
A benim biriciğim. Güzeller güzelim. Nasılsın? Bak, koşar adım geldim yanına. Geç mi kaldım? Deme öyle. Tamam, güneş doğmak üzere ama ortalık hala karanlık. Elimizi çabuk tuttuk m…Tutsak da yetişemez miyiz artık? Yapma lütfen. Bundan sebep mi yüzüme bakmıyorsun? İyi misin peki? Bari gece rahat uyuyabilseydin. Aa, neden? Bir şey mi oldu da? Efendim? Tam anlayamıyorum seni. Yine kesik kesik geliyor sesin. Hay aksi! Bana küstüğünde ya da canın bir şeye sıkıldığında hep böyle yaparsın sen. Yoksa yorgun düşmekten mi dalamadın uykuya? Söyledim de dinletemedim ki sana biriciğim. Defalarca bu kadar yolu gitmeyelim dedim. Koştun da koştun. Hele, o yokuş neydi, bir hatırlasana? Aman yarabbi! Eve döndüğümüzde o kadar terlemiştim ki annem gözlerine inanamadı. Gömleğini sıktığımda çıkan suyla, “Bir sepet çamaşır yıkanır e yavrum,” diye de takıldı. Onca ısrarıma rağmen, beni bir saniye bile sırtından indirmedin yine de. Nezaket sahibim. Ciğerlim benim. Kıyamazsın sen yol arkadaşına değil mi? Gel buradan dönelim dedim sana oysa. Hiç duymadın ki. Ne kadar inatsın bazen? Ne yapsam ne etsem seni geri çeviremiyorum. Benden mi öğrendin yoksa durmak bilmemeyi diyeceğim, deli saçması olacak. Yorgunluk bizi ne zaman yıldırabildi ki? Ve dahası, yola düşmekten kati suretle alıkoyamadı. Hakkın var, evet. Ama olsun. Yine de keşke ben yorulsaydım senin yerine. Dayanamıyorum sana, tırnağına zarar gelse ölürüm, biliyorsun. Dur, yavaş! Az daha kırıyordun dizimi. Uf! Ne kadar acıttın yahu! Ben ölünce sen de mi ölürsün? Tamam tamam. İkimiz de ölmeyelim, e mi? Canımın nârı. Durmak bilmeden tırmanacağımız bir dolu çetin yamaç var değil mi? Ama konuşmuyorsun ki. İflah olmayız diyecektim. Niye tekme attın o zaman? Cevap ver yalvarırım. Sen yok sayarsan neylerim, söyler misin? Önce telaşlanır, sonra bir güzel çıldırırım. Telaş, görünen şey değil midir? Keyfin olmasa da maşallah formun yerinde. Kıvrak zekalım, akıllım. Telaş, insanın gözlerinde görünen şeydir desem peki? Kabul eder misin? Yine mi olmadı? Nasıl devam edeceğim böyle? Hiç konuşmuyorsun. Hadi onu geçtim, yüzüme bakmıyorsun bugün. Gece yarısından sonra sesini duyar gibi oldum. Sana geçen bahsettiğim o kitabı uyuyamadığım için okuyorken. Yok, yine bitiremedim. Elime alırken Tanrı’m lütfen bugün de bitirmemeyim diye yalvardım. Efendim, bir şey mi dedin? Neyse işte, bunları söylerken ellerim tir tir titriyordu. Bitsin istemiyorum çünkü. Tüm sürükleyiciliğine ve merakımı cezbetmesine karşın, ne bileyim bir şekilde kendimi tutuyor, devam etmiyorum. Hüzünleniyorum içten içe, biliyor musun? Elbette mi? Biraz daha sesli söylesen keşke. Tamam, tamam bir şey demedim. Tabii, en iyi sen bilirsin içimi. Kadife yelelim. Ak gerdanlım. Ukalalık ettim, doğrusun. Kötü bir sonun beni beklediğine neredeyse eminim orada. Belki bu yüzden sona gelmek istemiyorum. İnan ben de şaşırıyorum sabırlı halime. Oysa seninle, ömrümüz dolu dizgin meraklara yenik düşmekle geçerken, kendimi frenleyebilmeme inan çok şaşkınım. Söz sana da anlatacağım sonunu. Ama galiba, kahraman sana bahsettiğim kadar kibar değil. Diyeceğim o ki sesleri duyar duymaz keşke yanına inseydim. Az sohbet eder, uykuya dalardık. “Ben nerede yatacaktım o zaman?” diye içten içe hayıflandığını duyar gibiyim. Aşk olsun, işte bu yamacımda. Çıkma vaktimize kadar deliksiz uyurduk. Uyanır uyanmaz, ver elini…Ama emin olamadım. Ne uykunu bölmek istedim ne kitabı yarım bırakmak. Az yorgun da hissediyordum. E dün çok tükettik kendimizi, çok. Ne gerek vardı sahi? Bazen çocuk gibi oluyoruz. Merakımızın aşkına öleceğimizi bilsek de gitmekten vazgeçmiyoruz. Yenilikleri keşfetmek için ilerledikçe ilerliyoruz. Arkamıza bakmayı bilmiyoruz. Ah! Yine çok acıttın, çok! Aynı yere denk getirdin yine. Feci derecede canım yandı. Of! Neyse canın sağ olsun, gülüm. Sen derdini bir de hele. Yoksa birazcık geç kaldım diye mi bu sessizliğin? Yapma, yetiştim ya! Dün gittiğimiz yönün tam aksine gitsek diye düşünüyordum. Ne dersin? Bugün olmaz mı? Lütfen. Hayır mı? Yapma, acı bana. Bir tek seninle hayatı duyumsayabilen beni bırakma. Bir an olsun terk etme şu garibi. Yalvarırım. Yaşam kıpırtımsın sen benim. Sen yoksan, nefes almak da yok bana. Söyle, neden rahatsız oldun hassas kalplim? Niye böyle dargınsın? A benim kuş tüyü hafifliğim. Narinim. İki gözümden koruyorum sanırken, beceremedim mi yoksa? Bir şeycik de, ne olursun artık. Neden bakmıyorsun bana? İçeriye girmemle, başını çevirmen bir olurdu hani, duymadın mı geldiğimi? Bunca şeyi kendi kendime mi konuştum acaba? Dur, tamam. Göz hizana geleyim. Böyle hasbihal edelim, olur mu? Tam karşında durayım. Hem haklısın. İkimiz aynı tarafa bakarken konuşmak, bir savaşın ortasında sinsi planlar yapan kurmayları anımsatıyor. Haklısın cevap vermemekte. Ama şimdi tam karşına geçip de gözlerine bakarak konuşmama izin vermiyorsun ki? Buradan o tarafa geçemiyorum, ilerleyemiyorum. Bir üşüme geliyor. Soğuk aldık belki dün. Ah benim güzel başım. Deli yelelim. Neyledim de küstün bana? Ihh! Midem bulanıyor. Gözüm de kararıyor gibi. Kusacağ…”
Meliha, sabahlığını üzerine alamadan, çocuğunun odasındaki sese koştu. Işık açıktı. Gözleri kapalı, tüm vücudu titreyen ve ağzının kenarlarından bembeyaz salya akan oğlunu yerde gördüğü gibi avazı çıktığı kadar bağırdı. Saniyeler içinde odaya gelen babası, bir gayretle Yener’i kucaklayarak yatağa taşıdı. Annesi çoktan telefonun başına geçmişti. Her ikisi de çocuklarının, devrilmiş tekerlekli sandalyenin hemen yanına düşmüş, ucunda bir at başı olan, tahtadan oyuncağı işaret ettiğini anlamadan ambulansı beklemeye koyuldu.
“Yattığı yerden yarım hareket davrandı. Önce ayaklarını aşağı salladı. Sonra zemine sağlam basmak için çok değil, azıcık öne kaydı. Ardından, bacaklarını omuz genişliğinde açtı. Kuvvetinin yerine geldiğini hissetti. Ve nihayet her ikisinin de üzerine sapasağlam bastığını… Yer, odanın üşütücü serinliğine rağmen ne kadar sıcaktı öyle? Sanki, bu sıcaklığa dokunan onun yüreğiydi. Serinliğin ürperttiği tüyleri sakinleşmiş, içi ılımıştı. Alt katın hele dondurucu soğuklarda böyle bir faydası oluyordu. Nefes, her şekilde yaşamı ısıtan bir şeydi. Nitekim, eskiler han hikayelerini dillerinden boşuna düşürmüyor, yapı uğruna boşuna destanlar, türküler yakmıyordu. Al eyvanda han kalmadı, beylikte sultan kalmadı. Sende bende hal kalmadı…
Başından beri elleri, gövdesinin yönüne uygun olacak ve aşağı bakacak şekilde açıktı zaten. Şiltenin hemen üzerine serilmiş, çarşafın ise altında kalan, koruyucu bezi fark etmiş, “Ah bu annemin lüzumsuz marifetleri,” diye çoktan içinden geçirmişti bile. Bir yarım hareketle daha ve nihayet ayağa kalktı. Usulca pencereye yürüdü. Gün, neredeyse ışıyordu. Hava, kışın en soğuk gününün habercisi olabilirdi gerçekten. Yatağını hızlıca topladı. Gardırobundan hâkî yeşili, yün karışımı oduncu gömleğini, fanilasını, biniş pantolonunu ve çizmelerini buldu. Hepsini bir çırpıda giydi. Kimseyi uyandırmamak için odasının kapısını açık bıraktı. Tek nefeste alt kata indi.
BURÇAK SEL
Bir yanıt yazın