Biz de Yarın Güleriz
Edebiyatın türleri arasında bir hiyerarşi varmış gibi bir algıya sahibiz. Önce öykü yazılır ve o yol sizi romana doğru götürür yanılgısı bir yerlerde hep saklı duruyor. Siz biyografik roman türünde yazan ve yakın zamanda üçüncü öykü kitabı çıkan bir yazar olarak bu yolculukta neler deneyimlediniz?
Romanla öykü arasında hiyerarşik bir yapı kurulmaya çalışıldığını bunu uzunluk ve kısalık üstünden yapıldığını görüyorum. Öykü romanın kısası veya tam tersi. Oysa roman biçimi de elverdiği için çok daha grift meselelerin anlatılabileceği bir yapı. Temsil misal bir karakterin baştan sona ulaşımını görebiliriz romanda, aynı durum öykü için pek mümkün değildir, öyküde karakter hazır verilir ve anlatıya hizmet edeceği yeri gösterilir. Zaman açısından da öykü daha dar alanları severken, romanla uzun bir yolculuğa çıkılabilir. Öykü boşluklarla kendini var eden bir türken romandaki boşluklar okurunu rahatsız eder. Ha keza öykü üslup açısından da daha oyunbaz bir türdür, romanda öykücü üslubunun bıkkınlık verebilmesi, iyi mizlenmemiş amatör bir konser kaydına benzeme riski vardır. Öykü ve roman arasındaki tek benzerliğin ikisinin hikâye anlatmak üzerine kurulu olduğu kanısındayım. Birinin diğerine üstünlüğünü yok sayıyorum. Mehmet Sait İmre şöyle demişti: Şairler öykü yazmak ister, öykü yazanlar roman, roman yazanlar şiir yazmak ister. Sanırım benim satır satır cevap vermeye uğraştığım şeyi, Mehmet Sait İmre bir çırpıda anlatmıştı. Çünkü şairler böyledir.
Biyografi türünde olmasa da kitapta tanıdık bir yazara denk geliyoruz: Cemil Kavukçu. Kitap Kapağı öyküsünün hikâyesini paylaşmak ister misiniz?
Mehmet Fırat Pürselim bir defa bana “Biz Cemil Kavukçu’nun paltosundan çıktık,” demişti, Gogol’un paltosundan çıktık klişesine nazire yaparak. Öykü yazan bir ustayı, bir öykünün içine koymak fikri çok eğlenceli gelmişti bana.
Hayatınızda gerçekleşen İstanbul-İzmir değişikliği sizi, çevrenizi ve edebi dünyanızı nasıl etkiledi?
İzmir maalesef kültürün taşrası. İzmir’e taşınmadan bunu dışarıdan görmek mümkün olmadı benim için. Lakin İzmir’de biz Zorba Kitabevi’ni kurarak kendi çeperimizi yaratmaya çalıştık, başarılı olduk mu zaman gösterecek. Vizontele’deki gibi kütüphanesiz köye kütüphane kurmak gibiydi. Ben İzmir’de olmaktan memnunum sanırım. İstanbul her gün insana bir milli piyango bileti veriyor ama hiç kazandırmayacak bir bilet bu. Lakin bu biletin varlığı da insanı mutlu ediyor. Biz İzmir’de işi şansa bırakmadık sanırım, Zorba Kitabevi sayesinde.
Sıcacık Bir Ev, Ormandan Gece Gelen ve Biz de Yarın Güleriz’i yazarken anlatım biçimi, kelimeleri/cümleleri kullanmadaki hareket alanınız veya karakterlerinizi detaylandırmanız açısından neler farklılaştı?
Sıcak Bir Ev ve Biz de Yarın Güleriz aynı kümede, Ormandan Gece Gelen farklı bir kümeye almak lazım. Ormandan Gece Gelen bir novella. Novellayı coşkuyla, öykü kitaplarını ise dura dinlene yazdım. Bir üslup yaratmaya çalışıyorum, kitaplarımı okuyan insanlar, üstünde adım yazmasa da bunu Özgür yazmış desin istiyorum, bunu başarıp başaramadığımı bilmiyorum. Umarım bir gün başarırım. Anadolu dilleri olanaklarıyla çok zengin, bir pota erimiş, birbirine karışmış birçok dille yazıyoruz aslında. Farsça, Arapça, Kürtçe, Rumca, Ermenice var bizim dilimizin içinde. Latin dillerden son yüzyılda giren sözcükleri ve alışkanlıkları da hesaba katarsak melez bir dil. Türkçenin ritmini, sesini duymak bir miktar irticali bir durum gibi geliyor bana. Bunun henüz matematiğini bulabilmiş değilim. Karanlık bir ormandan küçük bir el feneriyle geziyorum. Dilin yalın, gösterişli ve sade hallerini deniyorum. Uzun cümleler, kısa cümleler, devrik cümleler, kurallılar… Eksiltili cümleler, yansıma sesler… Türkçe büyüleyici bir dil.
Okur olmanın yarattığı bir konfor alanı var. Yazmak, ilk andan itibaren belli başlı sorumlulukları olan bir eylem. Konfor alanından çıkıp sorumluluk almaya iten, size ilk adımı attıran, yazma konusunda sizi kışkırtan faktörler neler oluyor?
Bizi kimse konfor alanımızdan çıkmaya zorlamadı. Yazamasaydık da çok bir şey değişmezdi son tahlilde, ben çok sıkıldığım için yazıyorum, başka hiçbir sebebim yok.
Çevrenizde ilk okumaları yapan, yazıp görüşlerini/eleştirilerini almak istediğiniz kişiler var mıdır? Varsa bu kişiler sizin yazma serüveninizi nasıl etkiledi?
Var elbette. İlk ve tek okuyucum Sevda’dır. Ama şimdi bir roman yazmaya çalışıyorum, taslakları sözüne güvendiğim bazı arkadaşlarımla paylaştım. Normalde paylaşmam, yalnızca Sevda okur. Sanırım roman yazmak, kötü bir roman yazmak diye düzelteyim, beni korkuttuğundan daha çok dostumla paylaştım. Ama belki yine kimseyle paylaşmam. Sevda hariç.
Biz de Yarın Güleriz’i çalışırken editörünüzün yönlendirmesi oldu mu? Bu yönlendirmeler sizi nasıl şekillendirdi?
Editörüm Emre Bayın. Emeğine saygım, bilgisine güvenim var. O bana bazı sorular sordu ben bazı yanıtlar verdim, orta bir yer bulduk. Sağ olsun var olsun.
Kitap içinde farklı öykülerde, aynı karakterlere rastlıyoruz. “Önce Ense”de karşılaştığımız Halil Abi (Berber Halil) “Ayna ve Ustura”da yeniden karşımıza çıkıyor. Birkaç sayfa önce Berber Halil’in “sıkıştırılan” kardeşinin daha sonra cenazesiyle başlıyoruz sonraki öyküye. Benzer durum; Lokantacı Cemal, Reco, Tepeüstü Cemil karakterleri ve Dev-Yolcuların kahvesi için de geçerli. Ayrı metinlerde aynı karakterlerin hayatına devam etmesi, hatırlanması; aynı mekânların farklı gözlerde yeniden görünmesi kitaba bir bütünlük kazandırmış. Bu durumu, metin devamlılığı ya da metinlerarasılık olarak değerlendirmek mümkün mü? Bilinçli bir çalışma mıydı yoksa kelimeler ve cümleler, kendiliğinden bu yola mı soktu sizi?
Sanırım buna metinlerarasılık denmez de birbirine bağlı öyküler diyelim. Son hikâyede hepsi bir yere bağlanıyor. Bence kitabın alameti farikası varsa bu fikirdir.
Kitap için ne tür dönüşler aldınız? Siz, özeleştiri yapacak olsanız, “kitapta şu daha iyi olabilirdi” diyebileceğiniz neler var?
Biz de Yarın Güleriz çıkalı bir ay oldu. İkinci baskıya giriyor şimdi. Kitabın akışından memnunum. Müspet eleştiriler alıyorum ama muhakkak menfi şeyler duyacağım. Şu daha iyi olabilirdi demek için bence erken. Metne yabancılaşabilmem için daha çok zaman belki iki üç yıla ihtiyacım var. Kendimi yazma üstüne ne kadar yetiştirebilirsem eksikleri o kadar görebilirim. Henüz kitabı yazan Özgür’le bugünkü Özgür arasında yazma yeteneği açısından ciddi bir değişim dönüşüm olduğunu düşünmüyor, yerimde saydığımı biliyorum.
Kendinizi yaratıcılık, konu belirleme, anlatım biçimi anlamında nasıl besliyorsunuz?
Sıradışı bir yöntemim yok aslında, okuyorum, izliyorum, geziyorum, yeni insanlarla tanışıyorum, eleştiriden korkmuyorum, hatalarımı seviyorum, beni besleyenler bunlar.
Yazı masasının başına geçmek önemli bir mesele. Nasıl başlıyor sizin süreciniz ve kendinizi yazma konusunda nasıl disipline ediyorsunuz?
Bu konu benim için başlı başına anksiyete kaynağı. İlkokul bire başlar gibi hissediyorum kendimi, yazmaya her oturduğumda. Bu kaygının temelinde disiplinli biri olmamamın ve yazmaya uzun aralar vermemin payı var. Daha disiplinli olsam daha az zorlanırdım herhalde. Ama yazmasam da çok mutsuz biri olup çıkıyorum. Bu sebeple olsa gerek yazıyorum. Mutlu olabilsem yazmazdım sanırım. Ama bu sözümü yazmak iyileştirir gibi okumayın lütfen. Yazmak iyileştirmez, aksine hasta eder, hayır hasta da etmez, yazmak kişiyi kendi metinleri üzerinden kendini bir kez da sorgulamaya teşvik eder. Yazmak budur benim için.
Yazma anlamında tıkandığınız durumlarda ya da dönemlerde o çıkmazdan nasıl kurtuluyorsunuz?
Bira ve votka derim. Kamu spotu: Kimseye tavsiye etmem bu yöntemi. Benim kişisel tercihim bu.
Başucu kitaplarınız, tekrar tekrar okuduğunuz yazar ve/veya kitaplar neler? Çağdaşlarınızdan kimleri okuyorsunuz?
Çağdaşlarımı okumaz mıyım, Türkçe yazıyorum, bu çağda yaşıyorum, başka yazarlar ne yazmış çok dikkatli bakarım. Senede 600 bandında öykü kitabı çıkıyor, romanları ve akademik – teorik metinleri hesaba dahil etmedim bile. Elbette bu nicel çoğunlukta birçok çağdaşımı da ihmal ediyorum, karınca kararınca takip ediyorum, kitapçı olmak da bu konuda bir avantaj sağlıyor. Başucu yazarlarım yok, ama birkaç kitap tavsiye edebilirim Malaparte’nin Kaputt’u, Sartre’ın Bulantı’sı, Yaşar Kemal’in Orta Direk üçlemesi. Brosch’un Büyülenme’si, Ferdinand Celine’in Gecenin Sonuna Yolculuk’u… Sabah kadar tavsiyede bulunabilirim…
Benimle söyleştiğiniz için teşekkür ederim. Emeğiniz için minnetle…
Bir yanıt yazın