Korkma, Güzel Rüyalar da Var
Edebiyatın türleri arasında sanki bir hiyerarşi varmış gibi bir algıya sahibiz. Önce öykü yazılır ve o yol sizi romana doğru götürür yanılgısı bir yerlerde hep saklı duruyor. Siz öykü-roman-öykü güzergâhında neler deneyimlediniz?
Roman yazmak benim için çok güzel bir deneyimdi. Bir öykü dosyası oluştururken sürekli yeni bir öykü konusu, yeni bir kahraman ve üslup bulmanız gerekiyor. Yaratıcılık anlamında bu beni zorluyordu. Oysa roman eğer sizi heyecanlandıran bir konu ve kahramanlar bulduysanız daha çok yazı işçiliği diyebiliriz. Elbette orada da yaratıcılık var ama bir romana bir fikir yetiyor. Öykü kitapları içinse durum farklı, içinde kaç öykü varsa yazarı o kadar fikir bulmuştur diyebiliriz. Ve en önemlisi o kadar başlangıç yapmışsınız demektir. Yeni başlangıçlar beni hep zorlamıştır.
Güzey’i on sekiz ayda yazmıştım. Roman her gün çalışma gerektiren disiplinli bir iş. İşe giderken bile defterimi yanımda götürürdüm. Bir roman yazarının yalnızlığa daha çok ihtiyacı oluyor. Bu nedenle roman yazmak herkesin yaşamına uymuyor. Örneğin şu an benim hayat tempoma da roman yazarlığı uymuyor.
Türler arası hiyerarşi ne yazık ki var. Roman daha çok okunuyor, bu yüzden yayımlatmak daha kolay. Ama yazar biraz anarşist olmalı. Hiyerarşiye uymamalı.
Bir de şunu ekleyeyim uzun bir yazma serüveninin ardından bir romanın son cümlesini yazmanın verdiği o duygu, bambaşka bir duygudur.
Çeşitli Yalnızlık Söylentileri ve Korkma, Güzel Rüyalar da Var ile Güzey’i yazarken anlatım biçimi, kelimeleri/cümleleri kullanmadaki hareket alanınız veya karakterlerinizi detaylandırmanız açısından neler farklılaştı?
Çeşitli Yalnızlık Söylentileri, çok genç yaşta, yirmi üç yaşında, yayımladığım ilk kitabımdı bu yüzden otobiyografik öğeler baskındı. Her yazarın ilk kitabı öyledir. Güzey bir intihar salgınını konu alan psikolojik ve sosyolojik bir romandı, psikolog olmamın faydasını gördüm. Ama pek çok okurdan, intihar eylemini konu edindiği için Güzey’i okumaktan çekindiğini duydum. Oysa okuyanlar beklemedikleri kadar eğlenceli bir roman bulduklarını belirttiler. Yazarken, insanlar bunu okur mu okumaz mı diye düşünmemiştim. Bugün hâlâ öyle hareket ediyorum. Benim sıradan bir aşk öyküsü olarak gördüğüm öykümü erotik bulanlar oluyor. Ya da politik bulmadığım öyküyü politik buluyorlar. Hareket alanı dediğimiz şey aslında bu alanlar. Yoksa elbette yazarak ve okuyarak daha iyi cümleler kurmayı öğreniyorsunuz. Ama şöyle bir şey oluyor; teknik açıdan özgüven kazanırken heyecanı kaybediyorsunuz. Kitapların umduğunuz kadar okunmadığını ve her dosyanızın yayınlanmayacağını görüyorsunuz. Bunlar da heyecanı azaltıyor. Oysa yazmanın asıl lokomotifi heyecan duygusudur. Bizim gibi az gelişmiş ülkelerde insanlar önce heyecanını kaybeder. Gerçi yazarlık dediğimiz şey de her zaman doğrusal bir şekilde yükselmiyor. Öyle olsaydı her yazarın en iyi kitabı en son yazdığı kitap olurdu.
Okur olmanın yarattığı bir konfor alanı var. Yazmak, ilk andan itibaren belli başlı sorumlulukları olan bir eylem. Konfor alanından çıkıp sorumluluk almaya iten, size ilk adımı attıran, yazma konusunda sizi kışkırtan faktör ne oldu?
Bizim ülkemizde nitelikli okurların çoğu yazan insanlar. Özellikle öykü okurlarının neredeyse tamamı öykücüler. Romanda durum farklı. Kendimi yalnız hissettiğim, arkadaşsız kaldığım bir yaz mevsiminde yazmaya başlamıştım. Hemingway mutsuz geçen bir çocukluk iyi bir yazarlık eğitimidir, demiş. İstemeden de olsa bu yazarlık eğitiminden geçtiğim için kendimi yazı masasında buldum. Aslında kişi yayımlatmayı düşünmeden yazarsa sorumluluktan kurtuluyor. Sorumluluktan bahsetmeniz iyi oldu. Zaman zaman bunu sorguluyorum. İş hayatında ve özel hayatta aldığımız onca sorumluluk, bizi yoran şeyler varken bir de yazarlığın sorumluluğunu, stresini almak neden?
Yazmaya başlamamın nedeni, yazarak bir şeyleri değiştirebileceğimi düşünmemdi. İşte bu noktada kendinize bir iyilik yapmalı ve neyin değiştiğini sormamalısınız. Yazma eylemini fazla sorgulayan kişi yazmaktan vazgeçer. Tıpkı Tanrı inancını sorgulayan kişinin artık inanmayacağı gibi. Sonuçta varoluşumuza bir anlam arıyoruz. Psikanalitik açıdan bakarsak ise Freud sanatçının gündüz düşlerini çocuğun yaratıcı oyununa benzetmiş. Freud’un bu saptamasıyla Hemingway’ın az önce andığım sözü arasında bir yakınlık var gibi. Bazı şeyler, yani yetişkinlikte ne yapıp yapmayacağımız daha çocukken şekilleniyor. Sosyal açıdan içe dönük çocuklar büyüdüğünde yazar oluyor.
Bu yazdığımız kitaplar aslında katılamadığımız o oyunları yeniden oynama çabası. Bir şeylerin hazin telafisi. Ama biri çıkıp oyunun çoktan bittiğini söylese, ne deriz bilmiyorum.
Çevrenizde ilk okumaları yapan, yazıp görüşlerini/eleştirilerini almak istediğiniz kişiler var mıdır? Varsa bu kişiler sizin yazma serüveninizi nasıl etkiledi?
İstanbul’da yaşadığım yıllarda yazarlarla buluşur, birbirimizi beslerdik. Yıllardır Edirne’de bu ortamlardan uzak kaldım. Görüş almak besleyici olabilir ama yazma serüvenini çok fazla etkileyeceğine pek inanmıyorum. O yıllarda da tıkandığım dönemler oluyordu. Sonuçta yazarlık yalnız başına yapılan bir uğraş. Yaratıcılığa dışarıdan müdahale zor. Görüş aldığım birkaç dostum olmuştu ama onların görüşlerinin editörlerin görüşlerine uymadığını ayrımsadım. Editörler başka açılardan değerlendiriyor. Haklı olarak bir kitabın satıp satmayacağını da düşünüyorlar.
Yazdığım öykünün eksiklerini ancak zaman geçtiğinde farklı bir gözle baktığımda görebiliyorum. Bazense bu öyküde bir şey eksik ama ne? diye kendime sorup duruyorum. Cevap bulamıyorum, o öyküyü dosyadan çıkarıyorum.
Korkma, Güzel Rüyalar da Var’ı çalışırken editörünüzün yönlendirmeleri neler oldu? Bu yönlendirmeler sizi nasıl şekillendirdi?
O açıdan şanslıydım. Editörüm usta öykücü Murat Yalçın’dı. Öykü dilini ve konuları geliştirmem için anahtar niteliğinde önerilerde bulundu. Yayınevine sunduğum ilk dosya kitap için yeterli uzunlukta değildi. Benden yeni öyküler istemişti. Beni motive etmişti, kısa zamanda yeni öyküler yazıp göndermiştim. Editör çalışması benim için unutulmaz bir süreçti.
Kitap için ne tür dönüşler aldınız? Siz, özeleştiri yapacak olsanız, “kitapta şu daha iyi olabilirdi” diyebileceğiniz neler var?
Beni mutlu eden dönüşler aldım. Günümüzde artık yazarlara ulaşmak çok kolay. Sosyal medyadan mesajlaştığım pek çok okur oldu. Okuru olduğum yazarlardan da dönüş aldım. Bu hem şaşırttı hem sevindirdi. Ya da tersi oldu, görüş aldığım bazı okurlarımın okuru oldum. Kitabı olanların kitaplarını okudum. Kimileri öykülerini özel olarak benimle paylaştılar. İşin manevi tatmini, okurlarla iletişime girmek önemli.
Kitabıma baktığımda daha iyi olabilirdi, diyebileceğim bir şey yok. Elimden gelenin en iyisini yazdığımı görüyorum. Mükemmeliyetçilik hatalı bir düşünce şeklidir. Bir öyküyü ya da romanı iyileştirmek için değişmeye kalkarsak sonu asla gelmez. Yazar bir kitabı yayınlattıktan sonra artık önüne bakmalı. Bundan sonrası okura emanet.
Kitapta; “Balkon Cefası,” “Aşk Pahası,” “Lepiska Saçlı Kız,” “Prensesi Olmayanlara Özel Bir Hizmet,” “Unutulmaz Bir Misafir” adlı öyküleriniz dikkat çekiyor. Özellikle “Unutulmaz Bir Misafir” ve “Balkon Cefası”ndaki ters köşeler, öyküleri iyice güçlendirmiş. “Unutulmaz Bir Misafir,” son ana kadar ana karakterin hayal kırıklığına uğrayacağını düşündüğümüz ama sonu mutlu ve heyecanlı bir yol kıvrılan bir öyküyken, “Balkon Cefası,” bütünüyle hayal kırıklığı yaşayan bir karakteri anlatıyor. Özellikle bu iki öykünün çıkış noktalarından, son haline gelinceye kadarki deneyimlerinizden ve karakterleri inşa ederken nasıl bir yöntemle çalıştığınızdan bahseder misiniz?
“Unutulmaz Bir Misafir” öyküsü ısmarlama üzerine yazdığım bir öyküydü. Sevgili Onur Çalı, Kitap Cumhuriyeti için bir Yaz Öyküleri seçkisi hazırlıyordu. Benden öykü istedi. Dolayısıyla yazı anlatan, yaz mevsiminde geçen bir öykü oluşturmalıydım. Yaz denince de aklıma hep yaz aşkları gelir. Yaz mevsimi herkesten çok çocuklara ve gençlere ait gibidir çünkü okullar tatildir. O öyküye mutlu son koydum çünkü öyküdeki Gülcan karakteri cesur, eğlenceli, anı yaşamayı bilen bir karakterdi. Bir nevi karakter olayın akışını belirledi. Bir karakter oluşturmak öyküye renk katıyor. Öykülerde sürpriz sonları, sıra dışı olayları okumayı ve yazmayı seviyorum. O’Henry’nin veya Kafka’nın, Haldun Taner’in öykülerini bu yönden çok severim.
“Balkon Cefası” öykümde ise çıkış televizyonda gördüğüm bir haberdi. Yürüme engelli bir genç kızın yaşadığı apartmanın girişinde tekerlekli sandalye rampası yoktu ve apartman sakinleri rampanın konmasına izin vermemişti. Ne kadar gaddarca bir tutum. Bu yüzden kızcağız evden çıkamıyordu. İşin kötüsü valilik ve belediye özel mülkiyet olduğu gerekçesiyle konuya karışmıyordu. Böyle kararları birilerinin vicdanına veya sözde demokratik oylamaların çoğunluğuna bırakmamak gerekir.
“Aşk Pahası” öykümün çıkış noktası da gazete haberiydi. Sahilde öpüşen genç bir çifte para cezası kesilmişti. O öyküde yoksul bir çiftin talihsiz bir gününü anlatmak istedim. Aslında yaşanan talihsizlikten daha çok haksızlık. Cezaların haksızca dağıtılması adalet duygusunu zedeliyor. Bir adam bir kadına şiddet uygularsa hükmün açıklanması geri bırakılarak ceza verilmiyor ama bir adam sevdiği kadını halka açık alanda öperse ikisine de para cezası kesilebiliyor ve ceza ertelenmiyor.
Kendinizi yaratıcılık, konu belirleme, anlatım biçimi anlamında nasıl besliyorsunuz?
Psikoterapist olduğum için konu bulmakta sıkıntı çekmiyorum. Şu anda bile en az on tane öykü ya da roman konusu ve karakter sıralayabilirim. Ama zor olan sizin de değindiğiniz anlatım biçimini oluşturmak. Kurguyu belirlemek. Her yazdığımız metin edebiyat eseri olmaz, belli estetik kurallar vardır. Bunları oluşturabilmek için de kendimi okuyarak besliyorum. Sinema ve tiyatro da bana ilham veriyor. Devlet Tiyatrosuna gelen her oyunu izlerim. Ayda iki oyun geliyor.
Nalan Barbarosoğlu’yla bir gün bu konu hakkında konuşurken bana “kitaplar hayattan daha kışkırtıcı oluyor” demişti. Ona katılıyorum. Yaratıcılığı en çok besleyen şey kitaplardır.
Yazı masasının başına geçmek önemli bir mesele. Nasıl başlıyor sizin süreciniz ve kendinizi yazma konusunda nasıl disipline ediyorsunuz?
Bir dönem yazı masasının başından kalkmazdım. İnsan sevdiği uğraşı yaparken yorulduğunu hissetmiyor. Şimdi yılın her dönemi yazmıyorum. İlkbahar ve yaz aylarında yazmayı seviyorum. Bunun da nedeni manzaralı çay bahçelerinde yazmayı sevmem. Soğuk havalarda oralarda oturulmuyor. Disiplinli biriyimdir, beş altı saat yerimden hiç kalkmadan yazdığım olur. Uygun bir ruh hali yakaladıysam o günü ya da geceyi bozmam. Yazma eyleminde zihinsel faktörler olduğu kadar psikolojik faktörler de önemli. Masa lambası ışığında yazarım. Ortamın loşluğu hayal dünyamı genişletiyor.
Yazma anlamında tıkandığınız durumlarda ya da dönemlerde o çıkmazdan nasıl kurtuluyorsunuz?
Yazarlığın en tatsız yanı bu tıkanmalar zaten. Onlarca roman yayımlamış yazarları düşündüğümde şaşırıyorum, takdir ediyorum. Örneğin Perulu yazar Mario Vargas Llosa, benim bildiğim otuzdan fazla romanı var. Hepsi dilimize çevrilmedi. Adam resmen yazmak için yaşamış. Stephen King de çok üretken bir yazar. Bir dönem yazar tıkanıklığından kurtulmak için esrar kullanmış. Yaratıcılık uğruna neler yapılıyor!
Tabii burada uyuşturucu maddeyi övmüyorum. Bir psikolog olarak bunu yapmam. Hem esrar uzun vadeli kullanımda tembellik ve şüphecilik yapar, bu da insanı işlevsiz hale getirir. Yazarlık kariyeri uğruna beden ve ruh sağlığını kaybetmemek gerekir. Ailemize ve arkadaşlarımıza vakit ayırmalıyız.
Eskiden seyahat etmek yeni bir şehre, ülkeye gitmek kalemimi açardı, iyi gelirdi. Şimdiyse yazı odamdan uzak durup beklemeyi tercih ediyorum. Bence yazmamak da yazmaya dahil. Eğer okumayı bırakmıyorsanız yazmaya ara vermenin sakıncası yok.
Başucu kitaplarınız, tekrar tekrar okuduğunuz yazar ve/veya kitaplar neler? Çağdaşlarınızdan kimleri okuyorsunuz?
Sait Faik’i, Haldun Taner’i tekrar tekrar okurum. Çağdaş yazarları okumak ayrı bir zevk. Çok iyi öyküler yazan arkadaşlar var, hepsini selamlıyorum. Yalçın Tosun, Murat Çelik, Nihan Eren, Onur Çalı, Serkan Türk, Seyit Göktepe, Neslihan Önderoğlu, öykülerini severek okuduğum kendi kuşağımın yazarları. Aslında liste çok uzun.
Korkma, Güzel Rüyalar da Var sonrası nasıl geçti? Yeni bir dosya hazırlığınız var mı?
Elbette yeni öyküler yazdım. Şu aralar tiyatro oyunu yazmaya hevesliyim. Aslında bu isteğim yıllardır var. Hatta on dokuz yaşımda bir oyun yazmıştım. Tabii tiyatro oyunu yazmak daha teknik bir iş. Sahnenin ve gösterinin sınırlarını bilmek gerek. Konuyla ilgili kitaplar okuyorum. Hani söyleşinin başında heyecandan bahsetmiştim ya bu aralar beni oyun yazma düşüncesi heyecanlandırıyor.
Bir yanıt yazın