Sizi uğurlamaya gelmedim. Dürüst olmak gerekirse cenazeleri -işin aslı ölüleri- pek sevmiyorum. Ölenler öldükleriyle kalır, kalanlar da müşterek hatıralarla ne yapacaklarını bilemezler. Ben de şimdi bu satırları yazarken sizinle geçirdiğimiz o uzun yaz ikindileriyle ne halt edeceğimi bilmiyorum. Sahiden. Bu yüzden huzursuzum.
Harbiye’de oturduğunuzu bildiğim için cenaze merasimi Teşvikiye Camii’ndedir diye düşünmüştüm. Meşhur klişedir, meşhur şaka, bilirsiniz… Ünlülerin camisi falan. Fakat öyle olmamış. Önce yayınevi binasında mütevazı bir tören düzenlenmiş, ardından Nevşehir Hacıbektaş’ta eşinizin yanına defnedilmişsiniz. En azından internette aratınca çıkan bilgiler bu yönde. Büyük, çok büyük yazarlar bile bazen klişeye düşebiliyorlar Füruzan Hanım ama siz Teşvikiye-Zincirlikuyu ezberine yüz vermemişsiniz. Hoş, bir an için öyle olduğunu varsayalım, ne çıkar bundan? O uzun ikindilerinin birinde, yatışmış ve bal rengine dönmüş yaz güneşini arkamıza almış yürürken şöyle demiştiniz, hatırlar mısınız? “Öyküde yazarın üslubuna bakarım, taklit edilemez gibi gelirse iyidir. Gerisi klişe canım. İşte hep aynı meseleler.”
Ölüm haberinizi aldığımda salondaki berjer koltukta oturmuş boyası onlarca yerden çatlayan tavana bakıyordum. Sıkış tepiş, bunaltıcı Kurtuluş semtinden kaçıp Feneryolu’ndaki bu ferah eve taşındığımızda boyamıştım, tam altı sene önce. Dedikleri gibi zaman otuzundan sonra çok hızlı geçiyor Füruzan Hanım. Heveslerimiz, arzularımız ve inatlarımız mütemadiyen boya badana istiyor. İstiyor istemesine ama ben üşeniyorum. Bir süredir yalnız üşenmekle meşgulüm zaten. Kucağımda bir aylık kızım fasulye gibi kıvrılmış yatıyor ve gözkapaklarının hareketlerine bakılırsa huzursuz rüyalar görüyor. İnsan olmak böyle bir şey midir acaba? Beşikten mezara upuzun, harcıâlem, manasız bir huzursuzluk… Derken cep telefonu kıçımın altında acı acı titremeye başlıyor. Ekrana bakıyorum. Bir adet WhatsApp mesajı. Üstüne tıkladığımda bir sosyal medya hesabına yönlendiriliyorum: “Füruzan sonsuzluğa gitti.”
Sonsuzluğa gitmek… Bu da bir klişedir takdir edersiniz. Hiç kimsenin nereye gittiğinizi bildiğini sanmıyorum. Olsun, en azından zararsız ve nahif bir klişe. Yazının altına siyah beyaz bir fotoğrafınız iliştirilmiş. 40’lı yaşların ortası. Yaş almışsınız ama yaşlı da değilsiniz. Her zamanki gibi gizemli, vakursunuz. Fakat fotoğrafta küçük bir fark da yok değil; dudağınızın kenarında dalgın bir tebessüm var. Belli belirsiz. Kadrajın dışında, fotoğrafçı haricinde üçüncü bir kişi daha olmalı. Size eşlik eden bir arkadaş, belki kocanız, belki de başka biri… O sizi güldürmüş ve bir anlığına heyula gibi Füruzan auranız -melankoliniz- istemsizce dağılıvermiş. Her neyse… Randevulaştığımız o son ikindinin üzerinden yaklaşık altı sene geçmişti işte ve ben ölüm haberinizi almıştım salondaki berjer koltukta, kucağımda huzursuzca uyuyan bir bebek ve pek klişe, pörsümüş bir varoluş sıkıntısıyla.
Berjer koltuk deyince aklıma hep Thomas Bernhard gelir. (-diye düşündü berjer koltukta, diye düşündü berjer koltukta… diye diye kafa ütüleyen hasta bir tip ama büyük yazar vesselam) Siz de severmişsiniz huysuz Viyanalı, öyle demiştiniz ikindi buluşmalarımızın birinde, hani Nişantaşı’nın göbeğinde o sevimsiz AVM’nin alt katındaki kafede randevu vermiştiniz de ben epey gecikmiştim, masanıza oturur oturmaz utancımdan gözlerimi kaçırmak zorunda kalmıştım. Çok geçmeden garson zuhur etmiş, içecekler ısmarlanmıştı. Ardından olanca ciddiyetinizle benim yirmi beş yaşında “böyle bir kitap” yazabildiğim için gurur duymam gerektiğini söylemiştiniz (ah 25 yaş, kitap mitap yazılan, âşık mâşık olunan, isyan misyan edilen). Utanıp kızarmıştım hemen, cömert iltifatınıza karşılık ben de sizi abartılı sıfatlarla övmeye kalkışmıştım. (Ah 25 yaş, rezil mezil olunan…) Sonra aramızdaki buzların çabasız erimesi… Sinefilliğinizin ve isim hafızanızın beni dehşete düşürmesi… Biraz görmüş geçirmiş İstanbullu, biraz da taşralı kız çocuğu gülüşünüz… Ortak Jiri Menzel sevgimiz… AVM’den çıkıp Nişantaşı’nın arka sokaklarında usul usul volta atışımız…
İtiraf etmeliyim, buluştuğumuz andan vedalaşıp ayrıldığımız ana değin yüzünüzü dikkatle incelemiştim Füruzan Hanım. Çünkü gizemli, melankolik gözlerinize, tekinsiz bir asimetriye sahip olan burnunuza ve bir vakitler plastik cerrah eli değdiği besbelli dudaklarınıza bakarken seksen küsur yaşındaki biri için istisnai bir güzelliğiniz olduğunuzu düşünmüştüm. Yürüyüşünüz belki yaşınıza uygundu evet, ellerinizdeki damlarlar ve benekler de öyle. Fakat gözleriniz… Onlar tazeciktiler. Yaz günü siyah bir deri ceket anımsıyorum üstünüzde. Vatkalı ve geniş yakalı. Berlin günlerinizden yadigâr olabilir mi? Berlin’in Nar Çiçeği. Kızmayın ama romanınızı hâlâ okumadım. Adı gibi güzel, incelikli olduğuna eminim. Rafta bir iki okunmamış kitabınız duruyor fakat nedense en çok Berlin’in Nar Çiçeği’ne karşı mahcubum. Siz beğeniyordunuz bu romanı, öyle hatırlıyorum. Öyküleriniz kadar konuşulmadığından, yok sayıldığından şikâyetçiydiniz. Dışarıdan pek belli etmeseniz de yazdıklarınızı beğeniyor -çok beğeniyor- ve önemli buluyordunuz değil mi? Kibir, insana nadiren yakışır; saça takılan çiçek gibi bir şey. Size çok yakıştığını söylememe bilmem lüzum var mı?
Müsaadenizle hikâyeyi biraz geri saracağım.
Kitabımı okuduğunuzu ve benimle görüşmek istediğinizi öğrendiğimde müthiş heyecanlanmıştım. (Ah 25 yaş, büyük yazarlar tarafından aranılan maranılan…) Telefon konuşmamızın içeriği basitti; basit olduğu kadar da sürprizli. Büyük yazar Füruzan genç yazar Murat’la buluşmak istiyor. Genç yazar yerin yedi kat altında metro bekliyor, kafası iki elinin arasında, canı sıkkın; zira esas mesleği yönetmenlik olan genç yazarın işleri hiç iyi gitmiyor, kendisi insan ilişkileri konusunda tam bir baş belası çünkü. İnatçı dağ keçisi, kibirli yaban domuzu! Saçma sapan reklamlar çekip kendi uzun metrajlı filmini finanse etmenin -ahmakça- hayallerini kuruyor. Fakat ortada bir sorun var: Genç yazar Murat, reklam yönetmeni olmak için fena halde renksiz, asık suratlı ve Ankaralı bir tip. Kendisine bir kez iş veren ikinci kez vermiyor. Banka hesabı anadan üryan, Eşref Efendi Sokak’taki derme çatma evin kirası birikmiş, klozet akıtıyor, kombi su kaçırıyor, güvercinler gelip gelip arka balkona sıçıyor, cep telefonunun ekranı kırk yerinden kırık, pek iyi çekmiyor alet, ses daima kesik kesik ve gaipten geliyor gibi, derinden. Evet, bu anı çok iyi hatırlıyor artık genç olmayan yazar. Yerin yedi kat altında metro beklerken bilinmeyen bir numaradan gelen çağrıyı görüyor ve telefonu açıyor.
“Merhaba ben Füruzan. Kitabınızı bir arkadaşım tavsiye edince okudum, tebrik ederim. İstanbul’da mı yaşıyorsunuz?”
“—”
“Duyabiliyor musunuz?”
“Hı, hı… Evet… Kurtuluş’ta oturuyorum Füruzan Hanım.”
“Ne güzel komşu çıktık, benim evim de Harbiye’de. Müsait bir zamanda Nişantaşı’ndaki AVM’nin kafesinde oturmak ister misiniz?”
Buluştuk. Üç uzun yaz ikindisi. Şehir boş sayılırdı. Son defasında sizi o çok sevdiğiniz AVM’den kaçırıp kendi mahalleme, Kurtuluş’un ara sokaklarında bir kafeye götürmüştüm. Başta bu fikirden çok hoşlanmasanız da koluma girip “Gidelim madem,” demiştiniz. Sonra da masaları sokağa taşan, gençlerle dolu kafede kulağıma eğilip “İyi ki getirdiniz beni,” deyip gülmüştünüz. “Bacaklarım ağrıyor diye yaşlılığı kabul ettim. Ne salaklık! Gençler arasında olmak lazım.”
Üzgünüm Füruzan Hanım, sözümü tutup henüz bir uzun metraj çekemedim ve düzenli olarak yazı masasına oturup edebiyatla uğraşamadım. Ne halt ediyorum öyleyse? Sürükleniyorum. Açık denizde motoru iflas etmiş bir kuru yük gemisi gibiyim ve belki de hiç olmadığı kadar hayatın rastgeleliğini duyumsuyorum. Kırk yaşın sivri kayalıkları ufukta göründü. Kaçınılmaz son: Çarpışma! Yakınlarda bir balıkçı teknesi filan varsa ne âlâ ama pek zannetmiyorum. Bir zamanlar “genç yazar” olan benim için zahmet edip yardıma gelmeyecekler. “Büyük, çok büyük yazar” sizin için de yardıma gelmediklerine eminim. Uzunca bir süre açık denizde yapayalnız sürüklenmiş ve nihayet sonsuzluğa gitmiş olmalısınız. Aynı şey karşı komşunun da başına gelecek, biliyorum, hiç kimsenin okumadığı bir edebiyat dergisinde ilk şiirini yayımlayan öfkeli gencin başına da gelecek, gecenin bu saatinde son ses Âşık Mahzuni dinleyen çöp kamyonu sürücüsünün de başına gelecek. Benim ve küçük kızımın da başına gelecek. Hepimiz sonsuzlukta buluşacağız, diye avunup nihayetinde sonsuz bir yalnızlıkta yitip gideceğiz.
Olsun… Varsayalım yitip gitmeden önce dördüncü kez buluşmuşuz sizinle, güzel bir ikindi vakti Nişantaşı’nın sessiz sakin bir ara sokağında yürüyoruz, varsayalım günlerden perşembe ve bizi çocukken kırıp döken herkesi affetmişiz, varsayalım sokağın sonu Teşvikiye Camii’ne çıkıyor, musalla taşında körpe bir tabut, ayak ucunda ise genç bir imam davudi sesiyle soruyor: “Ey cemaati müslimin Berlin’in Nar Çiçeği’ni okumayan var mı aramızda?”, varsayalım cemaat romandan anlıyor ve hep bir ağızdan “Yok, yok…” diye bağırıyor, o zaman dudağınızın kenarında minik bir tebessüm beliriyor -tıpkı fotoğraftaki gibi- “Hadi gençlerin oturduğu o kafeye götürün beni,” Teşvikiye Camii’ni ve edebiyat sevdalısı genç imamı arkamızda bırakıp yine ara sokaklara dalıyoruz Füruzan Hanım, “genç yazar” ve “büyük yazar” olarak son defa kol kola yürüyoruz, varsayalım gölgelerimiz mızrak gibi uzanıyor önümüzde, güneş batmadan hemen önce ölüm, sonsuzluk ve diğer klişelerle barışıyoruz.
MURAT UĞURLU
Bir yanıt yazın