Çeşitli dergilerde yer alan öyküleriyle tanıdığımız Duygu Terim’in ilk öykü kitabı Aslında Her Şey Yolunda, Şubat 2024’te Notos Kitap aracılığıyla okurla buluştu.
Duygu Terim, on üç öyküden oluşan Aslında Her Şey Yolunda’da hayal âleminde yaşayan, kendisini her şeyin suçlusu olarak gören, çıkış yolunu aşkta bulan, toplumsal rolleriyle barışamayan kahramanlarla tanıştırıyor bizi. Kendisiyle uzlaşamayan, toplumla uyuşamayan bu kahramanların fark etme ve yüzleşme yolculuklarına tanıklık ediyoruz.
Hep yapılması gerekeni yaparken kişiliklerinden kaybettikleri parçanın peşine düşen kadınlar kitap boyunca en sık rastladığımız karakterler. “Kocamın Güneşi Terazi Burcunda” ve “Sarı Duvar Kâğıdı” öyküleri, her şeyin yolunda olmadığını fark ettiğimiz ilk durak oluyor.
Kitabın da giriş öyküsü olan “Kocamın Güneşi Terazi Burcunda”, ana karakterin yaşamındaki sorunları ele almak, çözmek için astrolojiye inancından, spiritüel uygulamalara olan bağlılığından besleniyor. Nesrin, en yakın arkadaşı Tuba ile kocasının ilişkisini gün yüzüne çıkarırken dolunayın etkisi, tarot kartlarının seçimi, mantralar ve astrolojik göstergeler karakterin içsel yolculuğunun okura yansıtıldığı metaforlara dönüşüyor. Böylece öykünün odak noktası olan karakter gelişimine ulaşıyoruz.
Nesrin’in gelişimini sağlayan iki temel unsur karşımıza çıkıyor. İlki aile dinamikleri diğeri ise kişisel inanç sistemi. Kocası ve otizmli oğluyla çevrili yaşamı, öykünün iskeletini oluştururken yarattığı inanç sistemi ise atmosferi şekillendiriyor. Öykü boyunca Nesrin, yazarın Julio Cortazar’ın “Axolotl” öyküsüne yaptığı göndermeyle de bunu pekiştirerek, kader ve özgür irade arasındaki ilişkiyi keşfetmeye çabalıyor. Yaşamındaki olayları maruz kaldığı kadersel döngü yüzünden mi yoksa kendi kararları sonucunda mı yaşadığını sorguluyor. Finalde artık kendini bir semender olarak gören oğlunun parmağını kesmesiyle asıl soruya ulaşıyoruz; özgürlük için nelere katlanıyoruz.
“Sarı Duvar Kâğıdı” da benzer bir katlanış hikâyesini Charlotte Perkins Gilman’ın aynı adlı öyküsünün izleriyle anlatıyor. Üç kadının karşılaşmasını konu alan bu hikâyede, kadınlar arası sosyal ilişkiler, yazarın buradan hareketle hissettirdiği karşılaştırmalar anahtar noktalar olarak ön planda bulunuyor. Farklılıkların altında yatan baskı ve sıkıntılar benzer. Terim’in göndermelerle bezediği anlatım tarzında iç seslerin dış dünyaya farklı şekillerde yansıdığını görüyoruz. Ateşin başında el ele dans eden iki kadın figürünün olduğu sarı duvar kâğıdı, durmayan yağmur, çamurlu ayakkabılar benzeri detaylar karakterlerin içinde bulunduğu kaotik durumu yansıtmak için tercih edilirken; bitmek tükenmek bilmeyen ev işleri, çok çalışan babalar, babanın eksiğini kapatmak için sürekli meşgul olan anneler gibi klasikleşmiş kadın rolü stereotipleri ironik bir dille eleştiriliyor. Özenle seçilmiş mekânlar hikâyenin akışını sağlamlaştırarak okuyucunun olayların gelişimini takip etmesini kolaylaştırıyor.
“Küçük Kayalar” ve “Melike” öyküleri, her şeyin yolunda olmadığıyla yüzleştiğimiz diğer durak oluyor. Kendi içinde akrabalığı olan bu iki öykünün ana karakterleri, kadınlıktan düşürülme hallerinin kaynağını bulmak, onunla yüzleşmek için köyüne, mahallesine, evine, anılarına geri dönen Gözde ve Melike’nin hikâyesini anlatıyor.
“Küçük Kayalar”, unutmanın önündeki en büyük engelin, yüzleşmenin izini süren bir öykü. Gözde’nin köyüne dönüşü geçmişiyle hesaplaşma fırsatı sunuyor. Palavra olduğuna inandırılan çocukluk travmasının, özellikle babaanne, baba, Efendi, Çolak gibi figürlere ait hatıralarının, kimliğini ve algısını nasıl şekillendirdiğine şahit oluyoruz.
Terim, yirmi yıldır taşın yerinin bile değişmediği uzun köy yolunu tasvir ederken Gözde ile beraber okuru da her dönüşün, köklerine dönme, geçmişle bağlantı kurma isteğiyle, aidiyet duygusu ve kimlik arayışıyla ilişkili olduğuna hazırlıyor. Gözde’nin küçük kayaların üstünden geçerken anımsadığı sahneler onun için birçok duygusal, zihinsel çatışmaya sebep oluyor. Öykü boyunca baba, babaanne, Çolak gibi yozlaşmış tiplemeler üzerinden köyde yaşanan, üstü kapatılan miras, taciz, tecrit gibi olayları, toplumun nasıl değiştiğini ve insanların nasıl unutma eğiliminde olduğunu okuyoruz.
İlk bakışta sadece babaannesinin cenazesine katılmak gibi görünen bu dönüş, aslında derin duygusal ve zihinsel hesaplaşmaları da beraberinde getiriyor. Gözde’nin hikâyesine eşlik eden, duygusal yükünü paylaşan iki yan hikâye daha oluşturuyor Terim. İlki Gözde gibi çocuk yaşta Çolak’ın tacizine uğramış, akli dengesini kaybetmiş Efendi, ikincisi ise köyün damarlarına işlemiş bu ikiyüzlü yaşamı kabul etmediği için tecrit edilmiş Melike.
Buradan “Melike” öyküsüne geçtiğimizde böğürtlen çalılıklarının, kirkit sesinin bu iki kadını nasıl tek bir hikâyede birleştirdiğini görüyoruz.
Melike, aynı köyü yaşadığı ikilemler, iç çatışmalar ve değişim süreci üzerinden aktarıyor. Ailesinden uzaklaşma, farklı bir hayat kurma arzusu ile kökleri arasında yaşadığı çatışma, geleneksel toplum yapısını temsil eden babasının beklentileri, cinsiyet rollerinin etkileri, şehirdeki olaylara karşı köyün politik durumu, toplumda var olan farklı görüşler ve algılar arasındaki gerilim döneme dair düşündürücü bir tablo çiziyor.
Öykünün geneline hâkim olan doğa ve semboller aracılığıyla anlam katmanları oluşturuluyor. Orman, köy hayatının güvenliğiyle Melike’nin iç huzuru arasında bir tezat yaratırken, ateş ve ışık sembolleri, umut, aydınlanma temasını yansıtıyor. Terim, iç monologlarla, detaylı betimlemelerle zenginleştirdiği bu öyküde olay örgüsünden ziyade atmosfere eğilmeyi tercih ediyor. Rüyalar, canavar, mağara gibi sembollerin Melike’nin içsel dünyasını yansıttığını görüyoruz. Ayrıca, köy ve şehir arasındaki zıtlık da bir sembol olarak kullanılmış.
Duygu Terim’in kitap boyunca anlatım tekniği oldukça dikkat çekici. Sıklıkla yer verdiği ironik anlatımıyla gerilim unsurunu besliyor. Öykülerinde çeşitli karakterler bulunmakta. Bu karakterleri derinlikli betimlemiş olması her birinin altında yatan daha fazla katman bulunabilmesini sağlıyor. Merkeze aldığı aidiyet, ilişkiler, toplumsal beklentiler, kişisel özgürlük gibi evrensel konular, her öykü özelinde kullanılan nesneler, şarkılar, tablolar, başkaca yazarlar ve öykülerle belirginleşiyor. Bu sayede hayal ile gerçek arasındaki ince çizgi de ön plana çıkıyor. Yaşantılar, alışkanlıklar, iletişim engelleri, beklenmedik olaylar hikâyenin ritmini oluştururken okurun dikkatini de canlı tutuyor. Özenle seçilmiş sözcüklerle zenginleştirdiği üslubu, derdini ustalıkla işleyişi derin bir düşünme, hissetme deneyimi sunuyor.
Yolculuğun sonuna geldiğinizde kendi duvarınızdaki Sis Denizinde Amaçsızca Dolaşan Gezgin’i fark edip “Aslında her şey yolunda mı?” diyorsunuz. Çünkü ilk anlama göre kaybolmuş ya da ikinci anlama göre önceden belirlediğiniz bir yere gitmekte olabilirsiniz.
Bir yanıt yazın