Bir sabah köyün girişindeki eski kahvenin önünde göründü Ayşin. Sırtında çanta, göğsünde bir bebek. Yüzlerimizdeki şaşkınlığı umursamadan çantasını yere bıraktı, hasır tabureyi çekip oturdu. “Bir çay verin,” dedi, “Yoruldum, az soluklanayım.” Kulağındaki küpeler, kucağındaki bebekten önce dikkatimizi çekti. İhtiyarlardan birkaçı parmaklarını doğrultarak küpeleri saymaya çalışınca gülümsedi, “Yirmi iki tane, saymayın boşuna. Her birine bir tane,” dedi.
Neden döndüğünü az çok anlamıştık ya yine de meraklı gözlerle baktık. Biz sormadan o yanıtladı, “Döndüm,” dedi, “Çünkü unutmaya çalıştığınız şeyi tekrar hatırlatmam lazım.” Donuk bakışlarımıza aldırmadı, başını o tarafa döndürdü, “Adayı,” dedi hafif bir gülümseme ile. Adanın ismi geçince aramızdan bir ürperti geçti.
İhtiyarlar karşı çıkacak oldularsa da müsaade etmedi, önüne bırakılan çay bardağını sıkıca tutarak, “Yok,” dedi, “Beni de nenem gibi deli belleyemeyeceksiniz.”
Feraye her gündoğumunda köyün sokaklarına dalar, kimseye görünmeden kapısı sımsıkı örtülü evlerin arasında saklanarak gezinirdi. Çünkü tam da bu saatlerde yine bir çocuk belki topallayarak, belki de emekleyerek o sımsıkı kapılardan birinin önüne ulaşır, elini narince o kapıya yardım istercesine sürerdi. Anlaşılır anlaşılmaz bir tıkırtı sonrası kapının ardından suçlu, korkak bir el, çocuğu içeri alırdı. Eğer şanslıysa Feraye bu sahneye tanık olur, bir zaman bekler ve korkuyla kapanan o kapının önüne yanaşırdı. Çocuktan daha narin bir dokunuşla geldiğini haber verirdi ev halkına.
Çayını bitirmeden doğruldu, çantasını sırtına, bebeği göğsüne aldı, içimize attığı huzursuzluk tohumuyla bizi peşine taktı ve adanın karşısındaki eve doğru yürüdü.
O önde biz arkasında yürüdük sokaklar boyu. Önce köprüyü geçtik, sonra taş kemeri. Ayşin yürüdükçe pencereler açıldı, pervazlardan sarkanlar, elindeki işleri bırakanlar. Evlerin önünde oynayan çocuklar bile oyunlarını terk etti, Ayşin’i ve arkasından yürüyen kalabalığı seyre daldı. Çoğaldıkça çoğaldık. Ayşin’in yüzündeki tebessüm büyüdü. Evin önüne geldiğinde döndü, tehdit eder bir bakışla, “Beni engellemeye çalışmayın, siz dinlemeseniz de ben her gün anlatacağım,” dedi. Onu köyde istemiyorduk ya yine de sözünün hükmü vardı. İkiletmedik, evlerimize dağıldık.
O gün hiçbir dükkânda iş görülmedi, ocaklarda tek kap sıcak yemek pişmedi, kursağımızdan bir lokma geçmedi. Çocuklar ellerinde kuru ağaç dalları, evlerinin önündeki toprağı eşeleyip durdular, başka oyun oynamak içlerinden gelmedi. Evde dönenip durduk ki gece çöksün. Ses soluk kesilince de sabahı zor ettik.
Feraye çocuğu usulca anasının elinden alırdı, güvercin misali koynuna bastırır, uzunca örtüsünün altına saklayıp geldiği gibi yine sessizce köyün daracık sokaklarından denizin kıyısındaki evine ulaşırdı. Koca evin güneş almayan arka odalarından birinde önceden hazırladığı yumuşak yatağa yatırdığı çocuğu önce dinlensin diye uykuya teslim ederdi. Ardından güneş tepeye varınca yanına sokulur, bahçesinden topladığı meyveleri kendi elleriyle yedirir, hiç ses etmeden, bir süre usulca başını okşardı.
Ertesi gün hava aydınlandığında sanki Ayşin köye adımını hiç atmamış gibi çıktık evlerimizden. Birkaç saat uyumuştuk ya yetmişti. İçindeki sıkıntıyla debelenen birkaçımız dışında gündelik telaşlarımıza koştuk. Ta ki Ayşin’in meydandaki söğüdün altında olduğunu işitene kadar. Önceki gün yaşananlar içimizde tekrar canlandı ve akın akın söğüde doğru yol aldık. Bebeği yine kucağında söğüdün altında bekliyordu bizi. Çevresini sarıp istemeye istemeye diyeceklerine kulak verdik.
Feraye gece inene kadar çocuğun yanında kalır, çocuk uykuya daldığında, gün gün iyi olan çocukların başını okşamak, bir sese ihtiyaç duyanlarla konuşabilmek için başka odalara geçerdi. Gece tam olarak çökünce, içindeki sızı yine alevlenirdi. Bilirdi ki şu sıralarda içinde “sıra bizde mi” korkusu dolanan evlerden birinin kapısı çalınacak, beyin adamlarının sert ayak sesleri işitilecek, bir kapı kırılırcasına çalınacaktır. Başları öne eğilmiş analara, “Kimse bilmeyecek!” tehditleri savrulacaktır.
Ayşin’in sözleriyle ihtiyarların gözünde biriken yaşlar bir salgın gibi yayıldı. On beş sene önce nenesi öldüğünde kurtulduğumuzu sandığımız kâbusun içine yeniden düşmüştük. Koca söğüdün altında yalnızca Ayşin’in sesi yankılanıyordu. Bizim etkisi altına girdiğimizi anlayıp bundan hoşnut gülümsedi. Sesini daha iyi duyurmak için kucağındaki bebeği, yanındaki kadınlardan birine emanet edip söğüdün altına çektiğimiz masaya bir sıçrayışta çıktı.
Gün ışımadan Feraye tavşan uykusundan fırlayıp, sabah alıp getirdiği çocuğun başına bir öpücük kondurduktan sonra yola düşer, köyün sokaklarına yeniden dalardı. Kimseye görünmeden kapısı sımsıkı örtülü evlerin arasında saklanarak o evi arardı. Fakat her sabah tanık olduğu manzara Feraye’yi gün gün tüketmeye başlamıştı. Artık yorulduğu için köydekilerden yardım istemiş, önce, “Korkmayın,” diyerek sarsmış, yetmediğini görünce yalvarmıştı. Ama nafile. Anlamıştı ki analar babalar üzüntüden değil korkudan konuşamıyorlar. Onlar korktukça Bey daha da pervasızlaşmış, bir gece çocukları teker teker değil ikişer üçer götürmeye başlamışlardı.
Ayşin unutmaya çalıştığımız o hikâyeyi anlattıkça anlayamadığımız bir huzursuzluk çöktü içimize. Nihayet birimiz, başındaki ağırlığı eliyle kovmaya çalışıp zorla konuştu: “Kızım, nenen rahmetliyi hatırı var diye dinlerdik, o da anlatırdı bunları ya artık tat vermez oldu. Sal bizi gidelim.” Ayşin sesini yumuşattı, “Hasan amca dedi, siz dinlemezseniz evlatlarınıza anlatırım. Şu adanın korkusunu sizden değilse onların içinden sökeceğim.” Adanın ismi geçince huzursuzluk arttı. Çocuklarını alıp gitmek isteyenler oldu. Ayşin istifini bozmadı, anlatacağını anlatmaya devam etti.
Feraye artık sağalttığı çocuklarla bahçesinde oynayamaz olmuştu, tetikte uykuları, yerini derin hastalık uykularına bırakmış, evindeki çocuk nefesleri tek tek azalmış, nihayet bir gece hepten kesilmişti. Artık yalnızca aynı yakarışlarla tüm evlere haber salmaya devam etmiş, fakat sesine karşılık bulamamıştı.
Ayşin hepimizin gözlerini taradı, içinden bize lanetler yağdırdığını düşündük. Yorgun düştüğümüz için baştaki fısıldaşmalar da kesilmişti. Sustu, elini kulağına attı. Küpeleri tek tek çıkarmaya başladı çıkardığı her bir küpe için bir isim sayıyordu. En son kulağında tek küpe kaldı, işaret etti, “Ayşe,” dedi, “nenem.”
Sonra bir gün Feraye’nin saldığı haberler beyin kulağına ulaşmış, bey de adamlarına, “Gece basınca Tavşan Burnu’na varacağız,” emrini vermişti. El ayak çekilip de bey ve adamlarının ayak sesleri köyün sokaklarında yankılanınca, çocuklar uykularından korkuyla kalkmışlardı. Cafer, Dilber, Ceren, Fatma, Menekşe, diğerleri ve de Ayşe. Korkularına söz geçirip camdan başlarını uzattıklarında beyi ve adamlarını Feraye’nin evine giderken gördüler. Sözleşmiş gibi hepsi artlarından peşlerine düştü.
Ayşin konuşmasını kesti, başını hafifçe kaldırıp derince bir nefes çekti. “Böyle olmayacak,” dedi, masanın üstüne nasıl çıktıysa aynı atiklikle indi aşağıya, “Gelen gelsin, gelmeyen de bugün değilse yarın gelecek zaten.” İhtiyarlar genç olanlardan destek alarak kadın, erkek, çocuk birkaçımız hariç yeniden yola düştük. Evinin yakınına varıp da patikadan aşağı sapıncaya kadar nereye gittiğimizi anlamadan peşinden sürüklendik. Adanın tam karşısında durunca konuşmasına yeniden başladı:
Beyin adamları Feraye’nin bahçesinden içeri girerken, çocuklar da tam burada korkuyla ağlaştılar. İçlerinden en cesuru, yaşça da biraz büyük olanı, en küçüklerini bir kenara çekti, “Sen arkada bizi bekleyeceksin Ayşe, bir şey olursa hemen eve kaçacaksın,” diye tembihledi. O sırada beyin adamları hasta yatağındaki Feraye’yi bahçeye sürükleyip beyin karşısına çıkardı. Feraye’nin ağzından tek bir ses çıkmadı. Yalnız yorgun bakışlarıyla lanetler yağdırdı. Fakat onu o halde gören çocuklar daha fazla dayanamayıp hep bir ağızdan bağırmaya dövünmeye başladılar. Beyin adamları Feraye’yi bırakıp çocukların peşine düşecek olduğunda da Feraye son gücüyle bir feryat kopardı. Öyle ki gök yarıldı, denizde kıyamet koptu. Öyle bir yükseldi ki deniz tüm burnu habis bir ur niyetine koparıp attı köyden.
Çömeldi, yere dokundu. “Ayşe buradaydı, işte tam buradan izledi ne yaşandıysa. Öyle korktu ki tüm gece baygın kaldı. Sonra da herkese her şeyi anlatmak için köye koştu. Söğüdün altına geçti, gördüklerini dedelerinize, nenelerinize tek tek anlatmaya başladı. Biliyorlardı ya dinlemediler. Zaman geçti analarınıza, babalarınıza anlattı. En son da size.”
Sözünü bitirdi, eğildi ayakkabılarını çıkardı. Bebeği göğsüne sıkıca bastırdı, denize adımını attı. Bir kadın, “Yapma!” diye bağırdı ama Ayşin kulak asmadı, yavaş adımlarla sığ suyun içinde adaya doğru yürüdü. Adaya çıkınca duyulur duyulmaz bir sesle, “Yine dinlemezseniz kızıma anlatacağım!” diye bağırdı.
Ertesi sabah güneş yüzünü gösterdiğinde, Ayşin köye adımını hiç atmamış, bizi unutmaya çalıştıklarımızla efsunlamamış gibi çıktık evlerimizden. Birkaç saat uyumuştuk ya yetmişti. İçindeki sıkıntıyla debelenen birkaçımız dışında gündelik telaşlarımıza koştuk. Ta ki çocukların adaya yürüdüğünü duyana kadar.
Bir yanıt yazın