Kırkında – Dilara Ulu

KIRKINDA

Bugünden kırk adım günü geriye gittiğimizde, kardeşimin kırkı çıktısına lojmandaki evimizi dolduran kalabalığın aksine, bu kalabalıkta kimsenin yüzünde açan bir gül yoktu. Dedemin kendi elleriyle ördüğü evde, örümcek ağında kaderini beklerken yanından uçup gittikleri amcalarının arkasından, floresan ışığından kör olmuş gözleriyle su döküyorlardı. Geri gelir miydi sanki? Peh! Gelseydi dedem gelirdi. Çıkardığı çorapları elinize alamadığınız, kapınızı çalacak diye ödünüzün koptuğu, kokuşmuş amcanız mı gelecek?

Bugünün havasında, kırk gün berisinin kokusu da vardı. Beni annemin yatağındaki tahtımdan eden, babamı eve bağlayan boncuk gözlü meleğin kulağına okunan ezana benzeyen, o büyülü dille fısıldıyordu kadınlar. “Bisssmiillaa” ile yükselen sesler, aminle avuçlanıp yüzlere sürülüyordu. Amine bulanmış erkek yüzleri bahçedeki hocayı sessizce dinliyordu. Aynı hoca kardeşimi kucağında “Aykız” diye sevmişti. Çatık kaşları, anne ve babama, “Ezan ve kamet için kırk gün beklenir mi? İsmini, dinini bilmeden kırk gün yaşamış. Allah affetsin sizi, hidayet versin. Tövbestafurulla” çekmişti.

Babannem, uzayıp giden tövbenin bitişini beklemeden;

“Eeee hadi, oku sen de Hulusi. Okumadıkça ismini de dinini de öğrenemeyecek güzel kızım,” diyerek, büzüşmüş dudak kızması yapmıştı. Evimiz, üzerindeki kalabalığı silkeleyemeden, bugünün haberi gelmişti. İşte o gün ölmüştü Kazım Emmi. Çocukları evinden kovmuş, gelinleri yüzüne tükürmüştü. O da bütün huzursuzluğunu koca bir yaz üzerimize bulaştırmıştı. Şimdi de öleceği tutmuştu. Olacak iş miydi? Çocukları şehirden gelir miydi? Nereye gömülmeliydi?

Ah gittik. Vah gittik. O da, biz de eziyetin kurtuluşuna gittik. Hoca da gittikten sonra artık dini ve ismi olan bebek huri, ağzının suyu aka aka uyumaya koyuldu. Bütün sıkıcılığına rağmen aynı babannesine çekmişti. Pabucumu hangi dama atacaktı? Eşek sıpası, yolda geçeni kendini sevdirmeye durdururdu. Ne kadar da güzel bir manıktı. Gülmeyen amcasını güldürmüş, babasını öğlen eve yemeğe getirmiş, buzdolabına meyve koydurmuş, rızkını bilip de gelmişti. Ablası gibi değildi, ağlamazdı kar beyazı.

Güneşin kollarımdaki öpücüklerini fark ettim. Ağlamadan, kapı arkasındaki ceketime baktım. Bulamadım. Annemin yeleğini üstüme atarak, başka bir odada misafirlerin gitmesini bekledim. On yıllık hükümdarlığımı deviren çekirdeksiz üzüm, kırkında da Kazım Emmi’yi öldürmüştü. Sülaleyi başındaki beladan kurtarmıştı. On gün sonra köydeki bahçemize giren komşu tavuğunu tekmelerken, aklımdan bunlar geçiyordu.

Şimdi o bahçe plastik sandalyelerle döşenmiş, bütün tavuklar da kümese kitlenmişti. Bahçede ne bir gıdaklama ne de bir kadın vardı. Sandalyeleri belediyeden babam ayarlamıştı. Bir işe yaramaz diyenler kesin utanmıştı. Üçlüye üçlü eklene eklene avluya getirilen semaver, sonsuz çay üretebiliyordu. Soner ve Ali abi semaverin çevresinde bir boş, bir dolu bardaklarla dönüyordu. Yığınla bulaşıkla kim uğraşacak diye karton bardaklar alınsa da, kadınlar sürekli bulaşık yıkıyordu. Tandırlıkta pişirilen helvanın dağıtıcılığını, evin gelinleri ve sülalenin oğlanları yapıyordu.

Kadınlar, evi eşiğine kadar doldurmuştu. Annem beni babamın yengesinin dizinin dibine emanet etmişti. Dişlerinin arasından, kımıldamadan, sessizce oturmamı tıslamıştı. Ben de içimde kaynayan kurtlara aynısını dedim. Kurtlar önceden götümde kaynıyordu. Götümde kaynayan kurtlara, uslu dursunlar diye içimde yuva yapmıştım. Böylece arada sırada uyuyorlardı. Seslerini duyurmamak kolaydı da bu kaynayan kurtlar çok zıpırdı. Kesin onların da içinde kaynayan kurtlar vardı.

Önümden helva tabaklarıyla dolu ikinci tepsi geçiyordu. Yengem bundan da bir tabak aldı. Helvasını gargamel dişleriyle saça saça yerken millete laf yetiştirmekten de geri kalmıyordu. Hulusi Hoca’nın kızı Oya, dirseğini annesinin baldırına dayamış, başı öne eğik bir şekilde karşımda oturuyordu. Gözlerimi kırpmadan ona bakıyordum. Kafasını bir kaldırsa “Kalk oyun oynayalım” bakışlarımı fark edecekti. Annesi onun için tepsiden bir tabak aldı. Helvasından ilk kaşığı ağzına havalanırken bakışlarımı duydu. Helvasını işaret etti. Az daha bekleyebilirdim. Yengemin kocaman ve yumuşak poposuna değmek, içimdeki kurtları hoplatsa da, o kurtları terbiye edebilirdim. Canı çıkasıcalar, insanı usluca oturtmuyorlardı. Yediğim it ayakları midemden ağzıma kadar geldi.

Halam, elinde helva tepsisiyle yanımda durdu. Yengem “Dayın helvayı çok sever, ona da götüreyim,” diyerek bir tabak daha aldı. Kurtlar hep bir ağızdan “Açgözlü gargamel, kocasının muhtar olmasından bile utanmıyor. Babannemin çöpe attığı leğenleri de toplamıştı. Onca parayı n’apıyorlarsa?” dedi. Allah’tan ben demedim.  Hiçbir şey dememeye devam ederken, halam helvayı bana uzattı. Uslu bir şekilde aldım. Anneme baktım. Epey uzaktaydı. Elinde helva yoktu. “O çoktan helvasını yemiş, üstünde sigarasını bile içmiştir,” dedi kurtlar. Ben de başlayıp hızlıca yersem Oya ile aynı anda bitirebilirdim. Kaşığımdaki helva dağının hepsini ağzıma doldurdum. Dağı enkaz haline getirmek için çiğnerken, hiçbir tat alamadım. Tadı kum gibiydi. Kumdan dağ olmazdı ki. Çok çiğnemeden hepsini yuttum. Yengeme “Bunu da dayıma götür,” diyerek helvayı uzattım. İçimdeki kurtlar suratlarını ekşitti.

“Beğenmedin mi kız ekemiş?” Kurtlar, ağızlarının tadı bozulduğu için beni dinlemediler.

“Helvası da kendisi gibi tatsız Kazım Emmi’nin. Kül tablası kokan adamın helvası zaten tatlı olmazdı.”

Yengem “Aboooo” nidasıyla ağzını kapattı. “Ölünün arkasından dediğine bak edepsizin. Öyle ananın verdiği terbiye işte bu kadar olur. İki elham oku diycem de, sana dua da öğretmemişlerdir.”

“Duaları babannem belletti bana. Ne kadar dua okusam da Kazım Emmi cennete gitmez. Hepimizi bezdirdiydi. Kimse evinde istemiyor diye bize gelip uyuyor numarası yapıyordu. Günahı çok onun.”

“Şuncacık çocuğun dediğine bak sen hele! Babana dua et o zaman sen de. O zıkkımı içmesin. Onu cennete gönderirsin.”

Kafamı kaldırdığımda annem artık uzakta değildi. Üzerime dikilmiş gözleri, içimdeki kurtları inlerine kaçırdı. Yengem, it terbiyecisi gözlere “Şu kadının ne çekilmemiş çilesi varmış,” deyip, içi zıkkım dolu çekilmemiş çileleri yanındakilere anlatmaya koyuldu. İtler kaçmasın diye dudaklarımı sımsıkı kapattım. Biraz ısırmış olmalıyım ki ağzıma kanımın lezzeti geldi. Kumlu helva tadının üstüne, bu lezzet hoşuma gitti. Biraz daha ısırdım. Kurtlar kan kokusunu alacak diye korkmadan ısırdım hem de. O sırada kolumdan bir pençe hamlesiyle yakalandım.

“Çayını tazeleyeyim mi yenge?”

Yengem çekilmemiş çilelere, boş çay bardağı ekledi. Annem çay tabaksız çileyi eline aldı. Bardağı da kolumu tuttuğu gibi tutsaydı kesin kırılırdı. Elâleme rezil olmayalım diye, annemin pençelerinin devamı oldum. Fazladan bir kolu, eli, ayağı, çilesi oldum. Bacaklarıma söyledim, onlar da bana, bütün pençe emirlerine uydu. Mutfağa kadar elini tutuyormuş gibi yürüdüm. Mutfağa geldiğimizde bok çuvalına dönüştüm. Silkelenme sonrası sülalenin oğlanlarıyla sigara içen babamın, güzel çoraplarının yakınına fırlatıldım. Güvenli limana gelme şerefine, üç yutkunmalık dudak ısırdım.

“Sahip çık şu dölüne. Beni malamat ediyor içeride. Ne bitmez çilem varmış. Sen burada zıkkımlan, ben ortalıkta hısımlarına hizmet edeyim. Allah canımı ala da kurtulaydım sizden,” sloganları eşliğinde annem çayı doldurdu. Babam, omuzları ve kaşları havada, dudaklarını “napiyim” düz çizgisi halinde, bana bakıyordu. Baba dudakları, tehlikeyi uzaklaştırmayı çok iyi bilirdi. Tehlikeden kaçmayı da.

Annem mutfaktan çıkana kadar çıt çıtlamadı. Babam sigarasından bir fırt bile almadan sadece kafasını salladı. Ne olduğunu sormadı. Her şey olmuş olabilirdi. Annemin sönmeyen öfkesini ondan daha iyi bilen yoktu. Ne kor olabiliyordu ne de su. İçki olurdu bazen. O zaman da ağzından ateş püskürterek, bütün maharetlerini sergilerdi. Ben de görünmez seyircisi olurdum.

Eşek kadar halimle utanmadan kalkıp babamın dizine oturdum. Babamla görüş mesafemiz kısalınca, içimdeki kurtlar sırtüstü yatıp karınlarını açtılar. Sigara dumanı gözlerime, kokusuysa ciğerlerime doldu. Olsundu. Bu koku, içerideki esans kokusundan çok daha güzeldi.

“Helva yedin mi?” diye sordu bana “Gerçi buna da helva denir mi bilmem. Kazım Emmi’nin helvası sonuçta Bal katsan tatlanmaz. Helva değil de ekşili köfte yapılmalıydı. Ne ekşi ne de acı koymaya gerek olurdu.”

“Öyle deme, günah. Ölünün arkasından konuşulmaz.”

“Helvanın canı mı var kızım? Nasıl ölsün?”

“Offf! Bahçeye gitsene sen. Herkesin babası ora…” demeye kalmadan annem kucağındaki kardeşimle mutfağı bastı. Gülbeyaz, kocaman gözleri ve bütün sevimliğiyle uykusundan kurtulmaya çalışıyordu. Hemen bütün sigaralar söndürüldü. Masadaki bütün gözler taş bebeğe çevrildi. Gözümü kırpmadan kendimi babamın dizlerinden aşağı attım. Yerle bağdaş buluştum. Anne kurtlara seslenip ellerimi uzattım.

“Senin işin başından aşkındır annecim, kardeşime ben bakarım,” dediğimde babam çoktan ayaklanmış, Gülbeyaz’ı kucaklamıştı. Bu sessiz emirin sahibi annem;

“Bir yere kaybolayım deme sakın. Akşam okunmadan eve gidelim. Fasulye ıslattıydım. Kendi evimizde onu yeriz e mi?”

Babam en doğru şekilde kafasını salladı. Bu sayede annem başka bir şey demeden mutfaktan çıktı.

“Babacının canıcının, canıcının canı” gibi yaş ya da medeniyete erişmemiş birkaç gıdaklamanın ardından, bana dönüp,  “Canım kızım, Oya’yla oynayın hadi biraz. Babası ona Kazım Emmi’nin cennete mi cehenneme mi gittiğini söylemiştir belki. Cehenneme gittiyse az odun kömür göndersin bize.”

“Kardeşimi bir kere öpmeden şurdan şuraya gitmem.”

“İki kere öp. Hatta üç. Ben ısmarlayayım sana on kere öp.”

“Bir yeter.”

Mutfaktan çıkarken tekli öpüşü, elimin tersiyle ağzımdan silmeye yeltendiysem de kıyamadım. Tatlıydı hakikaten şerefsiz. Yutkundum. Kadınların olduğu odanın kapısında, Oya’yı görebileceğim bir yerde durdum. Gözlerimi hiç kaçırmadan bakıyordum. Fark edilmeyi beklerken içimden üç kere Kevser Suresini okudum. Besmele çekmeyi yine unutmuştum. Çatısından girmiştim üç surenin de. Üç kere besmele çekip duaları tamamladığında Oya ile göz göze geldik. Annesine beni işaret edip bir şeyler söyledi. Annesi baş sallama izni verir vermez yanıma koştu. Duvarlardaki kireçlere sürtünerek bahçeye çıktık. Erkeklere karşı bütün görünmezliğimizle evin bahçesinden geçtik. Basamakları incitmeden, parmak uçlarıyla toprağı eze eze yola indik.

Derin bir nefese kendi sözcüklerimizi sığdıramadan, arkamızdan “haaaağğğğ” sesini duyduk. Bu Oya’nın kendinden iki yaş küçük kardeşi Rahmi’nin sümüklü sesiydi. Kafasında anasının ördüğü, babasınınkiyle tıpatıp aynı takkesi “Nere gidiyorsunuz siz?” diye sordu.

“Camiye gideceğiz, anamın haberi var sana ne oluyor?”

“Bana emanetsin sen. Erkeklerle nem konuşmayın. Edepli durun. Adımızı çıkarmayın.”

Bana hiç bakmadı. Koşarak geri eve döndü. Tam erkek milletinden kurtulduk diye sevinirken bahçe kapısından tekrar aynı ses duyuldu.

“Demedi demeyin he! Ayağınızı denk alın.”

Oya “Gel gidelim” diyerek kolumdan çekti. Cami çayın etrafında, eski bir türbenin çevresine yapılmıştı. Etrafında piknik alanı, çocuk parkı ve bol yeşillik vardı. Yazları kısa etekli insanlar bile gelirdi. Oya’yla cami içinde oynanan evciliklerimizde, ölen babamızı türbeye korduk. Bir keresinde türbe başında babamız için ağlarlarken turistler fotoğraflarımızı çekmişti. Mimberde verdiğimiz konserleri kimseye söylemezdik. Kimseye söylenmeyecek şeyler için birbirlerimize söz vermemize gerek yoktu. Zaten söylenmezdi. Şu an evcilikten ve konserlerden daha ciddi bir meselemiz vardı.

“Babama yaranmaya çalışıyor salak. Sünnet olduktan sonra amma değişti. Koca herif oldu başımıza. Geçen pilav tuzsuz diye anneme bağırınca yedi şamarı. Hâlâ akıllanmadı. Gücü bana yetiyor.”

“Amaaan erkek değil mi, hepsi aynı. Sünnet olunca kabalaşıyorlar. Baksana yabancılara ne kadar kibarlar. Bir de onlara gavur derler.”

“Bıktım bu çocuktan, bıktım. Geçen ojelerimi bulmuş. Kitaplarıma sürmüş hepsini. Bir kına rengi olanı bırakmış. Dua et babama söylemedim diyor şeytan.”

“İstedikleri her şeyi yapıp cennete gideceklerini sanıyorlar bir de. Kazım Emmi’ye baksana. Cennete gitmiş gibi herkes ağlıyor. Mekânı cennet olsun, da bence olmaz.”

“Onun gittiği cennet başka.”

“Hangi başka cennet? Baban mı dedi?”

“Aklı eksik diye tahtalıköy cennetine gitti.”

“Baban mı dedi?”

“Ben dedim. İnanmıyor musun? Rahmi dese inanırdın kesin?”

“İnandım, inandım. Valla billa inandım. Aklı kıtların helvası böyle oluyormuş demek ki. Beğendin mi sen helvayı?”

“Bilmem, helva işte.”

“Kızını bıçakladığından çocukları evde istemiyormuş biliyon mu? Tavuk gibi de kokuyordu. Helvası da kendisi gibi. Bence tahtalıköy başka cennet değil. Başka cehennem.”

“Ölünün arkasından öyle konuşulmaz, günah. Allah seni cehenneme atar.”

“Allah çocuklara günah yazmaz. İnanmazsan babanneme sor.”

“Babam hiç böyle bir şey demedi.”

“Babannem Hulusi abiden daha çok namaz kılmıştır. Akıllım! Hem sana böyle bir şeyi niye desin? Sonra askılı giyersin, erkeklerle oynarsın, ayakta çiş yaparsın.”

“Emin misin? Ne zaman günah yazmaya başlarmış? Onu da dedi mi?”

“Aklı ne zaman ererse o zaman başlarmış. Düşünsene, büyümeden ölürsek cennete gideriz. Rahmi bile cennete gider. Orada da rahat bırakmaz seni.”

Sekerek güldüm. Gülerek sektim. Hızlandım. Oya’nın önünde durdum.

“Rahmi’den kurtuluşun yok senin. Biz ölürsek o da heves eder.”

“Ölemez o. Sünnet olduğunda da ödü koptu. Hiç korkmadım, hiç acımadı dediğine bakma. Ödlektir. Annem çok üzülür ama keşke o da ölse. Hem bize yemek de yapar.”

“Cennete yemeğe ihtiyacımız olmaz. Yine de sen bilirsin, ölürse gelsin. Benimkiler gelemez. Öldüklerinde cehenneme gidecekler. Hem kardeşimi de bırakamazlar.”

“Cennete istediğin her şey oluyormuş. Uyumak da gerekmiyormuş. Sabaha kadar televizyon izleyebiliriz orada.”

“Dedem de beni gördüğüne çok mutlu olur. Dedemle birlikte, cennetten öldüğüme kimlerin üzüldüğünü izlerim.”

“Nasıl öleceksin? Ben de Rahmi’den kurtulmuş olurum aslında. İstediğim saatte eve girerim. Öldüğümde Allah’a derim, annemi de alırız.”

“Allah’la öyle istediğin zaman konuşamazsın ama dedem halleder. Caminin avlusundaki çalı domateslerinden toplayalım. Geçen yediğimde karnım ağrımıştı. Babannem toprak yedirmişti ağrım geçsin diye. Çok çok yersek ölürüz. Dağa çıkıp yiyelim. Hemen bulamasınlar bizi. Öldüğümüzde çok merak ediyorlar mı? Nerelerde arıyorlar? Arkamızdan neler söylüyorlar onu da görürüz.”

Ceplerimize yemişleri doldurururken Oya’ya göstermeden birkaç tane ağzıma attım.

“Ölürken çok karnımız ağrımaz inşallah.”

“Ağrırsa toprak yeriz geçer. Hava kararmadan ölmemiz lazım. Karanlıkta yukarıdan izlemek zor olur.”

Hiç konuşmadan yürüdük. Küçük bir tepeye çıkıp, çıplak toprağa oturduk. Topladığımız bütün yemişleri bir taşın üstüne koyduk. Terliklerimi çıkardım. Toprağı biraz kazıp ayak parmaklarımın arasını toprakla doldurdum. Mezarıma alışmak için önce ayaklarımı sokuyordum. Bekledik. Bekledik. Toprak soğudu, beklemeye devam ettik.

“Süslü mezar istiyorum ben. Bembeyaz mermerle kaplanmış, üstünde çiçek olanlardan. Eviniz yakın, arada yanıma gelirsin.”

“Ölürsem gelemem ki. Geç oldu. Ben ölmekten vazgeçtim. Eve gidelim. Annem çok kızacak.”

“Evde mi öleceksin? Seni merak etmişlerdir tabii. Sen git.”

Oya eline bir avuç toprak aldı. Ağzını toprakla, gözlerini nemle doldurdu.

“Evde ölemem. Hadi kalk,” diyerek elindeki toprağı bana uzattı.

“İstemiyorum. Cennetten mektup yazarım sana. Büyüyünce ölüp cehenneme git de göreyim seni.”

Ağzında kalan toprak kalıntılarını yere tükürdü. Çok tükürdü diye korkup ağzına biraz daha toprak attı. Gözlerinden yaş gele gele yedi.

“Ben gidiyorum.”

“Dur tamam tamam. Yalnız gitme. Bir daha benimle oynamana izin vermezler.”

Yemişlerin kırmızısı, toprağın karası elime bulaşmıştı. Eve yaklaştığımızda Rahmi koşarak yanımıza geldi.

“Neredesin kız sen? Akşam ezanı okundu. Ne sürtüyorsun ortalıkta? Babam bacaklarını kıracak, düş önüme,” havlamasıyla Oya’yı çekip benden aldı. Oya sesini yuttu. Başını eğerek ayaklarını sürte sürte Rahmi’nin önüne geçti. Rahmi hızlanması için onu arkasından itiyordu.

Kurtlar, “Bu çocuk tam cehennemlik,” diye uludu.

Evin önündeki çöp ağzına kadar dolmuştu. Bahçeye giren merdivenleri çıktım. Ne plastik sandalyeler, ne semaver ne de çirkin kalabalık vardı. Avluda azıcık ayakkabı ve terlik kalmıştı. İçeri girdim. Mutfaktan bulaşık yıkama sesleri geliyordu. Tekrar avluya gidip babamın ayakkabılarını aradım. Bulamadım. Belki de ekmek almaya gitmişti. Annemin terlikleri de yoktu. Beni bırakıp gezmeye mi gitmişlerdi? Belki de beni aramaya çıkmışlardı. Bu düşünce ile gülümserken arkamdan babannemin sesi geldi.

“Sizinkiler eve gittiler. Sen burada kalırsın.”

“Karnım ağrıyor, ben eve gidicem. Babam beni hastaneye götürsün.”

Babannem avludaki çeşmede, abdest almak için kollarını sıvıyordu.

“Helvadandır, yat uyu bir şeyin kalmaz.”

Babannemin yanına gidip pantolonumun paçalarını dizime kadar çektim.

“Ben de namaz kılacağım.”

Babannem gülerek dudaklarını dualıyordu.

“Çocukların sevapları yazılır mı babanne?”

“Kazım Emmi’ne mi kılacaksın namazını?”

“Yok, kendime ve komşunun tavuklarına.”

DİLARA ULU

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Nisan Erdem, Everest Yayınları tarafından yayımlanan “Rüyanın Oltasında” adlı kitabının ardından Yavuz Yavuzer ile söyleşti.

Bağlantı profilde.

@1yavuzyavuzer
@nisan.e
@everestyayinlari
...

Ekibimizin üyelerinden Selnur Güneş, “Yıldızçiyi” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@selnurgunes
...

İlayda Özcan, “İlgili Edebiyatla” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@ilaydaa.ozcn
...

Senem Balaban, “Zavallı Yalnız Bilgisayar” isimli yeni öyküsüyle Yazı-İşleri’nde.

Bağlantı profilde.

@sen_emba_laban
...

Atakan Boran’ın yeni öyküsü “Eski Güzel Günler” Yazı İşleri’nde.

Bağlantı profilde. 📌

@atakanboran1
...

Tuğrul Karataş, “Kanlı Batak” isimli öyküsüyle Yazı-Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@tugrulkaratas
...

Gamze Güller, Everest Yayınları’ndan yayımlanan Zürafanın Bildiği kitabının ardından Yavuz Yavuzer ile söyleşti.

Bağlantı profilde.

@gamzegullergg @1yavuzyavuzer @everestyayinlari
...

Uğur Demircan “Masal” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

Fotoğraf: Aydın Akburak
...

Sudenaz Kahraman, “Kül” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@sudenazzkahraman
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin son öyküsü “Bakkalın Oğlu” Sümeyye Batur’un kaleminden Yazı İşleri’nde.

@spslslsmy

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin üçüncü öyküsü “Mavi Güneş” Enes Yazan’ın kaleminden Yazı İşleri’nde.

@enesyazan_

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin ikinci öyküsü “Süt” Azra Ertek’in kaleminden Yazı İşleri’nde.

@azrertk

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin ilk öyküsü “Radyo” Arman Yazan’ın kaleminden Yazı İşleri’nde.

@armanyazan_

Bağlantı profilde.
...

“Merhaba, ben Füruzan…”

Murat Uğurlu’nun kaleminden, üç uzun yaz ikindisinde yolunun kesiştiği Füruzan’a veda mektubu “Benim Füruzanlarım” Yazı İşleri’nde.

“İnsan olmak böyle bir şey midir acaba? Beşikten mezara upuzun, harcıâlem, manasız bir huzursuzluk…”

Bağlantı profilde.

@murat.vesaire
...

Van’da genç yazarlara, “Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak” isimli bir atölye veren Serpil Canalan bu yolculuğunu “Bir Çizgili Defter Meselesi” yazısıyla kaleme aldı.

Bağlantı profilde.

@serpilcnln
...

Mehmet Can Şaşmaz, “Ceza” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@mehmetcansasmaz
...

Ahmet Erkam Saraç, “Sakın Efsane Söyleme” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@aerkamsarac

Bağlantı profilde.
...

Oğuz Dinç, “Herkesin Derdi Kendine” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@oguzdinc_official

Bağlantı profilde.
...

Dilara Ulu, “İzafi Mesele” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@dileabag

Bağlantı profilde.
...

Mehmet Can Şaşmaz, “Ödül” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@mehmetcansasmaz
...

Yazı İşleri


Künye

Yayın Yönetmeni

Murat Çelik


Yayın Kurulu

Duygu Değirmenci

Elif Yeşilkaya

Eris İnal

Fırat Yılmaz

Gülcan Ayral

Hatice Tosun

Müge Oskay

Salihcan Sezer

Tolga Esat Özkurt

Yavuz Yavuzer

İletişim

[email protected]

Press ESC to close