
Karanlık hem havaya hem ofise çökmüştü. Mehmet masasında önemli bir rapor yetiştirmeye çalışıyor bir yandan da zihni zor geçen günün detaylarıyla cebelleşiyordu. Tunç masaya yanaştı, elini Mehmet’in omuzuna koydu. “N’oldu? Yüzünden düşen bin parça.”
Mehmet başını kaldırıp geriye yaslandı. “Haksızlık abi ya, Hilmi olacak şerefsiz, sırf genel müdür diye, işine gelmeyeni mobbing yaparak yıldırmaya çalışıyor. Millet de sinmiş, üç maymunu oynuyor.”
”Boşver oğlum, her yer böyle.”
Mehmet sesini yükseltmemeye çalışıyordu. Alnındaki damarlar çıkmış, yüzü kızarmıştı.“Boşver mi, nasıl boşvereyim ya, herkesin önünde rezil etti beni.”
Tunç karşısındaki sandalyeye oturdu. Telefonuna baktı.
“Saat 7’ye geliyor, hadi gidip bir şeyler yiyelim, konuşalım, rahatlarsın.”
“Gelemem, Naz’ın kuzeni ve eşi gelecek. Şu raporu bitirip eve gitmem lazım. Sen keyfine bak, başka zaman gideriz, alacağım olsun.”
“Anlaştık dostum, çıkıyorum ben, sen de işini bitir çık hemen. İyi hafta sonları.”
Tunç şirketin yirminci katında, füme renkli, yüksek tavanlı, minimalist döşenmiş ofiste, hayatın olağanüstü akışına benzer bir hızla aşağı inecek olan asansöre, hızlı adımlarla yürüyordu. Asansör onu yukarıdan aşağı değil de hayatını eriten işten, hayatını yaşayacağı hafta sonuna taşıyacaktı. Hilmi’nin asistanı Betül, Tunç tam asansöre binerken “Mehmet’i gördün mü? Rapor gönderecekti. Hafta sonu üzerinde çalışıp yönetime göndereceğim,” dedi. Tunç, ekürisi Mehmet’in misafirlerinin geleceğini, o yüzden raporu tamamlayamayacağını söylemek için ağzını açmıştı ki cümlesi bitmeden asansörün kapısı kapandı. Umursamamıştı. Aynaya döndü. Saçını parmaklarıyla geriye doğru düzeltti, ceketinin omuzundaki tozları silkeledi. Saatine baktı. Kim bilir, belki aşağıda birkaç haftadır hep bu saatlerde karşılaştığı kıza rastlardı.
***
Mehmet, ofisin zeminden tavana uzanan büyük camının önünde durdu. Hava kararınca iyice belirgin hale gelen yoğun trafiği, araçların fren ve far lambalarının birbirine karışmasını iç sıkıntısıyla izledi. Cama aniden yansıyan küçük ama güçlü mavi bir ışığın, içeriden mi yoksa dışarıdan mı geldiğini anlamamıştı. Heyecanlandı. Etrafına bakındı. Odada küçük bir cismin uçtuğunu fark etti. Uçan şey, uçakların arkasında bıraktığı gibi mavi bir iz bırakıyordu.
“Kafayı yedim her halde,” diye düşündü. Çalışma masasına yöneldi. Kulağının dibinden hızla geçen vızzzz sesiyle irkildi.Başını sesin olduğu yöne çevirdi ve mavi ışığı çizen şeyi tekrar gördü.
“N’oluyoruz lan,” diyerek korku içinde kapıya yöneldi. Açık olan dosya dolabını görmemişti. Kafasını, dolabın sivri köşesine çarptı. Sendeledi. Gözleri karardı ve yere düştü. Betül ise raporu sormak için onu arıyordu. Mehmet’e ulaşamayan Betül, çıktığını düşünmüş, güvenlik görevlisine ofisin ışıklarını söndürmesini söylemiş ve toparlanıp şirketten çıkmıştı.
Mehmet gözlerini karanlığa uyum sağlaması için iyice açtı. Işık saçan küçük şey gelip tam gözünün önünde durdu. Yok, ateşböceği değildi bu. Bir sinekti. Gözleri maviydi ve arkası mavi ışık saçıyordu. Göz göze geldiler. Gayet net görüyordu. Sineğin bir sürü mikroskopik petekten oluşan gözlerinde, kendi şok olmuş ifadesini gördü.
“Nasılsın?” dedi sinek.
“Allahım deliriyorum galiba, bu kadar büyütmeseydim bugünkü sıkıntıyı,” diye mırıldandı Mehmet.
“Korkma, delirmiyorsun” dedi sinek.
Mehmet’in hayreti, sineğin konuşmasından daha çok kanat çırpışındaydı. Kanatlar durduğu yerde, takip edemediği kadar hızla inip kalkıyordu. Zorlukla ayağa kalktı.
“Seni uzun zamandır takip ediyorum” dedi sinek, “İyi bir insansın ama yanlış şeylere kafayı takıyorsun.”
“Ne gibi?”
“Dörtte üçünü geçirdiğin bu plazada koca bir hayatı ıskalıyorsun. Çocuğunun büyümesini, anneni, babanı, eşini, dostunu göremiyorsun ama Hilmi’nin pisliklerine sıkılıyorsun. Sen hayatına bak, Hilmi’yi bana bırak.”
“Sana mı bırakayım? Demesi kolay. İnsan gibi yaşamak için para kazanmam lazım. Sorumluluklarım var. Bu mecburiyet olmasa yapacağımı bilirdim ben.”
Sinek, Mehmet’in karşı koltuğuna konmuş konuşmaya devam ediyordu.
“Hıh insan gibi yaşamak mı? Yaşayacağın hayatı harcayarak kazandığın parayla, insan gibi yaşayacağını düşünüyorsun ha” dedi. Güldü. “Hilmi bende. Sen gerçekten insan gibi yaşamanın yollarına bak.”
Mehmet, “Nasıl olacak bu? Anlamıyorsun herhalde, söyledim ya…” diye konuşmasını sürdürecekti ki sinek, “Bankadaki hesabını kontrol et,” dedi.
“Ne alakası var şimdi?”
“Uzatma Mehmet. Bak.”
Mehmet bankanın sitesine girdi, şifresini hızlıca yazdı, hesabına baktı. Yüz milyon dolar gözüküyordu. Birin yanındaki sıfırları tek tek saydı, evet tamı tamına yüz milyon dolar. Panikledi.
“Bu kadarı da fazla, evet evet rüyadayım kesin,” diye gözlerini ovuşturdu. Ekrana tekrar baktı.
“Yüz milyon dolar… Nasıl olur? Nereden geldi bu?”
“Hilmi’nin İsviçre’deki hesabından.”
“Başıma bela açacaksın. Bunun hesabını sorarlar. Nasıl koyduysan bu parayı hesabıma, hemen geri al. Böyle bir parayı kabul edemem.”
“Saçmalama. Başına bir şey gelmeyecek. Ben seni koruyacağım. O paralar Hilmi’nin buradan çaldığı, karanlık kişilerden, paravan şirketlerden aktardığı paralar. Her türlü pisliğe bulaşmış bir adam o,” dedi sinek. Konuştukça mavi ışık uzunca yanıp sönüyordu.
Yine rüyada olduğunu düşünerek etini çimdikledi. Yok, kanlı canlıydı, burada, tam da bu anda… Çimdikten canı yanmıştı, havada uçaklar uçuyor, dışarda hayat akıyor, basbayağı yaşıyordu. “Hayır kabul edemem, hırsızlık bu,” dedi. Cama döndü “Garip bir sinek benimle konuşuyor. Nefret ettiğim adamın hesabından hesabıma para transfer ediyor. Üstelik mavi bir ışık saçıyor, bense tüm bunlar normalmiş gibi yapılan şeyin ahlaki doğruluğunu sorguluyorum…” kahkahayla gülmeye başladı.
“Senin yaşadığın şu hayat, benim seninle konuşmamdan daha absürt. İçinde bulunduğun çark sana tuhaf gelmiyor da benim konuşmam geliyor öyle mi?”
***
Mehmet’in karısı Naz, yemeğe gelen kuzeni ve eşiyle onu bekliyorlardı. “Lütfen kusura bakmayın, Mehmet çok gecikti. Ulaşamıyorum da kendisine. Trafiğe takıldı sanırım. Gecikeceği zaman mutlaka arar ama, neyse biz yemeğe geçelim, soğumasın” dedi. Misafirler, önemli olmadığını, bekleyebileceklerini söyleseler de Naz masaya geçmeleri için ısrar edince yemeğe oturdular. Mehmet’ten hâlâ haber yoktu. Defalarca aradı ama cevap vermiyordu. Hepsi meraklanmaya başlamıştı. Naz’ın aklına Tunç’u aramak geldi. Telefonu cevap vermiyordu. Bir daha aradı, sonra bir daha, bir daha… Endişesi hareketlerine yansımış, sakinliğini kaybetmişti. “Allah’ım ne oldu bunlara, ikisi de cevap vermiyor!”
Tunç o sırada, iş çıkışında uzun zamandır selamlaştığı kızla, ayaküstü ettiği sohbeti yemek masasına taşımıştı. Telefonunun sesi kısıktı, çaldığını duymuyordu.
Naz, Mehmet’in geçen yaz organize edilen iş pikniğinde Hilmi’nin asistanı Betül’le tanışmıştı. Kendisinden pek hazzetmese de, ortak yoga merakı sayesinde telefon numaralarını birbirlerine vermişlerdi. Uzun uzun çaldırdı. Betül telefonu fısıldayan bir “alo” sesiyle açmıştı.
“Alo Betül, merhaba ben Naz, Mehmet’in eşi. Biliyorum geç oldu, rahatsız ettiğim için çok özür dilerim. Mehmet gelmedi ve ulaşamıyoruz kendisine, merak içindeyiz. Akşam yemeğine misafirlerimiz vardı, böyle yapmazdı. Tunç’a da ulaşamıyorum.”
“Tunç ofisten çıkarken, Mehmet’in kuzenlerinin geleceği için çıktığını söylemişti,” dedi, duyduğu eksik şeyi zihni bu şekilde tamamlamıştı. Naz, panik içinde ağlamaklı bir sesle, “Eyvah! Başına kötü bir şey geldi o zaman,” dedi.
Betül, Naz’ı teselli etme ihtiyacı hissetmişti. “Sakin ol, endişelenme, bir yere uğramıştır,” dedi. Bugünlerde Mehmet’in Hilmi Bey ile sürtüşmeleri, bastırmaya çalıştığı öfkesi ve mutsuzluğu geldi gözünün önüne. “Belki arkadaşlarıyla bir yerlere takılmış, saati unutmuştur,” diye kendinin bile inanmayacağı saçma bir cümle kurdu. Naz, Betül’le görüşmeleri biter bitmez polisin numarasını çevirdi.
***
Sinek küçüktü ama garip bir şekilde Mehmet tüm ayrıntıları ile onu rahatça görebiliyordu. Ağzını, ön ayaklarını el gibi kullanışını, kuyruk kısmındaki ışığı… Durum fizik kurallarıyla açıklanabilecek gibi değildi. Burası, zaman, mekân, ev, misafir gibi şeylerin tamamen dışındaydı.
Mehmet’in kafasında sorular uçuşuyordu. “Peki sen nasıl konuşabiliyorsun benimle, bu mavi ışık nedir?”
“Başka bir boyutta yaşıyoruz. Aslında iletişim kurmuyoruz sizinle, çünkü protokol bu şekilde tanımlı. Bizim boyut sizden haberdar ama siz bizim frekansı duyularınızla fark edemiyorsunuz. Üreme şeklimizi sadece çiftleşme diye düşünüyorsunuz. Değil. Dünyada bir insanın yaptığı her bir kötülükten çıkan enerji bizim yumurtalarımızın canlanma için ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlıyor.”
Mehmet güldü. “Nasıl yani Allah yaratmıyor mu? Vay be ateist Tunç haklı çıktı iyi mi?”
Sinek de güldü. “Manipüle etme dediğimi. Ben öyle bir şey demedim, sadece ihtiyaç duyduğu enerjiyi kötülükten alıyor dedim. Sizin ‘ol’ emri diye bildiğiniz şey çok komplike ve bilimin açıklayamayacağı aşkın bir konu. Söz ettiğim enerjinin, bizim yumurtalara hayat verme komutunu veren yüce bir güç var. Bilimin çok ötesinde. Yoksa kötülüğün, kötülüğü yok edecek şeyler ortaya çıkarması tesadüf olabilir mi?”
“Var yani o zaman,” dedi Mehmet. İnanmasına rağmen hep sorguladığı şeye cevap bekler gibiydi. Geriye yaslandı. Beklediği cevabı alamamıştı.
“Neyse işimize dönelim. Şu Hilmi, gerçekten kötü ve bizim topluluktaki birçok sineğin hayat kaynağı. Görevimiz böyle kötülüklerin karşılığını verip yok ederek dengeyi sağlamak.”
Mehmet’in yüzüne alaycı bir ifade oturmuştu. “Nasıl yani ya, adam oluşmanıza hizmet ediyor, siz sizi yaratan kötü enerjiyi yok etmeye mi uğraşıyorsunuz? Saçma!”
“Nesi saçma? Hiç ölen ve gömülmeyen bir canlı gördün mü?”
“Hayır gördüğüm her ölü insan gömüldü tabii ki.”
“Hayır hayır sadece insanı kastetmiyorum; kedi, köpek, fare…”
“A tabii gördüm de ne alakası var bizim konuyla.”
“Ölen organizma, bozulmaya başlayınca, içinde minik kurtlar oluşuyor, fark ettin mi?” dedi sinek.
“Off evet midem kalktı. Lisede eve dönerken duvar dibine atılmış ölü kedinin yarılmış karnında binlerce kurtçuk görmüştüm. Birkaç gün içinde yüzü gözü yok olmuştu kedinin. Sonra kokuyu şikâyet eden esnaf, duvarın dibindeki kediyi kapalı torbaya koyup çöpe atmıştı.” Gözleri o anı görür gibi,uzağa bakarak, yüzünü buruşturarak anlatmıştı Mehmet.
“Hah, işte onlar bozulmaya, kötü koku ve mikrop yaymaya başlayan organizmayı yok etmek için tasarlanmış mikroorganizmalar. Onlar, bunun oluşmasına sebep olan kötü koşulları yok ederek görevlerini tamamlıyorlar.”
Mehmet ağzı açık dinliyordu. Sinek devam etti, “Kimi bunu mistik bir inançla temellendiriyor, kimi bilimsel olarak açıklıyor, kimi de açıklayamadığı için inkâr ediyor,” dedi. Güldü. “Ama temelde gerçek tek, ve orada duruyor.” Kısa bir süre sessizlik oldu.
“Biraz uçmam gerek, kanatlarım çalışmalı ki enerjim yerine gelsin.” Arkasında mavi bir ışık bırakarak odanın içinde turlamaya başladı. Mehmet, kendini ofisin etkinlik alanındaki armut minderlerden birine bıraktı. İçine gömüldü. Ellerini ensesinde birleştirdi ve arkasına yaslandı. “Biz nelerle uğraşıyoruz, asıl mevzu neymiş. Vay be!” Korku ve şaşkınlığı, yerini garip bir huzur ve rahatlığa bırakmıştı. Ne şirkette olduğunun, ne saatin gece yarısını geçtiğinin, ne de evdekilerin endişesinin farkındaydı. Hepsi zihninden adeta silinmişti. Sinek geldi ve karşısındaki armut mindere kondu, arkasına yaslandı, ayaklarını üst üste attı.
“Ha ha yok artık…” dedi Mehmet. Sinek ellerini birbirine sürtüp duruyordu.
“Ne yapıyorsun öyle ellerini bir birine sürtürek?”
“Alıcılarımı aktif hale getiriyorum. Hilmi’nin yaptıklarını kaydediyorum. Şu anda karısını aldatıyor biliyor musun?” Holografik bir görseli önüne getirdi. Hilmi’ydi bu. Yanındaki kadın, Mehmet’in geliştirdiği, yılın en önemli projesinin başına haksızca getirilen Sevda’ydı. Gözünü kaçırdı görüntüden, ayağa kalkıp odada hızla volta atmaya başladı.
“Şerefsizler! Sizi mahvedeceğim, herkese söyleyeceğim… Kime, ne söyleyeceksin salak! Bir sinek geldi, bana Hilmi’nin yaptıklarını anlattı, Sevda’yla ilişkisini öyle videoda falan da değil, havanın boşluğunda gösterdi mi diyeceksin? Tımarhaneye tıkarlar seni!” Yüzünü sıvazladı. Derin bir iç çekti. Koltukta oturan sineğe baktı. “E peki koca dünyada bir Hilmi mi var kötü? Milyarlarca kötü var. Kötülük var.” Sinek güldü. “Doğru. Sinekler yumurtalarından çıktıklarında yaklaşık bir haftada çiftleşebilecek olgunluğa ulaşırlar. Bizim gibi bilge sinekler ise bin yıl yaşasa da bize yardım eden, yani sizin bildiğiniz sinekler ortalama 3 hafta yaşarlar. Bunlar yaşadıkları sürece on kez yumurtlar ve sadece bir tanesi yılda milyarlarca sineğin oluşmasına sebep olabilir. Yani tüm kötülüklere yetecek kadar sinek var, merak etme.”
***
O sırada polisler Tunç’a ulaşmışlardı. Tunçla beraber ofise gittiklerinde saat sabaha karşı dörde geliyordu. Işıklar açıldı. Mehmet yerde yatıyordu. Kafasında şişlik ve ufak bir sıyrık vardı. Sıyrıktan sızan kan pıhtılaşmıştı. Ambulansa haber verildi. Gelen sağlık görevlileri Mehmet’i hastaneye götürmek için ambulansa taşıdılar. Naz, tutamadığı göz yaşlarıyla Mehmet’in arkasından araca bindi.”
***
Hilmi’nin karısı ise tuttuğu dedektif sayesinde öğrendiği Sevda’nın evini polislerle basıyordu. “Ben saygın bir işadamıyım, ne yaptığınızı sanıyorsunuz,” diye debeleniyordu Hilmi. Ertesi gün tüm televizyonlarda ve sosyal medyada Hilmi’nin skandalı, kara para aklama haberleri, yaptığı usulsüz işler, İsviçre bankalarındaki paralar konuşuluyordu. Karısı her şeyi savcıya söylemiş ve tüm bankalardaki paralara el konmuştu.
***
Mehmet hastaneden çıkmış evde dinleniyordu. O gece ofiste, kafasını vurduğu sırada gördüğü, başrolünde sinek olan rüyayı Naz ve Tunç’a anlattı. İkisi de şaşkınlıkla, gülerek Mehmet’i dinlediler.
Mehmet “Ya biliyor musunuz şimdi hatırladım, sinek, Hilmi’nin İsviçre’de parası olduğunu ve yüz milyon dolarını benim hesabıma yatırdığını söylemişti. Herifin hakikaten İsviçre’de parası çıktı. Yüz milyon doları da yurtdışında sahte bir hesaba aktarılmış, ister misin benim hesapta olsun?” Yüzünde dalga geçer gibi bir gülümsemeyle telefondaki uygulamadan banka hesabına girdi. “Boşuna heyecanlanmayın, şu Urla’daki arsa için biriktirdiğimiz para dışında, sadece istifa ettiğim güne kadarki yatan maaşım var,” dedi kahkaha atarak. Naz ve Tunç da kahkahasına eşlik etti.
Naz, “Seni nasıl etkilediyse alçak herifin haksızlıkları, senaryo gibi rüyana girmiş,” dedi.
Tunç, “Neyse geçti hepsi. Önümüze bakalım, her şey güzel olacak. Urla’ya ne zaman gidiyoruz?” dedi ve gülümseyerek ellerini ovuşturdu.
***
Aradan aylar geçmişti. Urla’daki arsayı aldıktan sonra bir mimarla anlaşıp evi yapmaya koyuldular. Oraya yerleşecekler, arsanın bir kısmına küçük bir pansiyon yaptırıp işleteceklerdi. Naz da öğretmenliğe burada devam edecekti. Önce bahçede inşaat sürecini yakından takip edebilecekleri bir şantiye evi inşa ettirdiler. Kepçeler sabah erkenden hafriyata başlamışlardı. Öğlene doğru “Mehmet Bey, Cengiz Bey,” diye bağıran ustaların sesine, dışarı koştular.
“N’oldu birine bir şey mi oldu?”
“Hayır, bir ahşap sandık var burada.”
Mimar Cengiz ve Naz gözlerine inanamadılar. Sandık altın doluydu. Önce avukatlarını aradılar, sonra da polise haber verdiler.
Adli analizlerde sandığın çok uzun yıllar önce gömüldüğü ve sahibine ulaşılamadığı tespit edilmişti. Sandığın içindekiler tarihi eser değildi. Üstelik Mehmet ve Naz’ın arazisinde bulunduğundan onların hakkı olduğu hükmedilmişti. Değerini öğrenmek için Mehmet ve Naz, Tunç’un tanıdığı bir uzmana gittiler. Adam “Maddi karşılığı yaklaşık yüz milyon dolar,” dediğinde üçü de birbirine baktı. Çok sevinmişlerdi ama şaşkınlıkları daha fazlaydı.
***
Mehmet ve Naz arsa üzerine hayal ettiklerinden daha güzel bir ev, bir eğitim evi ve butik otel yaptırdılar. Naz’ın yönetiminde, eğitim evinde anne babası olmayan başarılı gençleri hayata hazırlayan gönüllü hocalarla dersler veriliyordu. Butik oteli Mehmet ve Tunç işletiyor, eğitim evine destek veriyorlardı.
Ağustos ayının sıcak bir akşamı, cırcır böcekleri eşliğinde, yasemin, melisa kokuları arasında Mehmet, Naz ve Tunç, karanlıkta iyice belirginleşen binlerce yıldız altında hoş bir sohbetteyken, üçü birden bir vızıltı duydu. Tunç önündeki gazeteyi alıp vızıldayan sineğe vurmak için etrafına bakındı.Tam vuracaktı ki Mehmet atıldı. Tunç’un elindeki gazeteyi aldı.“N’apıyorsun, o benim dostum bilge sinek!”
Sinek, tik ağacından yapılmış, üstünde peynir, üzüm ve kuruyemişlerin bulunduğu sehpaya kondu. Mavi bir ışık yaktı göz kırpar gibi. Ve ardında mavi bir iz bırakarak uçup gitti.
Bir yanıt yazın