İzafi Mesele – Dilara Ulu

Bu acımasız hayatın acılarını yaşamak üzere, mucizeler beklentisi dışında hiçbir hayalimin olmadığı bir geleceğin içine balıklama dalmış oldum.”

Rüzgâra teslim, eve savruldu. Başka türlüsü pek de mümkün değildi. Ayakları tersine esme çabasında da olsa bedeni rüzgârla işbirliği halinde. Gün, zaman üzerine oynadı bütün bahsini. Sabahı, öğleni ve önceki birçok dününü bitmeyen bir akşamüstüne yatırdı. Üzerine katranlar dökülmüş tek bir an. Derin uykulardaki rüyalardan tut, sabahın ilk ışıklarına var. Mahmurluğun elinin tersi kaldırımından dön, orada. Kime sorarsan sor. Gösteremez. İnkârın en yakın eşiği. Gelecek, utanmadan bir de çatacak.

Ev meydanı, evlilik harbi. Tanıklara siper harabe kapının önü. Göğsünü dinle, sonra dinmesini bekle. Nefes yoklaması, yerinde. Yol boyu cepte oynaşan anahtarlara gün yüzü göstermeden önce, kapı zilinin anahtarına kayan bakışlar. Kısılan gözler. Zilin üzerindeki boyalarda sek, lekelerde dur.

Görece kirli parmaklar, ak pak alçak tarafı marş eşliğinde yükseltmeye koyuldu. Kulaklar uzun uzadıya tırmalandı. Marşa, uygun adım eklenmeden bitirdi taarruzu. İki asker parmak tükürükle koşullandırıldı. Başından kesik tekrara düşen marşlarla, bir hücum daha. Baş parmağı kararlı da olsa, düşman çığlığı keskin ve ısrarcı. Geri çekildi. Tükürüğü düşmanın rengini almış, kararmıştı. Parmakta esir düşman askerlerini pantolonuna zincirledi. Sağ omuz yükseldi, kol boyu uzadı. Avucu pusuya yatırıp, ceketi manşetinden dört parmak yakaladı. Baş parmağı gözcülüğünde elinin ayasına yapışık ceket. Son bir hamle. Zilin çığlığına komşu kapısı dayanamadı bu sefer, aralık açıldı.

“Gittiler abi.”

Marş dindi. Uygun da değildi. Adımlar tökez, düşman kendini bilmezdi. Basık topuklu, atık derili bir kundurayla çıplaklığını örtmeye çalışan ayakkabılık yanında, eller aşağı teslimiyet. Temmuz ortası, aralığın ardından gelen ses. Sesin bakışlarını elindeki siyah poşette buldu. Kendinden beklenen harici ne olabilirdi? Poşeti, vücuduna yapıştırdı.

“Anahtarım var.”

“Hee. Zile basınca bilmiyorsundur dediydim abi. Hayırlı günler.”

Günü yeterince hayra doymuş olmalı ki cevap beklemedi. Gıcırtısıyla kapandı aralık. Cepte atmadığı takla kalmayan anahtar, kilitte. Dişi dişine uygun da olsa inatçı. Bilendi. Tahta kapıyı tokmağından kıskıvrak yakaladı. Kendine çekti. Oynaştı ve açıldı. Zil anahtarı, mağlup.

Arkasındaki askılıktan kurtulan kapı, ardına kadar açık. Poşettekilerin şıngırdamasına müsaade etmeden içeri bir adım. Şıngırdakları mutfağa bırakıp, buyurgan kapıyı kapatmak için geri döndü. Ayakkabılığın çıplaklığında tökezledi. El vermedi gönlü böyle bir afişe. İçeri aldı. Kapının davetkâr tavrına set çekmek üzere, ayakkabılık en uygun şekilde yerleştirildi. Ne de olsa bundan sonra kendi düzeni.

Nesnelerin, arta kalanları örtmek istercesine gelişigüzel yerleştiği mutfak. Tereğin bir sırasında, aralarındaki mesafeye aldırmayan üç tabak, iki su, bir çay bardağı. Hiçbir şeyden haberleri yokmuşçasına öylesine bekleme. Araları aşınmış fayanslarla dolu tezgâh. Üstünde, daire biçiminden kurtulan çizik teflon tava ve kulpu yanık alüminyum demlik. Çatal ve kaşıklar, kör olasıca iki bıçakla yakın temas halinde. Nesnelerin olan biteni bu kadar kıyımsızca kabul edebilmesine elde değil öykünmemek. Elde değil sırtındayken bir bıçağın diğerlerine yetişebilmek.

Gözleri kapalı, alçı sıvalı duvara yaslandı. İşaret ve baş parmağıyla, göz şafağı baskını. Başına saplanan ağrıyı alsınlardı. Olmadı. Mutfak ışığı yandı. Aldırış etmedi. Poşetten bir şıngırdağı aldı. Özellikle şıngırdak olsun istenmişti. Onların ezilip büzülerek sessizce çöpe atılmasına gerek yoktu. Artık. Derin bir nefes. Sonrası alışı kadar tepeye dikiş. Salona gitmesi için bütün cesaret kırıntılarını toplamalı. Ev naylon poşetlere sarılırken, geride kalanlarla yaşamanın vakti. Onlar duruma hazırlıklı. Biliyorlardı. Gidenler olacaktı, bir de kalanlar. Göz önünden kaldırılanlar, poşetlere sarılanlar, gazete kâğıdına dolanıp bakkal kolisi sığınaklarına yerleştirilenler. Geride kalanlarsa yaşanmış sayılan ortak bir ömrün cüruf atıkları. Hepsi koridor boyu ayağına takılacaklar. El yordamı, göz ucuyla ulaşmalı salona.

Sigara yanıklarıyla süslenmiş fitilli kadifeden iki çekyat. Bütün gözden çıkarılamışlıklarıyla kıllarını kıpırdatmadan karşılıklı dinelmede. Betonun soğuğunu örtemeyecek bir halı, çeyizden kalma tiftiklenmiş battaniye, iki de kırlent. Bunları insanlığından mı bıraktı? Hayır. Orospu. Kendine gittiği cehennemde yenisini alırdı. Yok. Aldırırdı. Orospu.

Pencereye kolunu yaslayan çekyatın önüne, demir ayaklı ahşap sandalyeyi çekti. Üstüne küllüğü, şıngırdağı, sayısal loto kuponlarını ve küçük kızının resmini yerleştirdi. Her kuponu içinde bulunan aynı kolon.

02: gençken oynadığı Dedespordaki forma numarası.

05: küçük kızının doğum yılının son iki hanesi.

11: tarak kemiği kırılınca hastanede yattığı gün sayısı.

38: büyük kızının okul numarası.

43: kolonun her sene değişen tek sayısı, zengin olacağı yaş.

57: annesigilin ev telefonunun son iki hanesi.

Tek bir sıraya dizilmiş numaralar. Hengâme yok, yerler belli. Tekrara düşmüş mağlubiyetler silsilesi. Bir çıkışı vardır elbet.

Nisan ortası, koltuğun daha ortasında bardağın taşmasına dudak payı kala, “Bu senin son şansın,” uyarısı. Dengesini arayan eller, dengine alınmaya çalışılan ayaklar. Dengine denk tutulması. Hani insan derlerdi, dengi dengineydi. Düzde durabilmiş miydi ki bunu bilebilecekti. Tamamdı, olsundu. Bu da olsundu. Olunmadık ne varsa inadına olsundu. Otuzuna birkaç mevsim kala, gerdeğinin gecesi;

“Ben bunu istemiyorum,” diyebilmişti. “Koşulduğum bu biliyorum. Kendi terimde boğuluyorum. Sen en iyisi babanın evine dön. İnan yapamıyorum.”

Hıçkırıklarla dolu sekansların ilki. Ağlayışın merhametinden doğan kanlı bir orgazm. Sabahında gururundan kırışan, kızıla bulanmış çarşaf. Kızlarının, kız olmadığı halde evlenebilmesinden mağrur ana babayı mağlup eden, kanlı şanlı bayrak. Dalgalan sen de sikime astığım kadar.

O gecenin ardından geçen küsurlu on yedi kocamış yıl. İçi bölük pörçük. Bayramları, hafta sonları, sekizden beşe mesailerini yaşamış saymamalı. Eksiltmeli hepsini ömürden. Evde de, işte denileni yapmakta üstüne yok. En uygun bahaneleri oturtmakta gediğine. Evet demekte, hallederiz. “Bu işin hemen bitmesini istemiyor değilim, en müsait zamanı kollayarak şartların olabildiğince uygun seviyeye gelmesini sağladığımda muhakkak,” diyerek işlerin kısmi yoldan halledilmiş sayılmasında. Sonra kaçmakta. Kendisi olabilme ihtimali olan yer, her neresiyse oraya. Kocalık, babalık, hayırlı evlatlık. Hepsi emanet üstünde. Burası dışında başka bir yerde de olsa. Farkında.

O da istemiyor değil diğer evler gibi olsun evi. Kaynasın aşı olabildiğince, et koksun. Koca erkekliğiyle karısını doyursun. Faturalar ödensin, sofralar kurulsun, misafirler ağırlansın. Hoş gelişler olsun, Allah’a emanetler edilsin. Devrinin fosforlu nişanelerini üzerinde taşısın. Kamaşsın bütün gözler. İmrenmeler, kıskanmalar, aslanımlar ve koçumlarla anılsın adı. Ömrü bütün bunlara kansın. Peki ondan geriye ne kalsın?

Birkaç şişe, yığınla izmarit ceseti. Dördüncüsü artık sidik kıvamında. Yarın cumartesi, daha da gidebilir üstüne. Adisyonu yanlış yazılmış bugünün. Hesabını vermek zorunda değil. Yalnızlığının kefili bu evlilik. Şimdi elinde kalanlara uygun yerler bulmalı. Her neredeyseler, orada olmaması gerekenler topluluğu. Genişlemiş bir güruh. İhtiyacı, geçici olanı ve utancı ağırlalayacak artık.

Hırıltılı sessizlik polifonik bir sesle bölündü. Kimdi? Ne bankalara ne de şahıslara diyecek bir şeyi yoktu. Anlam kaybından mustarip sözcükler, derinlerde bir yerlere kaldırıldı. Onlar da onun değildi. Keşke paketlenselerdi baloncuklu plastiklere. Açılmasaydı. Açmasaydı. Bir şey olmazdı.

“Nasılsın,” sorusuyla karşılaşabilirdi. Nasıl olduğunu düşünecek zaman değildi. Daha kötüsü bir yerlere çağrılabilirdi. Bahanesi yok, gitti ahali. Aleni ortada. Ürkekçe aldı telefonu. Bilinmeyen numara. Alacaklı mıydı? Bu düşünce onu rahatlatı. Nasılsın diye sormazdı. Ne istediğini bilirdi. Bir iki sayıp söver, aldığı en kısa zamanda ödeme sözüne duymadığı güveni tehditler ve sövgülerle karşılardı. Onun da duymak istediği buydu. Alacaklının nabzını yükseltmek için, biraz daha borç isteyebilirdi. Böylece karakteri hakkında da bir iki okkalı sözle okşanabilirdi. Üstünde yeşil ahize bulan tuşa, gülümseyerek bastı.

“Alo.”

“Alo, yeğenim. Nevzat enişten ben.”

“Buyur enişte.”

“Nasılsın oğlum? Yengemden aldım haberi. Tası tarağı toplayıp gitmiş sizinkiler.”

“Evdeyim. Tas yok da tarağım var şükür. Sen nerdesin?”

“Napıcan beni? Koca adam oldun durduramadın bir avradı. Neyse. Oğlum anan seni çok merak etti. Gelsin burada kalsın dedi. Ağlamaktan helak oldu kadıncağız.”

“Anamlarda mısın?”

“Ananın herekesindeyim, ananın herekesinde. Ben ne diyom? Sen ne diyon?”

“Anamlardasın yani.”

“Ne cibilliyetsiz konuşuyon lan! Zıkkımlandın mı sen yine? Söyle hele!”

“Ben de anamlara gelmeyi istemiyor değilim de hiç param yok.”

“Akıllanmıycan mı yeğenim sen. Bir anan kaldı elinde onu da öbür dünyaya göçertcen. Ananı geçtim gül gibi kızlarının hatırına…”

“Duyamadım enişte. Çok haklısın. En kısa zamanda olacağım. Düzeltmiyor değilim. Elimdeki şartları zorluyorum.”

Ses gelmedi. Kararan telefon ekranı, bir iki tuşa bastıysa da aydınlanmadı. Telefonun pili de bir yere kadardı. Şarj aletini bulmak için eskiden yatak odası olarak anılan, şimdiki sıfatını bilme şansına henüz erişmediği odaya gitti. Yere serilen gazete kâğıtları üstünde giysi tepeleri renk renk kravatlarla sinsi bir muhabbetin içinde. Gömlekler bu duruma kırışmış, ceketler tok. Şarj aleti burada değil. Çocukların odasında olmalı.

Varana kadar binbir keskin viraj. Üç adıma sığmış binlerce kıymık. Batsa, çıkışı yok. Deri altında paslanmış zırhı hevesli. Dayandı kapıya. Yarı kapalı kapı üstünde, biçimsizce gülümseyen daireden suratlar. En kırmızısı tıpkı Nevzat Enişte. Bu düşüncenin verdiği gülünçlükle açtı kapıyı. Çocuklarla birlikte kokuları da gitmişti. Rahatladı. Perdesiz kalmış odaya vuran yolun ışığı ayrıntılara varmak için yetersiz. Duvarlardan sökülmemiş posterlerin seçilmeyen yüzleri. Birbirine sarılmış dört kız, beyaz atlet giymiş sarı saçlı oğlan, saçları karman çorman dört beş çocuk. Yeni ev arkadaşları.

Odanın köşesinde, üzerinde babamıza yazan karton kutu. Hazine bulundu. Açıl tekamül açıl. Yerleş fitilli tahtına. İçinde tırnak makası, şimşir tarak, gökkuşağı altında umarsızca sırıtan bir çocuğun ucuz pastel resmi, Superman’ın aslında Clark Kent olduğunu anlatan mektup ve bir ayna. His geçirmez uykuya teslim et kendini. Yumul yumulabildiğin kadar.

Birkaç saat sonra esaretin çözümü. Karanlığa açılan gözler. Zifiri. Işık, vurgun yerdi pencereden halbuki. Başından kuyruk sokumuna kadar dümdüz zemin, sert. Ellerin yoklaması, beton. Burda. Koltuktan düşmüş olmalı. Etrafında zonklamaya eş seslerle tekrar kapandı gözkapakları. Doğrulduğunda, doğmaya başlayan günün ilk ışıklarıyla buluştu. Göğsünün hizasında koltuk. Battaniyeyi üzerinden atmaya çalıştı. Dokunamadı. Panikle ayaklandı. Dizlerinin hizası, koltuğun içi. Korkusu adımlarını geriye doğru sendeleleğinde, camın soğukluğu onu sırtından durdurdu. Sırtı camda, eli duvarda, bacaklarının yarısı koltuğun ortasında. Ayakları yere sağlam basıyor yine de. İşte bu en azından takdire şayan. Ayakları yere sağlam basan adamlardandı.

Mutfağın salona yansıyan titrek ışığı. Güzüne kırgın bir yaprak gibi koltuğun yanına savruldu. Ayak tabanlarında halının hissi. İç ürperişiyle, sandalyeye doğru tökezledi. Dizine kadar demir, üstü ahşap. Baldırında kızının resmi. Geri çekildi, uzandı. Resim, avucunun içinden geçti ve gitti. Bir kez daha denedi, sonra birçok kez daha. Olmadı, pes.

Tabanlarını betona çarpa çarpa mutfağa gitti. Lüzumsuzca yanan ışığı söndürme gayesini kuşanmış bir hamle. Eller betonda. Hıncından tezgâhın ortasında bir ileri bir geri. Bıçaklara çarpınca gölgesi, eğildi. Çelikten, yansıyan bakışlar. İşte bu kadar. Gitmemişti.

Varlığının kuvveti hatrına çıkmalı bu evden. Olmak, olabilmek; şey’ler dünyasında yeni bir yer ya da ben inşa edebilmek için çıkmalı. Kapılar destek, duvarlar katı. Tutamadı, ayaklarının az önüne içini boşalttı. Tabanlarında saydam ve sıcak bir karşılama. Aşırı geçirgenliğin son hazmı. Neresinde kendinin, çok mu kaçırdı? Bütün gerçekliğiyle orada. Duvarlar, kapılar ve pencereler. Harici yok.

Hayatımın her açıdan ters yüz olduğu, bütün benliğimin avucumdan kayıp gittiği gün. Hak ettim.”

DİLARA ULU

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Nisan Erdem, Everest Yayınları tarafından yayımlanan “Rüyanın Oltasında” adlı kitabının ardından Yavuz Yavuzer ile söyleşti.

Bağlantı profilde.

@1yavuzyavuzer
@nisan.e
@everestyayinlari
...

Ekibimizin üyelerinden Selnur Güneş, “Yıldızçiyi” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@selnurgunes
...

İlayda Özcan, “İlgili Edebiyatla” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@ilaydaa.ozcn
...

Senem Balaban, “Zavallı Yalnız Bilgisayar” isimli yeni öyküsüyle Yazı-İşleri’nde.

Bağlantı profilde.

@sen_emba_laban
...

Atakan Boran’ın yeni öyküsü “Eski Güzel Günler” Yazı İşleri’nde.

Bağlantı profilde. 📌

@atakanboran1
...

Tuğrul Karataş, “Kanlı Batak” isimli öyküsüyle Yazı-Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@tugrulkaratas
...

Gamze Güller, Everest Yayınları’ndan yayımlanan Zürafanın Bildiği kitabının ardından Yavuz Yavuzer ile söyleşti.

Bağlantı profilde.

@gamzegullergg @1yavuzyavuzer @everestyayinlari
...

Uğur Demircan “Masal” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

Fotoğraf: Aydın Akburak
...

Sudenaz Kahraman, “Kül” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@sudenazzkahraman
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin son öyküsü “Bakkalın Oğlu” Sümeyye Batur’un kaleminden Yazı İşleri’nde.

@spslslsmy

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin üçüncü öyküsü “Mavi Güneş” Enes Yazan’ın kaleminden Yazı İşleri’nde.

@enesyazan_

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin ikinci öyküsü “Süt” Azra Ertek’in kaleminden Yazı İşleri’nde.

@azrertk

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin ilk öyküsü “Radyo” Arman Yazan’ın kaleminden Yazı İşleri’nde.

@armanyazan_

Bağlantı profilde.
...

“Merhaba, ben Füruzan…”

Murat Uğurlu’nun kaleminden, üç uzun yaz ikindisinde yolunun kesiştiği Füruzan’a veda mektubu “Benim Füruzanlarım” Yazı İşleri’nde.

“İnsan olmak böyle bir şey midir acaba? Beşikten mezara upuzun, harcıâlem, manasız bir huzursuzluk…”

Bağlantı profilde.

@murat.vesaire
...

Van’da genç yazarlara, “Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak” isimli bir atölye veren Serpil Canalan bu yolculuğunu “Bir Çizgili Defter Meselesi” yazısıyla kaleme aldı.

Bağlantı profilde.

@serpilcnln
...

Mehmet Can Şaşmaz, “Ceza” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@mehmetcansasmaz
...

Ahmet Erkam Saraç, “Sakın Efsane Söyleme” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@aerkamsarac

Bağlantı profilde.
...

Oğuz Dinç, “Herkesin Derdi Kendine” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@oguzdinc_official

Bağlantı profilde.
...

Dilara Ulu, “İzafi Mesele” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@dileabag

Bağlantı profilde.
...

Mehmet Can Şaşmaz, “Ödül” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@mehmetcansasmaz
...

Yazı İşleri


Künye

Yayın Yönetmeni

Murat Çelik


Yayın Kurulu

Duygu Değirmenci

Elif Yeşilkaya

Eris İnal

Fırat Yılmaz

Gülcan Ayral

Hatice Tosun

Müge Oskay

Salihcan Sezer

Tolga Esat Özkurt

Yavuz Yavuzer

İletişim

[email protected]

Press ESC to close