
Nuri’nin bir oğlu oldu. Koyu karanlıktan sonra güneş doğar gibi girdi hayatına. Gece saçlı, yumuk yumuk bir bebek. Birkaç ay oldu olmadı. Tüm ilgisini, tüm çocuksu hallerini bebeğin beslenmesine, uyumasına, ağlamasına, gülmesine göre belirleyip ona göre yaşamaya başladı. Ne züccaciye, ne karısı, ne de başka bir şey oğlunu koyduğu yere yaklaşabilir artık. Üremenin, çoğalmanın haricinde ilk defa tattığı, yükselip alçalan bir hissin tuttuğu bir yanı bu. Hatırladığı, bir yerden tanıdık gelen bir yan. Artan, gün güne, gitgide çoğalan bir duygu biçimi, varlık sebebi…
Oğlundan önce de olduğu gibi sabahları karşılaşıyoruz Nuri’yle. Nuri’de kadife gibi bir ses var. Ağzının içinde daima mırıl mırıl bir türkü, çoğunlukla bir Barak havası… Okuduğu türküleri dudak ucuyla, ıslık çalar gibi okuyor. Ses çarpmaları nefis, gırtlak nağmeleri kusursuz, titremeleri, trilleri benzersiz. Nağmeleri yapınca özenle işliyor türküye. Coşkunluğu, bitmeyen enerjisiyle kendini sevdiriyor. Yanına varınca o günkü “Aman!” ne ise, okuduğu türkünün makamı da o oluyor.
“Amaan Hocam!” diyor, “Bugün pek uyumadı, ona canım sıkkın.” Hemen Hüseyni makamından, can sıkıntısına uygun bir ağıt bulup okumaya başlıyor.
“Amaan Hocam!” diyor, “Tüm gece onunla oynadım. Çok keyifliydi.” Muzip bir Arabi Velde çalıyor ağzıyla.
Acemaşiran, Hicaz, Isfahan, Buselik makamlarına oldukça hâkim. Bu kadar makamı nasıl biliyor, nasıl böyle bir ustalıkla tüm bunları ıslıkla çalabiliyor; her gün şaşkınlıkla dinliyor, izliyorum.
Oğlu olmadan önce söylediği türkünün galata ya da küllük bölümünde yakalardım onu. Eğer coşkun bir günündeyse yiğitlik, kahramanlık havaları çağrıştıran bir makamla yükselip dururdu. Zirvelere çıkıp iner, havayı yavaş yavaş sonlandırırdı. Kıvançla dolardım ben de.
“Amaan Hocam!” deyip soluklanır, “Altı Arap atlım, üstü samur kürklüm, eli kuşlu koca beyler nic’oldu?” diye sorarak Mürsel Bey barağına atıf yapardı.
Fakat bir kusuru da var. O da belirgin, haftanın bir günü yaptığı edepsizliğinde. Aslında edepsizliği ne kendine yakışıyor ne de bebesinin doğumundan sonraki hallerine… Ne var ki edepsizliği kendi kişiliğinde tutarlı. Bu tutarlılık kusurunu görmezden gelmeme, belki de tahammül etmeme neden oluyor. O bir gün cuma günü. Bu sabah edepsiz, arsız bir tutum içinde türküsünü okuyor. Türküyü kesip saz kısmını da ekliyor. Zambır sesi çıkarıyor. Z, r gibi ünsüzleri seda haline getiriyor. Neredeyse birebir zambır sesini taklit ederek bir iki ayak vurup oyun oynuyor. Sebebini nasıl desem, nasıl anlatsam… Tabiatım utangaç. Bunu da bildiğinden her hafta, cuma sabahları üstüme gelmekten geri durmuyor.
“Amaan Hoca,” diyor arsız bir ifadeyle. “Önceden her köyde camii yokmuş. Eşek sırtında, camisi olan köylere cuma namazına giderdi büyüklerimiz. Perşembe geceleri o iş olur. Sonrasında bir temizlik, bir traş, bir gusül. Pak giyitler giyilir, tütün kolonyaları dökülür, esanslar sürülür. Cuma namazına böyle giderlerdi. Şimdi köy köy gezilmiyor şükür. Ama büyüklerimizin yolundan gitmeyi bırakmıyorum.”
Her cuma günü aynı. Rahatsız edici bir enerji, bir iticilik. Diğer günler gibi cuma günü de “Amaan!”dan sonra sigara çıkarıp ikram ederim. Günün ilk sigarasını beraber içeriz böylece. Onun ruh halini, seçtiği türküden, okuduğu makamdan anlıyorum. Gariptir; güne onun ruh haliyle başlıyorum. Her türküden sonra çektiği “Aman!”ın vurgusu, tınısı sigarayı çıkarıp ikram etmemi bile etkiliyor. Yanından ayrılıp işime gücüme gidince günüm bu ruh haliyle geçiyor. Gün içinde kendimi “Amaaan!” çekerken buluyorum: “Amaan!” diyorum, “Nerden doladın bu türküyü dilime?”
Bir sabah durgun gördüm Nuri’yi. Türkü söylemiyor. Ellerini montunun cebinde kararıp morarmış oturuyordu. Korku, endişe, kötümserlikle çökmüştü.
“İyi misin Nuri? Her şey yolunda mı?” dedim. Anlatmak ister gibi kafasını kaldırdı. Konuşacak güç bulamadı. Al, mor başını eğdi. Sigara çıkarıp uzattım. Önce sigaraya, sonra bana boş boş baktı. Yakıp uzattım.
“Çek bir nefes şundan,” dedim. Esaslı birkaç nefes çekti.
“Rüya,” dedi. “Rüya gördüm.”
“Hayrolsun.”
“Sorma Hocam, sorma! Kendime gelemedim. Kimseye de bir şey diyemedim.”
Korkunun bir türküsü olmuyormuş demek ki. Nuri’de gördüm bunu. Korkumuza, korkuyu yaşama, ifade etme şeklimize göre değişiyordur durum. Önce ne yaşadığımıza, başımıza ne iş geldiğini anlamamız lazım. Anlamalı ki korktuğumuzu bilip korkumuzla mücadele edelim. Bir rüya, gerçekleşmesi olanaksız bir kaygı, duymak istemeyeceğimiz bir söz, ses, şiddet, kaza, ölüm, ölüm haberi… Her şey mümkün. Bir süreci yaşadıktan sonra anlayabilip ifade edebilmek. Yoksa Nuri’nin içine kapanarak çöküp kalması gibi kalmıyor muyuz? Yardıma, uzatılacak bir ele, düştüğümüz yerden kaldırılmaya duyduğumuz ihtiyaç en insani yönümüz.
Nuri sigarayı yarılayınca anlatmaya başladı:
“İri bir yaban tavşanı gibiydi. Cüsseli ve heybetli; kop koyu siyah renkli; başı beyaz, gagası beyaz, gözleri şeytan sarısı bir atmaca bizim bahçede uçup duruyor. Kara bulutlar çökecek üstümüze. Yem yeşil bir dalımızı kıracak bahçeden. Durmadan gezinip sorti yapıyor. Fırsat bulup amacına ulaşmak istiyor, fakat bir türlü istediğini elde edemiyor. Onu fark ediyorum. Gri bir sisin serinliğinin içindeyim. İzlemek, izlemek, izlemek istiyorum. Atmaca gezinmeye devam ediyor. Elime demir çubuk alıyor, ona engel olmaya çalışıyorum. Fakat bir türlü yetişemiyorum.
“Kaçırsa bile taşıyamaz; bırakır,” diyor anam. Anamın sesi gaipten gelir gibi…
Korku yerini, “ne de olsa zarar veremeyecek,” diye rahatlığına bırakıyor. Atmaca dalıp çıkıyor, dalıp çıkıyor, dalıp çıkıyor. Nitekim bir kargaşa anında yükseliyor, pike çekiyor. Dalınca çocuğu pençeliyor, zorlanmadan alıp göğe yükseliyor. Ben kimi çıkardı, kime pençelerini geçirip kaçırdı, diye bakınırken oğlumu götürdüğünü fark ediyorum. Anamın, “Taşımaz, bırakır!” dediği aklıma geliyor. Rahatlıyorum. Fakat ya “taşır da kaçırırsa,” diye bir yanma alıyor beni. İçim yanıyor. Ellerim, ayaklarım dökülüyor. Gagasının bebeğin karnında inip kalkacağı senaryosu korkunç bir şekilde gözümün önüne gelince dehşet içinde uyanıyorum.”
Rüyayı dinleyince beni de bir korku aldı. “Bir film vardı.” dedim. “Boş Beşik. Onu mu izledin de rüyana girdi?”
“Yok Hocam, yok! Bu işte bir iş var. Bu rüyanın bir anlamı olacak muhakkak. Oğlumun başına kötü bir şey gelecek.”
“Yahu; altı üstü bir rüya. Kötüye yorma! Korkmuş, kaygı etmişsindir bir şeyleri.”
“Ben bilirim, muhakkak başımıza bir şey gelecek!”
Nuri böyle al mor tutuşmuşken ne söylesem boşuna konuşuyor olacaktım. Onu rahatlatmayı görev edinmiştim.
“Nuri,” dedim, “Bak, benim annem iyi rüya yorumlar. Onu arayayım, rüyanı anlatayım. Yorumunda kötü bir şey çıkarsa o zaman bakalım; olur mu?”
Belki rüyasının yorumu iyiye çıkmayabilirdi. Hoş, kötü çıkarsa annem onu da lisan-ı münasiple söylerdi. Kaygılanacak bir durum söz konusu değildi o halde. Telefonu çıkarıp annemi aradım. Sesi hoparlöre verdim. Ne dediyse eksiksiz duyulsun istedim. Bir an önce türkülü sabahların coşkusuna dönmek istiyordum.
“Endişelenmene gerek yok oğlum,” dedi Annem. “Aydınlığın var. Bekle. Ummaya devam et. Bir açı doyur, bir çıplağı giydir.”
Nuri’ye bir ferahlama geldi. Korkusunu yaşadığımız durumlarda güvenli bir sesin, bunların gerçekleşmeyeceğine inandırması bu kadar kısa sürüyor işte. Nuri gevşedi, rahatladı. Bir sigara daha çıkarıp uzattım.
“Bugünkü türküyü ben seçeceğim, sen oku o vakit. Bir türküyü hak ettik” dedim.
“Seç Hoca!” dedi. “Senin canın sağolsun!”
“Zübeyde Gelin!” dedim. “Zübeyde Gelin Barağını çığır!”
“Şu sigaramızı içelim önce.” dedi. “Benden hep böyle bir türkü alacaklı ol.”
İBRAHİM KÜRŞAT
Bir yanıt yazın