İnsanın kişisel tarihi tanıdığı en eski aile üyesiyle başlarmış. Gözlerimi kapatıp çocukluğumu hayal ettiğimde, bir kapı aralığından görünen ninemin yüzü canlanıyor. “Koşma kızım” diye seslenişi hâlâ kulaklarımda.
Ananemin annesi olan o yaşlı kadın artık yürüyemeyecek yaştaydı. Sanırım o yüzden koşan çocuklar ona dehşet verirdi.
Ninem öldüğünde beş yaşında olduğum için Duygu ablama göre onu anımsamam mümkün değil. Duyduklarımdan ve fotoğraflardan onu biliyor olmalıyım ama ben aklımdakilerin bir kurgu olmadığına eminim.
Kınalı saçları vardı. Havluları berbat ettiği için ananem söylenir dururdu. “Doksan yaşına gelmiş hâlâ süs peşinde hasbam!”
Kulakları az işiten ninemin küfürlere özel bir işitme yetisi vardı. Kürtçe, Ermenice ve Rumca küfürleri anlar, aynı dilde karşılık verebilirdi.
Okuma yazma bilmeyen ninemin yabancı dile yatkın bir beyni vardı. Büyük dayım eve Cine5 bağlandığında alt yazılı filmlerden İngilizce anlar oldu.
Silahların ne zaman patlayacağını önceden biliyordu. Varlıklı bir ailede büyüyüp, eğitim görmüş olsaydı ülkenin ilk kadın çevirmeni olurdu; ama ülkenin yeni baştan kurulduğu yoksulluk dolu o yıllarda, kendi neslindeki pek çok kadın gibi yetenekleri heba oldu.
Ninemin genleri üç kuşak sonra teyzemin kızlarına geçmiş olmalı. Hepsi süper liseye girdi. Ece bülbül gibi İngilizce konuşuyordu. İlkokuldan sonra Anadolu lisesine girmiştim. Dil eğitimine daha erken yaşta başlamama rağmen onun kadar iyi konuşamıyordum.
Her yaz annemle teyzem bizi karşılarına alır, İngilizcelerimizi yarıştırırdı. İngilizce bilmezlerdi. Kimin daha uzun konuşabildiğini ve daha az “yes no” dediğini ölçüt alırlardı. Bana göre sorulan bir soruya yes ya da no diyerek cevap vermek ifade özgürlüğüydü. Onlara göreyse bu ifade yetersizliğiydi.
Annem beni anadilimde bile anlamıyordu. O bütün sevgisini, tıpkı güzelliği gibi Nurgül ablama verdiğinden bana tahammülsüzlükten başka şeyi kalmamıştı.
Ablam kız meslek lisesinde okuduğu için hiçbir zaman teyzemin çocuklarıyla dil yarışına sokulmadı. Aslında bir bayram günü çatı katında teyzemin oğlu Erhan ile dillerini güreştirircesine öpüştüklerine şahit olmuştum ama bayram harçlıklarını rüşvet olarak verdikleri için gördüklerimi kimseye söylememiştim. Tabii suskunluk yeminimi tutmamda ablamın tehditlerinin de etkisi olmuştu.
Anlaşıldığı üzere ablam büyük ailemizin gözdesiydi. İlk torundu. Ananemin ismini taşır ve ona çok benzerdi.
Denilene göre biber gazlarına pek alışık olan Zapatist Cezmi dayım bile ablamı altı aylıkken ilk gördüğünde bu benzerlik karşısında duygulanıp gözyaşlarını tutamamış. “Sen bize annemizi doğurmuşsun abla” diyerek anneme sarılıp ağlamış.
Kimse Meksika dağlarına çıkmayı düşünen bir eylemciye bu duygusallığı yakıştıramamış. İşte o zaman Cezmi dayımın Latin Amerika’ya olan hayranlığının, geniş kalçalı ve dolgun dudaklı kadınlara tutkusundan dolayı olduğu netleşmiş.
Kimilerine göre bu zaafı ninemin dublajsız izlediği Meksika dizileri yüzündenmiş. Daha küçük bir çocuk olan Cezmi dayım konuşmalardan tek kelime anlamadığı için görüntülere fazla odaklanmış. O diziler esmer güzelleriyle dolu olduğundan böyle bir ilgi doğmuş.
Ailedeki herkes gibi dayımı anlayışla karşılıyorum. Yine de Meksika uçak biletini örgüte aldırtma niyetiyle Zapatist olması kanımca pek hoş olmamış. Ama uçak biletini Zapatistler değil, başka bir örgüt almış.
Cezmi dayımın Latin sevgili bulma tutkusu onu Latin Amerika’dan önce Kapalı Çarşı’ya sürüklemiş. Sahaflardan edindiği “İspanyolca Öğreniyorum” kitaplarıyla yarım yamalak İspanyolca öğrenen dayım her milletten turistin gezdiği Kapalı Çarşı’da bir halıcıda çalışmaya başlamış. İyi niyeti ve çalışkanlığıyla esnafın sevgisini kazanmış. Tabi üçkâğıtçıların kol gezdiği çarşıda onunla eğlenmek isteyenler olmuş. Kalacak yer arayan Yemenli bir kadın tezgâhtarı dayıma Dominikli bir devrimcinin sürgündeki kızı olarak tanıtmışlar. Kavruk tenli bu kadın pek güzel değilmiş ama Latin kadınlarınkine benzeyen kıvrımları varmış. İşitme engelli taklidi yaptığı için dayım bu yalanı iki gün yutmuş, üçüncü gün içindeki kuşku büyümüş. Kadının önüne dünya haritasını koyup, Dominik’i göstermesini istemiş. O anı herkes nefesini tutarak izlemiş. Bazıları kaş göz işaretleriyle kopya vermeye çalışmış. Kadınsa, kendinden en çok emin görünen kişi olan nargilecinin imlediği yere parmağını bastırıp Haiti’yi gösterivermiş. O an tezgâhtarların kurduğu tezgâh bozulmuş. Herkes Bizanslılar gibi kahkaha atmış. En sinir bozucu kahkahayı atmaksa Yahudi bir kuyumcuya nasip olmuş. Altından dişlerini göstererek zavallı Cezmi dayımın yüzüne ekşi kokulu kahkahalar savurmuş.
Dayım, tefecilik yaptığı için zaten hiç sevmediği o adama kin gütmüş. İntikam almanın hayalini kurmuş. Sonunda bir akşam aklına, zamanın birinde Beyazıt’ta Zapatist ararken karşısına çıkan gençler gelmiş. Onlar Filistin mücadelesini destekleyen gençlermiş. Bir öfkeyle çarşıdan çıkıp yanlarına gitmiş. Faşist olduklarını öne sürdüğü esnafın, gururuyla nasıl oynadığını anlatmış. Birlikte tefeciyi kaçırmayı teklif etmiş. Tefecinin hangi günlerde Tahtakale’ye para taşındığını bildiğini söylemiş. Karşılığında Meksika’ya bir uçak bileti istemiş. Bu plan gençlere pek cazip gelmiş. Bir hafta sonra Yahudi tefeci bir çanta dolu parayla ortadan kaybolmuş. Herkes esnaftan topladığı paralarla kaçtığını düşünmüş ama işin aslı iki gün sonra tefeci yüzü gözü morarmış halde ortaya çıktığında anlaşılmış. Cezmi dayımsa o gün Meksika semalarındaki bir uçaktaymış.
Nineme bunu açıklamak zor olmuş. “Cezmi Meksika’ya, Zapatistlerin yanına gitmiş,” dendiğinde duymayan sağır uydurur misali “Ne? Meksika’ya zabıta olmaya mı gitmiş? Buradaki belediyeye soksaydık ya!” demiş. Gözü yaşlı ananem hakaretlerle üstüne yürümüş, “Zaten hepsi senin yüzünden oldu yaşlı bunak!” diye haykırmış. “Meksika dizilerini izlete izlete çocuğun aklını karıştırdın. Allah canını alsa da kurtulsak!”
Bu bedduadan bir hafta sonra ninem solunum yetmezliği nedeniyle hastane kaldırılmış. Son anlarında başında annem, teyzem ve ananem varmış. Ananem utancından yüzüne bakamıyormuş. Ninemse son nefesini vermeden önce ondan yaklaşmasını istemiş. Ananem meraklı şekilde saçını geriye atıp kulağını eğdiğinde ninem r’lere bastıra bastıra “perra” demiş ve ebedi uykusuna dalıvermiş.
Bu sözcüğün anlamını bilmek yıllar sürmüş. Uzun süre annem ve teyzem ninemin Pera’yla ilgili bir şey söylemek istediğini sanmış. Pera’da gizli bir dükkânın miras olarak kaldığını düşünmüşler. Bir umut tapu dairesine gitmişler. Ninemin üstüne bilinen mallardan başka şey çıkmamış. Daha doğrusu sürpriz bir miras çıkmış ama o kilitli sandığından çıkmış. Öldükten sonra sahte gözyaşları eşliğinde açılan elli tane Reşat altın çıktığında herkesin yaşlı gözleri parlamış. Kira geliri olduğu biliniyormuş ama evden çıkamayan o yaşlı kadının dul maaşını ve kira gelirini altına çevirmesi için birine ihtiyacı varmış. O kişi muhtemelen her ay düzenli olarak kendi payını cebe indiriyormuş. O da olsa olsa küçük teyzem olurmuş.
Cezmi dayım bunu duyduğunda çok öfkelenmiş. Meksika’dan haber vermek için aradığında asıl haberlerin bizde olduğunu öğrenmiş. “Madem bu kadar altını vardı bana neden bir uçak bileti almadı? Artık ondan kalan hiçbir şeyi istemiyorum. Perra!” diyerek telefonu kapatmış. Herkes bu sözle hayrete düşmüş. Hiçbir şeyden haberi olmayan dayım konuşmasını nasıl aynı sözcükle bitirmiş?
O sıralar mistik şeylere merak sarmış olan Suzan yengem bunun geçmişi sonlandırıp huzura kapı açan anahtar sözcük olabileceğini söylemiş. Ninemin ruhunun bütün aile üyelerini dolaştığını, en sonunda Meksika’ya gittiğini ve oradan bize mesaj gönderdiğini öne sürerek, bu sözcüğü ninenim mezar taşına yazmayı önermiş. O büyüleyici anın etkisinde olan aile üyeleri bunu hemen kabul etmiş. Ananemse “Önce sözcüğün ne anlama geldiğini bir öğrensek mi?” demiş. O yıllar internet olmadığı için evde buldukları İngilizce, Bulgarca, Almanca ve Fransızca sözcüklerine bakmışlar ama bir karşılık bulamamışlar.
Annem o günlerin birinde ninemi rüyasında görmüş. Ninem beyazlar içinde, kızgın bir halde karşısına geçiyor “Mezar taşım niye hâlâ hazır değil; Perra!” diyormuş.
Bu rüyayı dinleyenler gözyaşlarını tutamamış. Bazı akrabalar ninemin kendilerine de göründüğünü söyleyince ölüyü huzura kavuşturma niyetiyle mezar taşını yaptırmışlar. Mezar taşında isminin altında şöyle yazmış: “Sevgili annemiz huzur içinde yat, Perra.”
Cezmi dayım ancak yıllar sonra ananem öldüğünde memlekete ayak basmış. Cenazede üç şey açığa çıkmış; dayım hayalindeki esmer güzeli bulmuş, Zapitistlere katılmamış, dönerci olmuş ve Perra İspanyolca kaltak anlamına geliyormuş.
Çocuk olduğum için cenaze törenine götürülmemiştim ama duyduğuma göre dayım o karlı günde yüzünde kar maskesiyle mezarlığın yolunda belirdiğinde tıpkı Subkomando Marcos’a benziyormuş. Herkes ürpererek ona bakmış. Bazıları göğsüne çapraz asılmış bir kurşun şeridi gördüğünü sanmış. Neden sonra bunun atkı olduğu anlaşılınca derin bir nefes almışlar.
Dayımın yanında Meksika dizilerinden fırlamış gibi görünen güzel bir kadın varmış. Lilly yenge ailedeki herkesin beğenisini toplamış.
Ananem defnedildikten sonra dayım pançosunun içinden çıkardığı bir gülle ninemin mezarına yönelmiş. O an Zorro kadar romantik görünüyormuş. Neden sonra mezar taşındaki karları eliyle sildiğinde, bu hareketi ninemin yüzünü okşar gibi yapmış, gördüğü yazı karşısında öfkeyle bağırıvermiş.
“Lan siz manyak mısınız, mezar taşına kaltak yazdırmışsınız!”
O an mezarlıktaki kuşlar havalanmış. Herkes panik içinde suçu karşısındakine yığmış. Birbirini işaret eden eller havada çarpışıyor, her kafadan bir ses çıkıyormuş. Bu halleriyle İtalyan ailelerine benzemişler. Arada İtalyanca küfür edenler olmuş. Suzan yenge bayılma taklidi yaparak kendini kurtarmaya çalışmış. Cezmi dayımsa yıllar önce telefonda ettiği İspanyolca küfrü anımsamış. O an omuzlarına bir yük binmiş gibi kamburu çıkmış. Pişmanlıktan çocuk gibi ağlamış. Dizlerinin üstüne çöküp “Beni affet nine” dedikten sonra pançosunu çıkarıp, mezar taşının üstüne örtmüş.
Benim büyük ailem günler, haftalar boyunca ninemize karşı duydukları vicdan azabından nasıl kurtulacaklarını düşünmüşler. Tabi Suzan yengeye düşünmeyi yasaklamışlar. O bir köşede oturup sessizce ağlamış. Sonunda annem ninemizin adına bir çeviri ödülü koymayı önermiş. Herkes bu parlak fikir karşısında havalara uçmuş. Ödül İspanyolcadan Türkçeye çevrilmiş bir edebiyat eserine verilecekmiş. Jüri üyeleri teyzem, kuzenim, annem ve Cezmi dayımdan oluşturulmuş.
Annem fikri bulan kişi olduğu için jüri başkanı olmak istemiş ama günler süren kavgalar sonunda İspanyolcaya en çok hâkim olan Zapatist dönerci Cezmi dayım devrim niteliğinde yaptığı hamleyle başkanlığı ele geçirmiş. Bir defaya mahsus olan bu ödül, ninemin ölüm yıldönümünde Pera Palas’ta düzenlenen törende sahibine verilmiş.
Ben çocuk olduğum için ödül törenine de götürülmemiştim. Bizim ailede törenler çocuklar için değildi. Ama herkesin o gece eve nasıl huzurla döndüğünü dün gibi anımsıyorum. O gün anlamıştım, bazı ödüller, alanlar için değil; verenler içindi.
Bir yanıt yazın