Dedem zarif adamdı, evde takım elbiseyle otururdu. Öğleden sonraları ceketini çıkarırdı ama kumaş yeleği üzerinde dururdu. İnce biçimli bir bıyığı vardı. Ne uzar ne kısalırdı. Sanki takmaydı. Herkesten erken kalktığı saatlerde bıyığını özenle kırpıyor olmalıydı. Gün boyu süsünü aksatmazdı. Öğle namazında bozulan saçını arka cebinde taşıdığı tarağıyla düzeltirdi.
Bazen babaannemi, dedemin o hallerini hüzün dolu bakışlarla izlerken bulurdum. O zamanlar çocuk olduğum için babaannemin neden hüzünlendiğini anlamazdım ama yıllar sonra anladım ki kalbi kırık o kadın dedemin süslenişinde gençliğindeki çapkınlıklarını anımsarmış.
Dedem o yıllarda pek hızlıymış. Mahalledeki çoğu kadının gönlünü çalmış. Erzincan’da kurulan ilk gazinoya gelen bir assolistle bile sevgili olmuş. Kadının öyle ahım şahım güzelliği yokmuş ama gözleri güzelmiş. Dedem ömründe ilk kez mavi gözlü birini gördüğü için onu sevmiş. Zaten dedemin aşkları hep bir şaşkınlık üzerine gelişmiş.
Kore’ye savaşmaya gönderilen dedem oradan da sevişmiş olarak dönmüş. Bu kez çekik gözlü kadınları gördüğünde ağzı açık kalmış. Sonra artık hangi ara bir sevgili edindiyse aşk defterine çekik gözlü bir genç kız eklemiş. Babaanneme göre savaşta çarşı pazar gezemeyeceği için kadını genelevde bulmuş olmalıydı ama Yuna nine yıllar sonra bile seks işçisi olmadığına dair yeminler ederdi.
O kızgın, sahipsiz görünen halini anımsıyorum. Dedemden babaannemi susturmasını ister, bunu bazen bir yalvarışla dile getirirdi ama dedem eşlerinin tartışmasına karışmadığı için onu savunmak bize düşerdi.
Yuna nine dedemi çok sevmiş. Bu aşk savaşı bile unutturmuş. Dedem Kore’den dönmeden bir gün önce Yuna ninenin gözyaşlarını eliyle silmiş, dudağından öpmüş. Hamile olduğunu bilmiyormuş, yine de onu almak için tekrar geleceğini söylemiş ama sözünde duramamış. Yuna nine kucağında bebeğiyle çok beklemiş. Sonra bir gün, sanırım dedemin geleceğine dair umudunu yitirdiği günmüş, gözyaşını silmiş, saçını toplamış, “O bana gelmiyorsa ben ona giderim,” diyerek yollara düşmüş. Aylar süren uzun arayışlar sonunda bir sabah yanında Hang amcamla kapıyı çalmış. Hang amcamın sol yanağında tıpkı dedeminki gibi bir ben varmış. Üstelik herkesin kucağında ağlayan bu şirin çocuk dedemin kucağında uykuya dalınca dedem oğlu olduğuna inanmış. Birlikte yaşamaya başlamışlar.
İşte Yuna ninemle Hang amcamın ailemize katılması böyle olmuş. Hang amcam altı yaşında o kütüğün üstünden bu kütüğün üstüne zıplarken Kung Fu yeteneğini keşfetmişler. Tek ayağının üstünde öyle rahat dururmuş ki ilkokul öğretmeni onu ağız tadıyla cezalandıramadığından yakınırmış. Sonunda, şuna bir Kung Fu üstadı bulalım da yeteneği boşa gitmesin diye düşünmüşler ama o yıllarda yaşadıkları ilçede dövüş kulüpleri ne arasın! Sadece yağlanıp çayır çimende gezen birkaç pehlivan varmış.
Bir gün şehre bir sirk geldiğinin haberini almışlar. Ayrı milletlerden pek çok gösteri sanatçısının çalıştığı büyük bir sirkmiş. Dedem Hang amcamı bu sirke götürmüş. Amcam o zaman on dört yaşındaymış. Dedem büyük bir keyifle gösteriyi izlerken akrobatın yaptığı pek çok şeyi Hang amcamın yapabildiğini ayrımsamış. Şaşkınlıktan ağzı açılmış. Bu halini görenler cambaza şaşırdığını sanırmış ama dedem aslında gözünün önünde canlanan şeylere şaşırmış. “Meğer oğlum doğuştan akrobatmış,” diye düşünmüş.
Gösterinin sonunda hiç hesapta yokken, sirk patronunun yanına gitmiş. Önemli bulduğu kimselerle konuşurken hep yaptığı gibi kasketini eline alıp, göğsüne bastırmış. Utana sıkıla Hang amcamın ailedeki ve okuldaki tüm dengeleri altüst eden denge yeteneğinden bahsetmiş.
Patron o sırada geceki hasılatı hesaplıyormuş. Elinde tomarla para olduğu için kendinden pek emin görünüyormuş. Bir süre kayıtsızca dinledikten sonra lütfedip başını Hang amcama çevirmiş. Amcamın çekik gözleri ilgisini çekmiş. Hemen bir ip gerilmesini söylemiş. Sandıkların arkasından iki cüce çıkıverip dediğini yapmış. Hang amcamsa güçlü kolları olan cücelerin gerdiği ipe çıkarak yeteneğini göstermiş.
Sirk patronu hayran kalmış, çekik gözlü olmasının ayrıca avantaj olduğunu söylemiş. O günden sonra Hang amcam yaz tatillerini sirkte çalışarak geçirmiş. Tek tekerlekli bisiklet üstünde labut çevirmeyi öğrenmiş. İp üstünde çok rahatmış, denge sopası kullanmazmış.
Sirk patronu, Hang amcamı başka şehirlerdeki gösterilere götürmek istediğinde bizimkiler başta pek yanaşmamış. Patron kesenin ağzını açmış; dedemin kafası karışmış. Sonunda, madem öyle o kadar hokkabazın ve hilebazın arasında çocuk yalnız kalmasın, diyerekten büyük halamın kocası Nejdet eniştemin sirke alınmasını koşul koymuşlar.
Dedemin aktardığına göre patronla eniştem arasında şöyle bir diyalog geçmiş.
“E söylemeyecek misin?”
“Neyi?”
“Seni işe almam için gerekeni.”
“Ne gerekir?”
“Özel yetenek.”
“O halde güzel saz çalarım.”
“Tek tekerlek üstünde mi?”
“Anlamadım.”
“Düşün biraz.”
“Sazım şimdi elimde olsaydı düşünürdüm. Sazım yoksa sözüm de yok.”
“O zaman bilmelisin, burası gazino değil, sirk. Nasıl saz çaldığın değil, ne şekilde çaldığın önemli.”
Dedem bir süre onları şaşkınlıkla izlemiş, sonra “Ya siz neden Ferit Edgü öyküsündeymişiz gibi konuşuyorsunuz?” diyerek araya girmiş. Sirk patronu bilgece tavrını sürdürerek, “Neden konuşmayalım ihtiyar?” diye sormuş. Dedem bir tokat vurup “Çünkü Mehmet Can Şaşmaz’ın öyküsündeyiz.” demiş. Patron tokadın ardından normale dönmüş. Sonunda eniştemin en iyi yeteneğinin şoförlük olduğu konusunda hemfikir olmuşlar. Eniştemi sirkin renkli kamyonunu sürmesi için işe koymuşlar.
Necdet eniştem bu işi çok sevmiş. O şehirden bu şehre sirki taşıyor, konakladıkları yerlerdeyse gişede bilet kesiyormuş. Ama Hang amcam sirkten ayrıldığı gün işi bırakmak zorunda kalmış.
Şöyle ki; bir gün sirke peşinde iki aslanla beraber bir aslan terbiyecisi gelmiş. Sırp bir kadınmış. Tıpkı kedilerinki gibi sarı gözleri varmış. Etrafa kırbaç gibi büyüleyici bakışlar atan bu kadın sadece gösteride değil her zaman mayoyla gezermiş. Güzel bacakları varmış. Sanırım onları gizlemek istemezmiş. O harika bacaklara sirkteki filler bile hayranmış. Kafesin içinden uzattıkları hortumlarıyla dokunmaya çalışırlarmış. Ama Hang amcamın gözü kadının gözlerinden başka yeri görmezmiş. Aşk bacayı sardığında kadına ilanı aşk etmek için karavanına gitmiş. İçeriden sesler geliyormuş. Camdan baktığında kadın ile sihirbazı sevişirken görmüş.
Bunun üzerine Hang amcam daha fazla orada duramamış. Ertesi gün sirkten ayrılmak istediğini söylemiş. Necdet eniştem onu caydırmak için dil dökmüş, amcam dinlememiş, patronun yanına gidip ilişkisini kesmiş, ardından eşyasını toplamak için odasına geri gelmiş. Eniştemin karnı guruldamış. İri eliyle, limon sıkar gibi Hang amcamın omzunu sıkmış, neden öğle yemeğini beklemediğini sormuş. Amcam ağlamaklı bir şekilde “Kara sevdaya düşenler yemeden içmeden kesilir,” demiş. Yükünü sırtlanıp barakadan çıkıvermiş.
Sirk çadırının kurulduğu yeşillikte kır çiçekleri varmış. Hang amcam kırmızı gelinciklerle dolu, tıpkı kızıl darı tarlalarına benzeyen çayırın üstünde uçan beyaz bir kelebek görmüş. O an yüzünde beklenmedik bir gülümseme canlanmış. Kelebeğe doğru yürümeye başlamış. Dedemin anlattığına göre Hang amcam çayırlığa girdiği vakit duyduğu o gelincik kokusunu uzun yıllar unutmamış.
Necdet eniştemse o gün Hang amcamın bu hali karşısında büyülenmiş. Belki de bunca yıl sonra artık aslanlara yem olmadan, fillere ezilmeden, buradan gitmemiz gerekiyordur, diye düşünmüş. Tam kamyona binmişken patron gelip kapıyı tıklatmış. “Bre densiz benim kamyonumla nereye gidersin?” diye sormuş. O an enişteme bir cesaret gelmiş, “Yıllardır bizi sigortasız çalıştırdın. Maaşımızı bir ay verdiysen üç ay vermedin. Bu kamyonu bizden çaldığın emeğimize say,” demiş ve gazlamış. Necdet eniştemin macerası burada başlamış.
Kamyonculuğu pek seven eniştem evden eve nakliye işine başlamış. Çocuk odalarını kasaya yüklerken aklına hep sirk günleri gelmiş, yüzünde hüzünlü bir gülümseme belirmiş. Eskisi gibi ayda birkaç gün eve geliyor, halama kucak dolusu hediyeler getiriyormuş. Yıllar geçip, ülkede gitmediği şehir kalmadığında kamyonunu satıp tır şoförlüğüne geçmiş. Kapıkule’de pasaportuna ilk damgayı vurdurduğunda yüzünde çocuklarınkine benzer bir gülümseme varmış. Artık maaşlı çalışan biriymiş ama maaşını döviz üzerinden aldığı için daha çok kazanmış. Halam köyde kendine iki katlı ev yaptırmış. Mutfak dolaplarında hep Alman çikolatasıyla Bulgar gofreti varmış.
Eniştem içinse edindiği asıl zenginlik yabancı diyarlardaki deneyimleriymiş. Daha kültürlü olmuş, halamı artık kıskanmamış, çocuklarına anlayışlı bir baba olmuş. Ama kibar davranışları sadece aile içinde değilmiş, köy kahvesinde de gerdan kırarak konuşuyormuş. Ahali onu endişeyle izlemiş, ne olduğunu anlamaya çalışmışlarsa da bir anlam verememişler. Ta ki kahvenin önüne bir tır gelene kadar. İşte o gün Nejdet eniştemin gizemli dönüşümünün sırrı açığa çıkıvermiş.
Kahvenin önüne park eden bir Volvo tırmış. Dorsedeki brandada koli bandıyla kapatılmış yırtıklar varmış. Sürücü kapısı ağır ağır açılmış. İçinden iri yarı, pos bıyıklı, elinde tespihle, sert ifadeli biri inmiş. Kabadayılar gibi korku salan bir hali varmış. Onu gören herkes kendine çekidüzen vermiş.
Hava çok sıcakmış. Çardağın altındaki masada oturan iki kişi yerini şoföre vermiş; şoför elini göğsüne vurarak “Eyvallah gençler,” demiş. Masaya kurulmuş. Alnından terler dökülüyormuş. Ekose desenli bir mendille terini silmiş. Tam bu sırada kahveci yanı başında belirmiş. Ne istediğini sormuş.
“Bugün gidecek çok yolum var, bana okkalı bir kahve yap, şekersiz olsun.”
Söyledikleri emir gibi duyulmuş, kahveci “Başüstüne abim” deyip ocağa koşmuş.
Şoför kaşlarını çatmış dorsedeki yırtığa bakarken sert hatlara sahip yüzünün önünde bir karasinek uçmaya başlamış. Eliyle karasineği savuşturmuş. Karasinek bir tur atıp geri dönmüş. Herkesi bir gerginlik almış. Şoför homurdanarak elini yüzünün önünde sallamış, karasinek masanın üstüne konmuş. Ön ayaklarıyla parlak yeşil gözlerini ovuşturmuş. Yeniden uçmaya kalktığında şoför cüssesinden beklenmeyecek bir çeviklikte karasineği avucuyla yakalamış ve zar gibi salladıktan sonra yere çalmış. Bu yaptığı öfkesini dindirmemiş. Karasinek yerde debelenirken KAV marka bir kibrit çakıp üstüne atmış. Kanatları tutuşan karasinek acı şekilde can vermiş. Onu izleyen şoförse “Zaten canım sıkkın!” diye gevelemiş. Kahveci önüne kahveyi koyarken ne derdi olduğunu sormuş. Şoför İtalya’daki tır parkında başına geleni anlatmaya başlamış.
“İki gece önce yine bir delikanlı geldi, onu becermemi istedi. Yoksa, brandanı keserim, dedi. Dövüp gönderdim ama uykumda gelip, kesmiş.”
Herkes hayretle onu dinlemiş. Meğer İtalya’da otoyola çıkan çok fazla eşcinsel erkek olurmuş. Bunlar tır şoförleriyle zevk için ilişkiye girerlermiş. Aralarında para alışverişi olmazmış. Ya rıza ile ya da böyle tehditle cinsel ilişki yaşarlarmış. Tanıdığı çoğu tır şoförü arkadaşı aktif olmak koşuluyla, gelenlerle takışmamak için istediklerini yaparmış. Çünkü kendilerine erkek arayan o kişiler, istediklerini alamazsa tır kasasındaki mührü kırarmış. O zaman zavallı tırcılar devlete mühür cezası ödemek zorunda kalırmış.
İlişki teklifini kabul eden tır şoförleri arasında zamanla pasif olmaya başlayanlar olmuş.
Köylünün aklına hemen Necdet eniştemin kadınsılaşan tavırları gelmiş. Kaç yıldır İtalya’dan geçen eniştemin tırının brandasında hiç kesik görmediklerini düşünmüşler ama, hemen Necdet’in günahını almayalım, o İtalyan gençler belki mührünü kırmıştır, diye düşünmüşler. Bu dedikodu kulaktan kulağa yayılıp Ayşe halama kadar ulaşmış. Ayşe halam kocasının hallerinden şüphelendiği için doğruca şehre, taşımacılık şirketine gitmiş. Necdet eniştemin mühür cezası alıp almadığını sormuş. Oradaki görevli mırın kırın ederek tozlu raflardan dosyayı indirmiş. Bütün sayfalara bakmış, ceza kaydı bulamamış. Halam oracıkta bayılmış. Limon kolonyasıyla ayılmayınca yüzüne bir bardak su çarpmışlar. Sonunda halam “Boyun devrilsin Necdet,” bedduasıyla kendine gelmiş.
Halamın o gün bizim evde nasıl gözyaşı döktüğünü anımsıyorum. O zamanlar orta birinci sınıftaydım. Babam halama peşin hükümlü olmamasını öğütlüyordu. Bizse eniştem geldiğinde onu dinlemesini söylüyorduk. Ertesi gün halam evine gitti.
Üç gün sonra Necdet eniştem eve gelmiş, büyük bir kavga çıkmış. Eniştem kızarıp bozarmış, kendini tuvalete kilitleyip ağlamaya başlamış. O güne kadar onu kimse ağlarken görmemiş. Bu hali halamı daha çok kuşkulandırmış. Aklına yakın köydeki büyücü gelmiş. Geçmişi gelecekten daha iyi gören bu ihtiyar aslında kâhin olmak istermiş ama geleceği o kadar net tutturamadığı için büyücülükle yetinmiş. Gelenlere açık açık “Geleceği tahmin ederim ama geçmişi bilirim. Bana ona göre sorular sorun,” dermiş.
Ayşe halam eniştemi yakasından tuttuğu gibi büyücüye götürmüş, “Beybaba benim merakım zaten geçmişte, kendini yorma,” demiş. Merakını anlatmış, böyle böyle şeyler olmuş mu, diye sormuş. Necdet eniştenin gözüyse odadaki kitaplıktaymış. Dua kitaplarının ve rüya tabirlerinin yanında Jung’un ve Freud’un rüya analizleri hakkında yazdıkları kitapları gördüğünde şaşırmış, büyücüye olan saygısı artmış. Tam o sırada büyücü Ayşe halamı susturup Necdet enişteme dönmüş, “Bana bir rüyanı anlat,” demiş. “Ama yalan söylersen bunu anlarım. Lanetlenirsin, bilesin,” demiş. Necdet eniştemi bir korku salmış ve son gördüğü rüyayı içtenlikle anlatmaya başlamış.
“Rüyamda bir çizmeyi giymeye çalışıyorum ama dar olduğu için ayağım zor giriyor. Öte yandan Ayşe görmeden şu çizmeyi giyeyim diye endişeleniyorum. Çizmenin kenarına biraz krem sürüyorum. Ayağım içine giriyor, rahatlıyorum. En sonunda kendimi birden direksiyon başında buluyorum.”
Büyücü dinlerken yüzünü asmış. Ayşe halam bu yüz ifadesi karşısında paniklemiş. “Ne anlama geliyor bu hocam?” diye sormuş. Büyücü başını aşağı yukarı sallayarak “Peki” demiş, “sonra çizme senin üstüne çıkıyor mu?”
Necdet enişte o an afallamış. “Nasıl yani, anlamadım?” diyerek saflığa vurmuş. Büyücü başını su dolu tasa eğmiş ve “Sercio,” demiş. Söylediği isimdeki kişi Necdet eniştemin sevgilisiymiş. Eniştemin gözleri büyümüş, dili çözülmüş ve her şeyi itiraf etmiş.
Halamın boşanma sürecini çok iyi anımsıyorum. Hepimiz yanındaydık. Aldatıldığı için kalbi kırıktı, öfkeliydi ama bir an olsun nefret dolu sözler söylemedi.
Necdet eniştem mührü kırdırmamak için böyle bir ilişkiye girmişti ama en büyük cezası halamı kaybetmek olmuştu.
Bir yanıt yazın