Sarkaç – Abdullah Karakaya

“Hadi lan.” Uyandı. Gözlerini açmasıyla şakakları uğuldamaya başladı. Zemheri, geceden sarkıp her yeri kuşatmış, yakaladığı her zerreyi donduran kırağı yattıkları yerin etrafını tülleriyle sarmıştı. Uçlarındaki parıltılarla biraz daha korkunçlaşan sarkıtlar, boş kuş yuvaları, kısırlaşmış toprak ve dalların ucunda hevesini yitirmiş bahar… Havada asılı duran buzdan kristalinin güzelliğine dalıp giden kış dünyayı unutmuş gibiydi. Kristalden saçılan ışık değdiği her şeyi usulca derin bir uykunun kollarına bırakırken tüm dünya sessiz ve soğuk bir cehenneme dönüşüyordu. Kalkıp uzaklaşan Abi’nin adımlarını duydu. Keyifsizce homurdanırken uyuşmuş vücudunu uzun uzun gerdi yattığı yerde. Karıncalanan parmak uçlarını, tutulan sırtını ve oynattıkça kütürdeyen omuzlarını. Abi’nin kışın onlara inat bitmek istemediğinden başlayıp türlü sızlanmalara varan laflarının arasındaki kahvaltıyla aklına gelen açlık, şakaklarındaki uğultuyu daha beter hale getirince kalktı. Hızlıca karton arası sünger yatakları topladı. Sessiz kurallar gereği bu iş küçüğündü. Aslında böyle bir yeri bir daha nereden bulabileceklerini düşünüp ürperdiğinden kuralları gözeten tanrıyı gücendirmemek için yaptığını kimse bilmezdi.

Defalarca dövülüp kovuldukları, önünden geçmelerine bile izin verilmeyen dükkânın sahibi çıkıp gelmişti bir gün. Gece bekçisi ve son zamanlarda artan hamal yevmiyelerini bilmediklerinden gece kalabilecekleri bir yer teklifinin sonrasını dinlememişlerdi. Uzun süre sonra bir çatının altında uyuyabilme hayali depo girişinin önüne serili kartonlara rağmen yetmişti onlara.

Oyalanmadan üvey anneleri şehrin kollarına bıraktılar kendilerini. Onlardan esirgediğini bulabilmek umuduyla. Sokak aralarını geçip ana caddeye attıkları ilk adımla sabah ayazı iliklerine kadar işledi. Aralarından ıslığıyla süzülüp geçerken arkasında birkaç sokak kedisi, uçuşan yırtık poşet, kimi sönmüş kimi hâlâ yanmaya devam eden sokak lambaları bırakmıştı. Güneş gri bulutların arasından, şehir sıcak yatağından çıkmak istemiyordu sanki.

İşlerini erken bitiren çöpçüler sabahın diğer müdavimleriyle beraber meydana çıkan köşedeki kahvenin sobasının etrafındaydılar. Onları görüp “Kahveye gidelim mi?” derken yönünü çoktan kahveye çeviren Sarı hızlanmıştı. İki basamaklı girişi zıplayarak geçmiş, dışarıda sigara içen birkaç kişiyi çekinerek selamladıktan sonra içeri girmişti.  O girmedi kahveye. Kesseler girmem diyordu. Geçen sefer etrafı süpürmelerine karşılık çay diye anlaştıkları kahveci her tarafı temizletmiş, yorgunluktan yığılıp kaldıkları köşede önlerine soğuk çayı bırakmıştı. İtiraz edecekken Sarı araya girmiş, üstüne kahvecinin dalga geçmesine katlanmak zorunda kalmıştı. Bekledi soğukta. Elleri ceplerinde, ısınmak için ayak uçlarında yaylanarak. Kahvenin kapısında tekrar gözüken Sarı, gel diye işaret yaptığında hırsla dudağını ısırdı.

Sarı’nın gerçek abisi değildi. Sokakta birbirlerini buldukları gece almıştı bu lakabı. Evden kaçmıştı. Anasının ölümünden sonra iyice azıtan babasını yeter dediği bir gece öldüresiye dövmüş, arkasına bile bakmadan çıkıp gitmişti. Sarı ise yetimhaneden kaçmıştı. “Olmadı Abi.” demişti. Sözünü de bir daha açmamıştı yetimhanenin. Safçaydı Sarı. Seviyordu hayatı. Açlıktan halsiz düştükleri zaman hava güzelse yokuşun bitimindeki büyük parkın çimlerine uzanır, maviliğe dalıp hayallerini anlatırdı. Anlattıkça coşar, sonuna doğru mutluluktan mest olurdu. Dinlediği hayallerin imkânsızlığını bildiği halde bozmazdı Sarı’yı. İçinde kötülük yok tek zararı kendine diye düşünürdü.

İçeri girer girmez kahveye sinen ekşi koku burnunu sızlattı. Üst kısımları yarım daire şeklinde buzlu camla çevrili ocaktan buharlar yükseliyordu. Masaların üstünde ters duran sandalyeleri yerleştiren Sarı “Abi bunlar bende. Sen de dışarıdaki odunları çekersen çayımız hazır.” dedi. Öylece kaldı. Bu kadar çabuk mu diye söylenirken hissettiği fakat tarif edemediği kötü bir şey yayılıyordu ortalığa. Sıktı dişlerini. Durumu fark eden Sarı koluna girip kaç gündür sıcak bir şey içmediklerini hatırlatınca soba için hazırlanmış odunları bildiği tüm küfürlerle beraber keletire doldurup sırtına aldı. İşini bitirip yerine geçtiğinde kahvecinin bıraktığı çaya dokunmamış, Sarı’nın bitmiş çayını görünce kafasını sallamıştı. Sarı çocuk sevinciyle çaya uzanırken duyduğu sesin sonrasında olanları kahveden çıkıp ayaz yüzüne vurunca anlayabilecekti. Kahveci, Abi’siyle geçen sefer kaldığı yerden devam etmeye çalışınca kafasına gelen sandalyeyle yere yığılmıştı. Bunun üzerine Abi’nin üzerine çullanan çıraklardan Sarı da nasibini almış Bekçi Dayı’nın yetişmesiyle güç bela çıkabilmişlerdi kahveden.

Zamanının azılılarından ve uzun süre kanunla arası iyi olmayan, yıllarca çektiği mahpusluktan, yattığı nezarethanelerden ve yediği dayaklardan akıllanmayan Bekçi Dayı. İflah olmaz artık dendiğinde baba komiserin bundan sonra buraları senden bilirim demesiyle o gün fahri bekçiliğe yükselen mahallenin ağır abisi. Eskilerin bildiği, yenilerin pek kulak asmadığı namını taşımaktan bir an bile usanmayan tövbekâr.

Abi kan revan içinde gülümsüyordu. Yürüdükçe soğuk iyi gelip kanı kesmiş, ağrılarını hafifletmişti. Bekçi Dayı yanında babacan tavırla bir şeyler anlatırken göz ucuyla Sarı’ya baktı. Silindi gülümsemesi. Böyle mi koruyup kollayacaktı onu? Girdiği kavgalara ortak ederek mi sahip çıkacaktı? Bir çaylık sabrı yok muydu onun için?

Durmaksızın salınan, ayarı kaçık bir sarkaca benziyordu hayatları. Bazen bir anlığına mutlu ederken bazen günlerce aç bırakırdı. Kısacık hayalleri sonu gelmez umutsuzluklara çıkarır, varlığın yüzünü göstermeden hiçliğin kucağında salınıp dururdu.

Öndekileri başlarda şaşkın, zaman geçtikçe gönülsüz takip eden Sarı çayı aklından çıkaramadığına utandı. Abisi dayak yemişken onun aklı hâlâ kursağındaydı. Sövdü sonra. Garibanlığa. Açlığa. Eline geçirdiği herkesi eşitleyen, tüm insanlığı yüzyıllardır yüklenmeye çalıştığı erdemlerinden bir anda sıyırıp alabilecek açlığa. En çok da her seferinde mutluluğunu kursağında bırakan talihe.

Bekçi Dayı’nın konuşması bitmesine rağmen nereye gittiklerini bilmeyen üç adam sessizce ilerlemeye devam etti. Belki atılan her adımla, geçilen her sokakla çözülemeyen düğümleri geride bırakıp varacakları yerde huzur bulabileceklerdi. Belki de yüzyıllardan beri bilinen ama bulunamayan başka dünyaların kapısına uzanan patikayı bulmuşlar ve her şeyi geride bırakmalarına birkaç adımları kalmıştı.

Hayatla hesabını yıllar önce bitiren Bekçi Dayı kafaları önde diğer ikisinden ayrılarak bakkala yöneldi. Veresiye alışkanlığıyla hızlıca poşeti doldurdu. Konuşmasına fırsat vermediği bakkalın pis bakışlarını geride bırakıp dışarı çıktığında yolun karşısındaki evini gösterdi.  Muşambaların yetmediği yerlerin mukavvayla kapandığı, içinde bir iki parça eşyanın olduğu cılız çiğ bir ışıkla aydınlanan tek göz baraka.

Her üçüne de içerisi daha soğuk gelmişti. Alışık oldukları nem karşıladı onları. Üzerine konduğu her şeye yapışkan bir ıslaklık verirken genizleri yakan nem. Poşeti gördüğünden beri keyfi yerindeydi Sarı’nın. Girer girmez yatağın ucuna ilişip kahvedeki çocuk heyecanıyla beklemeye başlamıştı. Bekçi Dayı poşetten çıkardığı şarabı açmaya çalışırken Abi’ye teneke kovayı gösterdi. Günü kurtarmalık birkaç kırık tahta ve talaş. Şişenin dibindeki kolonyayı boca edip kibriti çaktıktan sonra Bekçi Dayı’nın uzattığı şaraptan ilk yudumu aldı.

Çok geçmeden içerisi yumuşamıştı. Bekçi Dayı evlenip gittikten sonra bir daha arayıp sormayan hayırsız oğlundan bahsediyordu Sarı’ya. “Kendinden kaç yaş büyük, bir de çocuğu var!” derken ellerini daha bir hırsla sağa sola sallıyordu. “Bir de izin mi verecektim! Küserse küssün,” dedikten sonra durdu. Boğazına oturan yumru gözlerinden buğulanarak çıkınca devam etti. Yaşlı adamın ağız hareketlerini izleyen Sarı’nın şakaklarındaki uğultu küfe çalan nem kokusuna karışan şarapla hafiflemişti. Kulağında bambaşka sesler. Bir gün daha diyordu. Bir gün daha. Aptal bir tebessümle biraz daha yayıldı olduğu yere.

Arkasındakileri duymayan Abi’nin bakışları saplanıp kalmıştı önündeki tenekeye. Yavaşlayan zaman, dışarıda uluyan kış ve boğuklaşan sesler yerlerini kızıl uçları is karasına dönen alevlere bıraktı. Tenekeden yükselen alevler kudretli bir şeyin önünden kaçışırcasına kayboluyorlardı.

Tanrılardan çalınan o kutsal ateşin alevleri. İnsanoğlunun evcilleştirip kutsallığını bozduğu. Uğruna kartallara her gün kurban verilen. Tarihin başlangıcı. Kaf dağının asıl sürgünü. İnsana sadece hayatı değil ötesini de sunan ateş.

Saplanan bakışlarından sıyrılıp gözlerine yerleşti ateş. Konuşmaya başladı. Diğerleri duymadan hatta yeryüzünde başka hiçbir canlı duyup anlamadan. “Ama önce anlaşma,” dedi. Abi her anlattığına karşılık alırken ateş her şeyin sonunda. Karşı taraf itiraz etmeksizin.

Tutuk başladı Abi. İçinde birikenleri çıkarmaya yetmiyordu ağzı. Kocaman bir balonun iğne deliğinden boşalmasına benzer uzunca tısladı. Daha fazla bekleyemeyen ateş gözlerinden ruhuna aktı. Fısıltıları takip ederek ulaştı Abi’nin derinlerine. Tıslaması kesilince koluna girip terk ettiği evine götürdü. Genç kızken gelin gelip birkaç sene içinde dayaktan yaşlanıp çöken anasını gördü. Oğlundan kaçırdığı hıçkırıklarını içine gömen anası artık ağlamıyordu. Yaklaştı oğluna. Yüzünü okşayıp bağrına bastıktan sonra el ele çıktılar evden. Kapı arkalarından kapanırken horultuların duyulduğu odada belirdi ateş. Sonra sardı tüm evi. Devam ettikçe sesi yükselen çıtırtılara babasının çığlıkları karışıyordu.

Yetimhaneye geçtiler sonra. Ranzaların arasında tanıdı onu. Sarı’ydı bu. Ürkek etrafa bakınırken büyükçe bir el tutup götürdü. Döndüğünde battaniyesinin altına girip defalarca sıçradığı uykusuna daldı küçük Sarı. Ertesi gün diğer çocuklar çıkıp geldi. Keyfine. Kahkahalarla. Çocuklar dağılırken büyükçe el yine gelmişti. Abi’nin hayır demek için ileri atılmasına fırsat vermeyen ateş adamın gözlerini dağladı. Acılar içinde kıvranan adamdan kurtulan Sarı açık kalan kapıdan kaçıp gitti. Yetimhanenin yanık kokan koridorlarından çıkıp gelen ateş bu sefer yattıkları dükkânın önüne bırakmıştı Abi’yi.

Çok aç oldukları o güne. Artanları sormak için yanaştığında karnına yediği tekmeyle nefessiz yığılıp kaldığı kaldırıma. Etrafından dolaşıp yoluna devam eden insanlara bakarken Sarı’nın çaresiz boş ver’lerine.  Ateş devam etmeleri için elini sırtında gezdirirken karton arası sünger yataklarından sıçrayan kıvılcımlar iki büklüm yattığı kaldırımda büyük gölgeler oynatmaya başlamıştı.

Devam ediyordu yolculukları. Artık düşünmek için uğraşmıyordu. Bırakmıştı kendini ateşin ruhundaki acı hasadına.

Geldikleri yeri görünce durakladı. Birkaç saat önce ortalığı birbirine kattığı kahveydi burası. Yılışık suratlı kahveci kapıda gözüktüğünde hiç uzatmaya gerek yok dercesine ateşe baktı. Derin bir nefesle yükselen ateş tüm ihtişamıyla yağmak üzereyken kaldırdı elini Abi. Çok önemli bir şeyi son anda hatırlamanın heyecanıyla. Kahvenin etrafını gösterirken alevlerin arasında kalan akrebin kendini sokmasını izlemek istiyordu.

İsteğini söyleyip bir adım geri çekildi. Yağmaya başlayan ihtişamla kamaştı gözleri. Bir ara aklını sisler içinde bırakan közleri gördü. Ruhunun sönmek bilmeyen közlerini. Koparıp ateşin avcuna bırakınca rahatladı. Geçti tutukluğu. Hatta ateşe rağmen başıboş yakaladığı alazları kahvecinin acı yakarışlarını örtmesi için tekrar içeri gönderecek kadar. Buharlar ocaktan değil duvarların üstünden yükseliyordu artık. Masalar, sararmış uçlarıyla perdeler ve acımasız kızıllığın karaladığı camlar.  Ama en garibi ahşap sandalyelerdi.  Üstlerindeki alevlerle garip işkence aletlerine benzemişlerdi.

Bu sefer o sürükledi ateşi. Üvey annelerinin kucağına. Kimi zaman günlerce aç, kimi zaman korku içinde, çoğu zamanda umutsuzca gezindikleri, tüm sesler keyifle birbirine karışıp göğe yükselirken sadece kendi seslerinin duyulmadığı sokakların sahibine. Tereddütle baktığı Abi’nin gözlerindeki parıltıyla şaşırdı. Ama anlaşma anlaşmaydı. Yuttu ateş sokakları ve sadece onların seslerini geride bırakarak diğer sesleri. Ayazın acı ıslığı son kez duyuldu. Arkada kalan kediler, eriyip kaybolan sarkıtlar, boş kuş yuvaları, buzdan kristaliyle kış hatırlanmayacaktı bir daha. Abi ilk defa orada gördü kendilerinden esirgeneni. Yanıp kavrulmuş haliyle. “Keşke” döküldü dilinden.

Tüm şehir diğerleri gibi küle döndü. Ateşin sormasına kalmadı. “Bitmedi” dedi. “Diğerleri var sırada. Dipsiz bir çukurmuşuz gibi düşmemek için etrafımızdan dolanan diğerleri. Ötekiler kadar alevlerini hak edenler. Sonrasında da o. Bunların hepsini yaşatan, tüm her şeyin sorumlusu,” derken odada buldu kendini. Saplı kalan bakışların başlangıcında.

Tenekenin kenarında oturuyordu ateş. Haylaz çocuklar gibi ayaklarını sallarken ona bakıyordu. Sıra anlaşmanın diğer kısmındaydı. Konuşulacak bir şey yoktu.

Tanrılardan çalınanın bir bedeli vardı. İnsanoğlu sadece çaldığı için değil kutsallığını da bozduğu için ödemek zorundaydı bunu.

Tenekeden atlayan ateş Bekçi Dayı’nın arkasına dolandı. Abi’nin korku dolu bakışları arasında kapının yanındaki tahta parçalarından başladı fısıltılarına. Ardından uzanıp Sarı’nın yattığı döşeği sardı. Bekçi Dayı duman içinde çoktan kaybolmuştu. Belki de o sabah yarıda bıraktığı tatlı düşünün devamını gören Sarı küllere karışırken öylece olan biteni izleyen Abi gördükleriyle aklını kaçırdı. Barakayı saran alevler ayak uçlarını yakalayıp yukarılara çıkmak üzereyken sıçrayıp uyandı.

Uyku sersemi korkuyla etrafına bakarken döşeğin üzerinde sızan Sarı’yı, kafası arkada ağzı açık uyuyan Bekçi Dayı’yı ve sıcaklıkla kora dönmüş tenekeye değen ayaklarını gördü. Kendini geriye atıp rahat bir nefes verirken Sarı’yı dürtüp uyandırdı. “Hadi lan.”

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Nisan Erdem, Everest Yayınları tarafından yayımlanan “Rüyanın Oltasında” adlı kitabının ardından Yavuz Yavuzer ile söyleşti.

Bağlantı profilde.

@1yavuzyavuzer
@nisan.e
@everestyayinlari
...

Ekibimizin üyelerinden Selnur Güneş, “Yıldızçiyi” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@selnurgunes
...

İlayda Özcan, “İlgili Edebiyatla” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@ilaydaa.ozcn
...

Senem Balaban, “Zavallı Yalnız Bilgisayar” isimli yeni öyküsüyle Yazı-İşleri’nde.

Bağlantı profilde.

@sen_emba_laban
...

Atakan Boran’ın yeni öyküsü “Eski Güzel Günler” Yazı İşleri’nde.

Bağlantı profilde. 📌

@atakanboran1
...

Tuğrul Karataş, “Kanlı Batak” isimli öyküsüyle Yazı-Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@tugrulkaratas
...

Gamze Güller, Everest Yayınları’ndan yayımlanan Zürafanın Bildiği kitabının ardından Yavuz Yavuzer ile söyleşti.

Bağlantı profilde.

@gamzegullergg @1yavuzyavuzer @everestyayinlari
...

Uğur Demircan “Masal” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

Fotoğraf: Aydın Akburak
...

Sudenaz Kahraman, “Kül” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@sudenazzkahraman
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin son öyküsü “Bakkalın Oğlu” Sümeyye Batur’un kaleminden Yazı İşleri’nde.

@spslslsmy

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin üçüncü öyküsü “Mavi Güneş” Enes Yazan’ın kaleminden Yazı İşleri’nde.

@enesyazan_

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin ikinci öyküsü “Süt” Azra Ertek’in kaleminden Yazı İşleri’nde.

@azrertk

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin ilk öyküsü “Radyo” Arman Yazan’ın kaleminden Yazı İşleri’nde.

@armanyazan_

Bağlantı profilde.
...

“Merhaba, ben Füruzan…”

Murat Uğurlu’nun kaleminden, üç uzun yaz ikindisinde yolunun kesiştiği Füruzan’a veda mektubu “Benim Füruzanlarım” Yazı İşleri’nde.

“İnsan olmak böyle bir şey midir acaba? Beşikten mezara upuzun, harcıâlem, manasız bir huzursuzluk…”

Bağlantı profilde.

@murat.vesaire
...

Van’da genç yazarlara, “Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak” isimli bir atölye veren Serpil Canalan bu yolculuğunu “Bir Çizgili Defter Meselesi” yazısıyla kaleme aldı.

Bağlantı profilde.

@serpilcnln
...

Mehmet Can Şaşmaz, “Ceza” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@mehmetcansasmaz
...

Ahmet Erkam Saraç, “Sakın Efsane Söyleme” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@aerkamsarac

Bağlantı profilde.
...

Oğuz Dinç, “Herkesin Derdi Kendine” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@oguzdinc_official

Bağlantı profilde.
...

Dilara Ulu, “İzafi Mesele” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@dileabag

Bağlantı profilde.
...

Mehmet Can Şaşmaz, “Ödül” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@mehmetcansasmaz
...

Bu hata mesajını yalnızca WordPress yöneticileri görebilir
Hata: Erişim Tokeni geçerli değil veya süresi sona ermiş. Akış güncellenmiyor.

Yazı İşleri


Künye

Yayın Yönetmeni

Murat Çelik


Yayın Kurulu

Duygu Değirmenci

Elif Yeşilkaya

Eris İnal

Fırat Yılmaz

Gülcan Ayral

Hatice Tosun

Müge Oskay

Salihcan Sezer

Tolga Esat Özkurt

Yavuz Yavuzer

İletişim

[email protected]

Press ESC to close