Ağlamaklı sesle konuşuyor. Yanıtladığını sanıyor her soruyu. Evden niçin kaçtığını, nasıl gittiğini, kimlerle karşılaştığını, nerelerde kaldığını, istemeden yaptıklarını, boyun eğdiği baskıları, çaresizliklerini aktarmaya çalışıyor vicdanlara. Aralara “Boşta bulundum” bahaneleri sıkıştırıyor. Gözlerini kaçırsa da delicesine deliyor bakışları. Eğreti oturduğu iskemlede üstüne yağan ışığa, çevresinde dalgalanan böğürtülere aldırmaz görünüyor. Kıskıvrak yakalanmış da işlediği suçları açıklamaya zorlanan, söylediklerinin anlaşılıp anlaşılmadığını kestiremeyen sesiyle, hıçkırıklı sözler saçıyor stüdyoya. Sözcükleri hıçkırığıyla dudaklarına getirip getirip salyasında boğuyor. Gözleri, sindiği kovuktan dışarı uğramışın gözleri. Dudakları dünkü çocukluğundan kalma utançla büzülüyor. Buzla ovulmaktan yalazlanmış yüzünde eski bahçeler saklı. Birkaç ömürlük acıyı sıradan bir mırıltıya dönüştürüyor. Başkalarının başından geçmiş söylenemez kötülükleri bilinçsizce sıralayan savunmasız bir çocuk oluyor hızını alınca. Yine de, besbelli, gördüğü şiddeti söze dökmekte yetersiz. Yaşı yetmiyor başına gelenleri hikâye etmeye. Bölük pörçük cümleleri, kırık dökük sözcükleri kesik soluklarla sıralarken rejinin sıklaşan biplemeleri sinir bozuyor. İşitebildiklerimi yazıya döksem kimse bir şey anlamaz, nokta noktalarla dolar şu sayfa. Yalnız hiç tınmayan biri var. Ilımlı, uyumlu, umursamaz, yargıcı bir babacan ses bu. Oyuncak darağacını çıkarıyor ceket cebinden. Kalın bir urganın yağlı halkasını sanki şakacıktan geçiriyor hepimizin boynuna: “Anlattığın şeyler hayatın olağan akışına ters ama boş ver sen kızım, her evde olur, insanız hepimiz…”
.
Bir yanıt yazın