
Büyük romanların ilk cümleleri gibi bir akşamın içine doğmuştum. Başımdan gökyüzüne durmadan harlanan bir ateş yükseliyordu. Uzun, buz gibi bir sokakta yapayalnızdım. Kimsesizler benden kaçıyordu. Başlarını okşamak, ellerini öpmek istiyordum ama göz perdeleri sıkı sıkıya kapanmıştı. Yol boyunca yürüdüm. Apartmanları izledim. Onların da perdeleri kapalıydı. Dışarıdan görünen tungsten yavanlıkları davetkar değildi. Issız sokakta karşıma çıkacak birilerini bekliyordum. Sokak insana küsmüş gibiydi. Sanki sert bir rüzgâr gelmiş, yalnız insanları değil yaşayan bütün canlıları sürükleyip götürmüştü. Karanlık iyice bastırmıştı. Sokağın ucunda cadde görünüyordu. Saatim yoktu, trafik ışıklarının söndüğü vakitlerde olduğumu biliyordum. Çünkü ben akşam yolcusuydum.
Sonra birden onu gördüm. Sokağın ucundan bana doğru geliyordu. Elleri yoktu. Ağzı, burnu, ayakları yoktu. Aşkımdan emin olan bir kadın kadar rahat ve pervasız yaklaşıyordu. Yakınıma sokuldukça içimde bir çeşit kesiklik duyuyordum. Korktum. Dar ve basık Üsküdar sokaklarından aşağı koşmaya başladım. Belki denize varırdım. Beni ancak deniz kurtarabilir, o açardı bana kapılarını. Birkaç sokak aşağıda birini gördüm. Park halinde bir arabanın camlarından kendini izliyordu. Elleri, ayakları vardı. Tıpkı benim gibi bir insandı. Yaşam boyunca hiç sahip olamadığım bir duruşu vardı. Tanrısı, ailesi, amaçları olan insanların duruşuna sahipti. Bağırsam da beni duymadı. Yanına gitmeye çalıştım ama ne kadar koşarsam koşayım ona yaklaşamıyordum. Arabanın yanına varsam sokağın ucunda beliriyor, oraya gitsem bana başka yerden bakıyordu. Arkamı döndüm. Hâlâ beni izliyordu. Ben durunca duruyor, koşmaya başladığımda koşuyordu. Sanki aramızda görünmez, gergin bir ip geriliydi. Kimsenin çözemeyeceği bir bağ ile bağlıydık. Işıksız mezarlıkların, güzel kadınların, büyük ideallerin bile bozamayacağı bir söz vermiştik sanki birbirimize. Fakat bu kadar benzerliğe rağmen onda beni korkutan bir şey vardı.
Tekrar koştum. Uzakta henüz kapanmamış bir birahanenin hülyasını görür gibi oldum. Sanki içine girebilir, dostlar edinir, âşık olur ve bu yabancıdan kurtulabilirdim. Adları eskidikçe kendileri de eskiyen Üsküdar sokaklarını tekrar arşınlayarak birahaneye ulaşmaya çalışıyordum. Ceketim ağırlık yapıyordu. Çıkarıp attım. Çantam sırtımı uyuşturuyordu. İçindeki kitapları umursamadan onu da bıraktım. Birahaneyi bulamıyordum. Önünden geçtiğim bütün dükkânlar kapalıydı. Saat yalnızlıktan kurtulamayacağım kadar geçti. Dehşetle durdum. “Ya bu onlardan biriyse?” diye düşündüm. Hani şu insanların dilinden düşmeyen başıboş yalnızlardan biriyse. Ya insanları alıp götüren, kendi karanlıklarına hapseden, kimsenin tahammül edemediklerinden biriyse… Ya başkalarına yaptıkları gibi bana da yalnızlığımı gönderdilerse…
Gecemi düşündüm. Tıpkı anlatılan hikâyelerdi. Yalnızlık sessiz gecelere benzer derlerdi. Akşam ezanının peşi sıra gelen ıssız sokaklara kapılır gibi kapılırmışız ona. Ne kadar kaçarsak kaçalım yine ardımızda bulurmuşuz onu. Rüzgârı duyar, nefesimizi fark edermişiz. Uzaktan gelen köpek seslerine kulak kabartacak kadar kötü bir yalnızlığa sahipsek eğer, bizi bulurmuş bu başıboş yalnızlık. Bir sokak köşesinde üzerimize çullanırmış. Ama bu başıboş yalnızın benimle işi ne? Neden gönderdiler onu? Ben onlardan değilim ki… Tamam belki diğerlerinden de sayılmam. Bunca yıl iki grubun arasında yaşamayı başardım. Peki nasıl oldu da sınırı geçtim? Bu yalnızların aramızda dolaşmalarına nasıl izin veriliyor? Bu haksız, başıboş yalnızlar için cezaevi yok mu? Belediye bu insanlar için ne zaman tesis kuracak?
Yok, benim peşimde değillerdir. Bir bankta sızmış veya mutlu insanlara saldırıyorlardır. Mutsuzluk vergisi alınmalıdır onlardan. Özgür bırakılırlarsa kendi mutsuz medeniyetlerini kurarlar. Sabah akşam içer, birbirlerini kırıp özür diler, sonra utanmadan bu özürleri kabul ederler. Birbirlerini öldürmez, birbirlerine kol kanat gererler. Rakı şişelerinde balık olurlar. Aynaların ya da toplumun önünde, “Ben iyiyim” diyen kimselerin sahip olmadığı kırgınlıkları vardır bu yalnızların. Herkesi anlayabilirler. Nasıl göründüklerini karşılarındaki insanların ellerinden anlarlar. Sırtlarına dokunan, başlarını okşayan, avuçlarına sığınan ellerinden. Kimsenin gözlerinde doğrulanmaya, kimsenin ağzından kıvanç duyacakları sözler işitmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü yaşamda inandıkları bir düstur vardır; gece ıssız geçebilir ama hayatta olur böyle şeyler. Peki neden bütün bunları biliyorum? Böyle büyütmedim ki kendimi. Gerçeklerden kaçarak, onları eğip bükerek büyütülmedim. İnsanlar yalanlarla yaşamayı başarırlar. Yaşamak en güzel yalanı söyleyebilmektir belki de.
Olduğum yerde sımsıkı durdum. Beni kovalayan bir kavga kardeşimdi. Artık ondan kaçmayacaktım. Ona öfkeyle de bakmayacaktım. Ezik poşetten bir tütün çıkarıp yaktım. Boşa değildi sokaklarda dolaşıp durmam. Bu yorulmalar sebepsiz değildi. Ben başıboş bir yalnızdım. Ona doğru yürüdüm. Karanlığı içime huzur vermeye başlamıştı…
ÖMER GÜLER
Bir yanıt yazın