden ayağına bir şey takıldı ve acıyla inledi. Önce ayağına baktı. Çok hafif kanıyordu. Sonra eğilip neye çarptığına baktı. Taşların arasında sıkışıp kalmış, içinde yan yatmış, birkaç yeri kırık bir prensin olduğu küçük bir müzikli kar küresiydi bu. Küreyi eline alıp kurcaladı. Cam yuvarlağın altındaki dişi çevirince bir anda bir müzik başladı. Mustafa korkudan sıçradı. Elindekini panikle fırlattı. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Dokunaklı bir melodiyle müzik devam ediyor, küre rengârenk ışıklarla doluyor ve içindeki kırık prens tepetaklak durmadan dönüyordu. Mustafa o ışığı, mavi güneşi bulmuştu. Mavi güneşin ışıkları Mustafa’nın gözlerine yansıyordu. Küreyi eline alıp baktı. Bir hediye gibi kollarıyla sarmaladı. Etrafındaki çöp yığınları, o iğrenç kokularıyla bir anlığına da olsa kaybolmuştu. Mustafa sevincini haykırmak, paylaşmak istiyordu. “Alaca,” diyerek ileriye doğru seslendi. İlk Alaca’yla paylaşacaktı. Alaca’dan epey bir uzaklaşmıştı. Görünmüyordu. Var gücüyle Alaca’ya doğru koşmaya başladı. Sazlıklara vardığında Alaca’yı göremedi. “Alacaaa!” diyerek etrafına seslendi. Yoktu. Tedirgin olmaya başlıyor, mutluluğunun yerini yavaş yavaş korkular sarıyordu. Ayakları titriyordu. Gözlerini uçsuz bucaksız denizde gezdirdi. Yığınların arkasında martılar uçuşuyor, ancak Alaca’dan tek bir iz yoktu. Deniz bir yorgan gibi Alaca ile güldüğü, oynadığı yerin üstünü örtmüştü. Durgun ve kıpırtısızdı. Mustafa, kendini yere bıraktı. Ayakta duracak hali yoktu. Elindeki küre yere düşüp denize yuvarlandı. Birkaç saniye halkalandıktan sonra kıpırtısız denizin sessizliğinde o da kayboldu.
Mustafa ağlamak istiyor ama ağlayamıyordu. Deniz onun ve kaybolan her şey için yeterince ağlıyordu. Ne mavi güneşi ne yıldızları ne de müzikle parlayan o küreyi istiyordu Mustafa. Sadece Alaca’yı istiyordu.
ENES YAZAN
Bir yanıt yazın