Kuzeyden esen rüzgâr, tüm köyü etkisi altına almış, köyün dışındaki trafoyu patlatmıştı. Köy, iki gündür karanlıklar içindeydi. Gaz yağımız da bitmişti. Bir şeyler düşünmeliydik. Biz. Yani Mahir ile ben. Mahir benim öğretmen arkadaşım. İkimiz yıllardır bu köyde öğretmenlik yapıyorduk. Ama Mahir geceden beri yoktu. Gün boyunca ortaya çıkmayınca, akşam muhtarın yanına gittim. Pek oralı olmadı muhtar. Art arda yaktığı sigaralardan sararan bıyığını düzeltirken üstünkörü, “Bir bakalım, ne işler peşinde,” lafı çıktı ağzından. Sevmezdi Mahir’i. Köyün geneli için de durum pek farklı değildi. Benim sorunum yoktu hiçbiriyle. Yanından ayrılırken muhtar, “Bulursan söyle, onunla işim var,” dedi.
Rüzgârın etkisi dağılıyor gibiydi ama karanlık başka bir problemdi. İlçeden hâlâ ses seda yoktu. Muhtara da sormayı unuttum. Şu an Mahir, birinci önceliğimdi. Dönüşte, kapının önünde parlayan bir nokta görünce irkildim. Çok geçmeden karşıdan ses geldi.
“Cevdet sen misin?” diye sordu Mahir. Sigarasından bir nefes daha çekti.
“Oğlum nerelerdesin sen? Muhtara gittim seni sormaya.”
“İyi bok yedin, nerede olacağım, buradayım işte.”
“İyi, kurtlar yememiş seni,” dedim. Uzaklardan kurt ulumaları duyuluyordu. Cebimden anahtarı çıkarıp eve girecekken Mahir durdurdu beni.
“Dur, bu gece işimiz var. Benimle gelmen gerek.”
“Ne işiymiş bu?”
Kimse olmamasına rağmen etrafına baktı Mahir. Kulağıma eğilerek sessizce, “Gizli bir iş,” dedi.
Beyefendi için endişelendiğim yetmiyormuş gibi bir de gizemli işine koşacaktım.
“Ne oldu, define mi buldun?” dedim, biraz da alaylı. Mahir’in çok merakı vardı böyle işlere, define arayacağım diye ortadan kaybolmuşluğu çoktu.
Az önce beni durduran kendisi değilmiş gibi kapıyı açtı. “İçeride konuşalım,” dedi.
İçeriye girince sessizce, “Evet, dinliyorum seni, neymiş bu gizli mesele,” dedim. Sesimin kısık çıkması beni de şaşırtmıştı. Duruma çabuk ayak uydurmuştum.
Mahir ilkin köşede duran mumu yaktı, sonra da ağzındaki baklayı çıkarıp çıkarmamakta kararsız, evin içinde dönmeye başladı. Gün boyu onu merak etmekten yorgun düşmüştüm. Elektrikler hâlâ yoktu. Mahir konuşmayınca tekrar söze girdim.
“Oğlum ne bu halin, anlatacaksan anlat,” dedim. Sabrım tükeniyordu ki “Ağbi ben bir bok yedim. Bu işin altından nasıl kalkacağım, bilmiyorum. Bana yardım etmen lazım,” dedi Mahir. Sonra etrafında tekrar dönmeye başladı.
Gökyüzünde dolunay vardı. Bu yüzden yürürken az çok önümüzü görebiliyorduk. Mahir, herhalde bu sefer aradığı defineyi buldu, diye düşündüm. Onu böyle telaşlandıracak başka bir şey olamazdı. Gerçi bir haltlar karıştırdığı belliydi ama bakalım ne çıkacaktı bu işin içinden. Elde kazma kürek köyün dışına doğru ilerlemeye başladık. Muhtara da haber versem iyi olacaktı. Mahir, evinin yanından geçerken, “Dönüşte kaybolmadığımı söylersin,” dedi. “Biz devam edelim.” İleride köyün delisi, aynı zamanda fahri bekçisi, Hüso’nun evi vardı. Şüphelenmeye başladım. Durdurdum Mahir’i.
“Oğlum, söyleyecek misin ne olduğunu, yoksa ben dönüyorum.”
“Dur Cevdet,” dedi. Emir verir gibiydi bu sefer ama halimi görünce yumuşattı sesini, “En baştan beri söylemek istiyorum ama kolay değil bunu söylemek.”
“Biraz daha açık ol,” dedim.
Mahir kararlı halimi görünce pes etti. Etrafına bakındı. Kimsenin olmadığına emin olmak istiyordu. Sonunda soğukkanlılıkla, “Ben Hüso’yu öldürdüm,” dedi.
Konuşsun diye o kadar ısrar etmiştim ama söylediklerini duyunca olduğum yerde dondum kaldım. Cevdet, yaşayacağım şaşkınlığı önceden tahmin etmiş olacak ki bir süre bekledi.
“Biliyorum, şoktasın ama Hüso’nun neyin içinde olduğunu bilsen, bana hak verirsin.”
“Bir katile hak vermemi mi istiyorsun?” dedim. Katil sözcüğünün ağzımdan böylesine rahat çıkmasına şaşırmıştım.
“Başka çarem yoktu.” Etrafına bakındı. Sesini alçaltarak, “Burada tehlikedeyiz. Her şeyi anlatacağım sana,” dedi.
“Ben gelmiyorum seninle,” dedim. “Kendine suç ortağı arıyorsan başkasını bul. Hem ne günahı vardı Deli Hüso’nun?”
“Bak, işler bildiğin gibi değil. Bu köyde…” Etrafına bakındı tekrar. “Gel,” dedi. “Bunları orada konuşalım.” Hüso’nun evini işaret ediyordu. Kazma kürek Hüso’yu gömmek içindi, şimdi anlamıştım. Gittik. Önde Mahir arkada ben eve girdik. Karanlıkta ayağıma türlü türlü şeyler çarpıyordu. Hemen mumları yaktık. Cılız mum ışığında bile ortalık, bir dedektif için çözülmesi çok kolay bir cinayetin izleriyle doluydu. Her yer darmadağındı. Mutfaktaki eşyalar bile yerlere saçılmıştı. Hüso’nun cansız bedeni salonun ortasında göğsünde bir cam parçasıyla duruyordu.
“Otur,” dedi Mahir. “Anlatayım her şeyi.”
“Anlatmak için mükemmel bir ortam,” dedim. Dağılmış bir ev, yerde yatan cansız bir beden ve mumların ışıklarından yansıyan gölgelerimiz… Aldırmadı söylediğime.
“Kısa keseceğim, yapacağımız işler var,” dedi. Sonra da yaşananları anlatmaya başladı.
“Bak Cevdet, beni bilirsin. Bu köye benden beş yıl önce geldin, ben de geleli o kadar oluyor. Öğretmenlik vasfından başka bu köyden gibiyiz artık. Biliyorum, köylü benden pek hoşlanmıyor ama gerçek bu. İnsanın yapacak bir şeyi, şöyle çıkıp dolaşacağı bir yer var mı? Yok. İşte benim de definecilik merakım böyle sıkıntıdan ortaya çıktı. Birkaç parça eşya da bulmadık değil. Ama değersiz nesnelerdi bunlar. Şimdi eminim Deli Hüso ne alaka diyorsun. Aslında uzun süredir takip ediyordum Hüso’yu ben. Günlerdir gidip geldiği bir yer var. Karşıdaki dağın diğer yamacında. Mağara gibi bir yer. En sonunda işkillendim de takip ettim. Benim için çok zor oldu. Sen benim define peşinde koştuğumu sanıyordun. Doğrusu başlarda ben de öyle sanıyordum. İnsan başka ne diye gider böyle bir yere? İşler sonradan değişti. Hüso, bu mağaraya giderken hep bir şeyler götürüyor, çıktığında eli boş oluyordu. Bu mağarada kim yaşıyordu? Önce bu soruyu merak etmeye başladım. Fark ettiğim bir şey daha vardı. Köy içinde sen dahil hiçbirimiz Hüso’nun hareketlerine aldırmazdık. Deli der geçerdik. Ama Hüso bu gidiş gelişlerde hiç de deli gibi davranmıyor, köy içindeki her zaman bildiğimiz yürüyüşünü yapmıyordu. Bir yandan yakalanırım korkusu vardı. Rahat hareket edemiyordum. Defineciliğimi herkes bilirdi ama neyle karşılaşacağımı bilmediğim bir durumun içine de girmek istemiyordum. Sonunda Hüso’nun evine girmeye karar verdim. Hüso, ne işler çeviriyorsa burada mutlaka bir izi olmalıydı. Gerçeği burada anladım.”
“Neymiş bu anladığın gerçek?” dedim.
“Ben, beni de öldürmeye çalışan bir katili öldürdüm Cevdet. Anladığım bu. Hüso’nun –ya da Kasım Bin Hazretleri demeliyim– içinde bulunduğu bir din var. Adını ilk defa duyuyorum: Natahi. Bunları nereden öğrendim dersen dolaplardan çıktı. İşte bak, buradalar.”
Elindekileri uzattı Mahir. Bir sürü kâğıdın içinde değişik semboller ve yazılar vardı. Anlatmaya devam etti.
“Sembolleri ben de anlamadım ama yazılar açık. Natahi inancının esaslarını belirtiyor. Bunları sana uzun uzun anlatmayacağım.” Hüso’yu gösterdi. “İşimiz çok.”
Onun gibi Hüso’yu göstererek, “Bir delinin evinde bulunan kâğıtlara göre nasıl böyle bir şey yaptın?” dedim.
“İster miydim ben böyle bir şey olmasını? Bak elindeki kâğıtlarda Natahi dininin kuralları belirtiliyor ve bir kutsal kitaptan bahsediyor. Lütfen oku bunları.”
Okudum. Onu onaylamamı istiyordu ama yüzüne yine suçlayıcı ifadeyle bakmaya devam ettim.
“En altta bulunan listeye bak Cevdet. İsimlere bak. Bunlar Natahi inancına göre her yıl şubat ayında Natahi tanrısına verilen kurbanlar. Hepsi öldü ama bildiğimiz şekilde, kalp krizi, felç gibi nedenlerden değil. Yaşlıları hastalıktan, yaşı biraz genç olanları da elim bir kazaya kurban gitti diye biliyoruz. Ve bak bu yıl listede kim var?”
Baktım. Listede Mahir’in adı yazılıydı. Ölüm şekli kurt saldırısı olarak gösteriliyordu.
“Elektrikler neden yok Cevdet, dışarıdaki kurtların uluması neden? Anladın mı şimdi beni?”
Kurtlar Mahir’i duymuşçasına uzun uzun uludular.
“Dur,” dedim. “Sen sadece bu kâğıtlardan yola çıkarak böyle şeylere kendini nasıl inandırdın? Adam deli oğlum, deli. Uydurmuş olamaz mı bunları?”
“Deli olan beni öldürmeye kalkışmazdı Cevdet. Şimdi tüm bu olanlara gelince… Gidip de Hüso’ya ilk ben saldırmadım elbette. Dışarıda bulunduğu bir sırada evindeki kilitli bir dolabı açmaya çalışırken yakaladı beni.” Dolabı gösterdi Mahir. Görünüşe göre hâlâ açamamıştı. “Hemen üstüme saldırdı. Deli Hüso. Yıllardır tanıdığımız türlü şaklabanlıklar yapan Hüso. Ağzından çıkanları, beni durdurmak için sözleri duysaydın sen de inanırdın tüm bunlara. Yarım saat kadar bir odadan bir odaya gidip geldik. İkimizin de gücü tükenmek üzereyken, kırılan gaz lambasının camını kalbine geçirdim. Ölecektim Cevdet, anlıyor musun, ölecektim!”
Son sözlerini söyledikten sonra sarsıla sarsıla ağlamaya başladı Mahir. Belki de ne yaptığının yeni yeni farkına varıyordu.
“Kalk,” dedim. “Beni Hüso’nun gittiği yere götür.”
Yüzüme baktı. Anlamamıştı. “Takip ediyordum dedin ya, oraya götür beni. Senin kurtuluşun orada.”
Hüso’yu gösterdi. “Bırak,” dedim. “Bu halde götürüp ne yapacağız? Kazma küreği al yanına. Kazdıktan sonra götürelim Hüso’yu.”
Mumları söndürüp geldiğimiz gibi çıktık evden. Rüzgâr tekrar etkisini gösterecek gibiydi. Ara ara hızını artırıyordu. Bu, kurt ulumalarını olduğundan daha fazla uzatıyordu. Dolunayın ışığı olmasa önümüzü göremeyecektik.
“Fener almayı unuttuk,” dedi Mahir.
“Gerek yok,” dedim dolunayı işaret ederek, “Bu ışık bize yeter de artar.”
Köye doğru baktı Mahir. “Bu gece buradan ayrılacağım,” dedi. Kurtların acı ulumaları bir kere daha kulağımıza geldi. “Ya da yarın sabah erkenden giderim.”
“Bunları yapabilmen için çalışmamız lazım,” dedim.
Yolu ezbere biliyormuş gibi ilerliyorduk. Bu sırada Mahir birden kendini geriye attı. Gayri ihtiyari sıçradım. Hemen önümüzde bir kırmızı nokta yanıp söndü. Ardından muhtarın sesini duyduk.
“Hayrola hocalar, nereye böyle?”
Bugün ikinci kere yaşıyordum bu durumu. Mahir hâlâ yerden kalkmamıştı.
“Ödümüzü aldın muhtar,” dedim.
“Kahrolası elektrik, karanlık her yer,” dedi. “Ben de sizi, daha doğrusu Mahir’i arıyordum. Bulmuşsun.”
“Senden çıktıktan sonra eve gelmiş.” Mahir’e baktım. Hâlâ yerdeydi. El verip kaldırdım. Karanlık da olsa yüzünü seçebiliyordum. Heyecanla karışık korku içindeydi. Elektriklerin olmaması en çok onun işine geliyordu. Muhtar elimizdeki kazma kürekleri gördü.
“Define avına mı gene?”
Mahir anlamadı. Dürttüm. Kendini toparlayıp, “Evet,” dedi. “Yeni bir yer keşfettim Muhtar. Hemen şu ileride.” Eliyle gösterdi.
Muhtar, Mahir’in gösterdiği yere doğru baktı. “Bu sefer pek uzaklarda aramıyorsun,” dedi.
“Öyle,” dedi Mahir.
“İyi bakalım, o zaman ben Hüso’ya bakayım, bugün hiç gözükmedi.”
Muhtar böyle deyince, Mahir telaşlandı. “Ben gördüm onu bugün,” dedi hemen.
“Ne zaman gördün? Cevdet seni her yerde aradı da bulamadı.” Muhtar söze devam edecekken araya girdim.
“Bugün beraberlermiş,” dedim. Yalan değildi.
“Beraber gittik define aramaya, yorulunca evine bıraktım,” diye bıraktığım yerden devam etti Mahir.
Muhtarın yüzü pek seçilmese de inanmadığını hissediyordum. Bu sırada elindeki tüfeği fark ettim. Sordum.
“Elindeki ne böyle?”
Tüfeği görünce Mahir daha bir telaşlanır gibi oldu. Kendini ele verecekti neredeyse.
“Gece vakti ne olacağı belli olmaz, kurtları duymuyor musunuz?” dedi muhtar.
Dinledik. Geliyordu kurtların ulumaları. Ne yapacağımızı bilmez halde üç kişi köyün dışında ve karanlıktaydık. Mahir kesinlikle muhtarı köye göndermezdi. Muhtarın gideceğini ben de düşünmüyordum. Sonunda, “Sen de gel bizimle muhtar,” dedi elindekini göstererek, “bizde silah yok, gelirsen daha güvende oluruz.”
“Bu havada mı kazacaksınız?” diye sordu muhtar.
“Bilmiyor musun, kaç kişi gidip geliyor bu yöreye define için. Kaybedecek vaktimiz yok.” Mahir biraz açılmıştı. “Cevdet haklı, sana da ihtiyacımız var.”
“Çıkanın yarısı benim o zaman,” dedi muhtar.
Mahir’in konuşmasını beklemeden, “Çok,” dedim.
Mahir, ne yapıyorsun der gibi bana baktı. Aldırmadım.
“Valla güvende olan benim, siz silahsızsınız, keyfinize nasıl gelirse,” dedi muhtar.
Güldüm. Mahir benden önce atıldı. “Tamam, öyle olsun.”
“Anlaştık o zaman. Geri kalanı siz aranızda pay edin.”
“Tamam,” dedim. Muhtar da peşimize takıldı. Mahir’e baktım. Biraz rahatlamış gibiydi ama şimdi muhtardan nasıl kurtulacağımızı düşünmeye başlamıştı kuşkusuz. Onu rahatlatmak için, “Kazdığımız yerden bir şeyler çıkarsa herkes tek hareket etsin, ayrı ayrı girelim köye, kimseye duyurmayalım,” dedim. Söylediğim gecenin karanlığına uygun olsun diye sesimi iyice kıstım.
“Evet, öyle yapalım,” dedi Mahir. Yüksek sesle.
“Aman,” dedim. “Olabildiğince sessiz olalım.”
Bir komutanın askerlerine verdiği emir gibi dediğimi uygulamaya, sessizce ilerlemeye başladılar. Rüzgâr iyice şiddetlenmişti. Karanlık yetmiyormuş gibi gözüme toz gelmesin diye ellerimi siper ediyordum. Diğerlerini göremiyordum ama eminim durumları benden farklı değildi. Gecenin bir yarısı üç kişi sözde define avına gidiyorduk. Bir yandan sevinmiştim muhtarın geldiğine. Silahı olması işimize gelirdi.
Köyden yaklaşık bir kilometre uzaklıkta bir dağın yamacına geldik. “Burası,” dedi Mahir. Ay ışığı sanki biraz daha güçlüydü. Etrafı rahatça görebiliyordum. Ama Mahir’in dediği, Deli Hüso’nun gidip geldiği, mağara ortalıkta görünmüyordu. Mahir’e baktım. Etrafında dolandı biraz. Cebinden bir kâğıt çıkardı sonra. Elindeki kâğıda biraz daha bakıyormuş gibi yaptıktan sonra, “Evet,” dedi. “Burayı kazacağız.”
Muhtar ikimize de birer sigara uzattı. Aldık. “Gece uzun sürecek gibi,” dedi muhtar. Sürekli hareket ediyordu. Bunu üşüdüğünden mi yoksa heyecanından mı olduğunu anlayamadım.
“Bazı gecelerin sabahı olmaz muhtar,” dedim. Mahir bana baktı. Dediğimden ne anladı, kestiremedim. “Dua edelim de bir şeyler çıksın,” dedi sonra.
Deli Hüso’un öldüğünü –öldürüldüğünü– sadece ikimiz biliyorduk. Mahir muhtarı köye gönderemezdi. Belki de biri Hüso’yu bulmuştu. Öyle olursa ilk haber verilecek kişi muhtardı. Yok, Mahir muhtardan vazgeçemezdi.
Bu sırada muhtar, “Sıkıştım, ben şuraya bir çövdüreyim hocalar,” dedi. İlerideki çalılıklara doğru gitti. Mahir hemen konuştu.
“Ağbi ne yapacağız şimdi, köye de yollayamayız, kesin Hüso’ya bakar.”
“Sakin ol, biz işimize bakalım, mezarı kazalım.”
“Sonra?”
“Sonrasını ben de bilmiyorum Mahir, bir de muhtarı öldür istersen.”
“Susss! Duyacak şimdi. Tamam, mezarı kazalım, bir şey çıkmayınca da evine kadar beraber gideriz, bırakırız. Sonra da Hüso’yu gömeriz.”
“Dua et de Hüso’yu köyden birileri bulmuş olmasın.”
“Bulsa bile inkâr ederiz Cevdet. Biz burada define arıyoruz unutma. Şahidimiz bile var: Muhtar.”
“Ulan sıçayım senin soğukkanlılığına. Bu yediğin boktan sonra bir de yalancı şahit mi arıyorsun? O kadar kolay anlatıyor…”
“Neymiş o kolay olan?” Kemerini düzelte düzelte yanımıza geldi muhtar. Sigarasından son bir nefes çektikten sonra attı yere.
“Kazacağımız yerde bir şeyler bulduk mu işlerimizin kolaylaşacağından konuşuyorduk,” dedim.
“De hadi, kazalım o zaman, ne bekliyoruz,” dedi muhtar. Mahir’in gösterdiği yeri birlikte kazmaya başladılar.
Onlar yorulana kadar ben olduğum yere çömeldim. Rüzgâr şimdi hafifliyor gibiydi. Uzaklara doğru baktım. Her yer zifiri karanlıktı. Elektrikler hâlâ yoktu. Mahir canla başla çalışıyordu. Muhtarı bir an önce eve göndermekti niyeti, anlıyordum. Acaba neler hissetmişti ilk öğrendiğinde. Natahi. Kâğıtlar. Peki ya onlarda yazanlar. Tüm bu işler bittiğinde Hüso’nun eve iyice bakmalıydı. Kazma seslerine kurt ulumaları eşlik etmeye başladı ben bunları düşünürken.
“Yahu bu kurtlar neden böyle bugün?” diye sordu Mahir. Muhtar cevap vermedi.
“Belki görülecek bir hesapları vardır,” dedim. Sırtı bana dönük olduğu için yüzünü göremedim ama Mahir, kazmayı daha hızlı vurmaya başladı.
Bir süre sonra muhtarın elinden kazmayı aldım. Epey ilerlemişlerdi ama görünürde, beklediğimiz gibi bir şey yoktu. Mahir’e baktım. Durmadan kazmaya devam ediyordu. Bir ara, şimdi ne yapacağız, gibisinden bir bakış attı bana. Bana bırak, anlamında elimi kaldırdım. Sonra Mahir’e, “Dinlen istersen biraz,” dedim.
“Yorulmadım,” dedi. Ben de muhtara verdim kazmayı. Muhtar kazdığımız alanı görünce, “Buradan bir şey çıkmayacak sanki,” dedi. Tam da Mahir’in istediği gibi. Hemen atıldı Mahir. “Bence de öyle,” dedi. “Sanırım bir yerde hata yaptım.”
“Başka bir yer olmasın hoca, cebindeki kâğıda bir daha baksan?”
“Başka yer yok,” dedi Mahir. “Tahminle de yapamayız, işimiz sabaha kadar sürer.”
Artık bu oyun bitmeliydi. “Sürmez,” dedim.
Anlamadı Mahir. Yüzüme soru sorarcasına baktı. Tekrarladım. “Sabaha kadar sürecek bir işimiz yok,” dedim. Mahir’in Hüso’yu öldürdüğünü söylerken büründüğü soğukkanlılıkla. “Bu gecenin sabahı yok Mahir,” diye devam ettim. Bu sırada muhtarın, artık Fedai de diyebilirim ona, tüfeğini Mahir’e doğrulttum.
“Ne yapıyorsun Cevdet, ne diyorsun?” dedi Mahir.
“Cevdet değil, Kasım,” dedim. “Benim adım Kasım.” Konuşmasını beklemeden devam ettim. “Natahi inancını, Tanrımızın izniyle yayma görevini ifa eden bir elçiyim ama sen bugün bir arkadaşımızı öldürdün.”
Rolleri değişmiştik. Şaşırma sırası şimdi Mahir’deydi. Bekledim. Sonuçta o da bana bir bekleme süresi vermişti. Bu arada Fedai yanıma geldi.
“Anlamıyorum Cevdet, hiçbir şey anlamıyorum.”
“Anlamayacak bir şey yok Mahir, inancımıza küfür ettin, bir arkadaşımızı şehit ettin.”
“Nasıl bir saçmalığın içindesiniz siz?” diye bağırdı Mahir.
Mahir’in Hüso’yu öldürmesi, gerçekleştirmek istediğimiz bütün işleri sekteye uğratmıştı. Fedai’ye köyün dışında beklemesini ben söylemiştim. Cevdet’i içeride ararken görürse durduracaktı. Neyse ki evin önünde onu bulmuştum. Tam söze girecekken uzun uzun uluyan kurtların sesi geldi. Mahir’in gözleri açıldı.
“Kurt saldırısı… Yoksa…” Sözünü bitirmeden koşacakken silahı ateşledim. Niyetim onu bu şekilde öldürmek değildi. Kâğıtta ne yazıyorsa o gerçekleşmeliydi. Ayağına saplanan kurşunlarla yere düştü Mahir. Acı haykırışları dağlarda yankılandı. Bu haykırışlara, “Yapmayın!” nidaları belli belirsiz karışıyordu. Fedai’ye işaret verdim. Mahir’in yanına gitti. “Yeterli değil efendim,” dedi. Onay bekliyordu. “Tamam,” dedim. Fedai, Mahir’in vücudunda çeşitli yaralar açtı. Sıcak kanın kokusunu şimdi ben bile duyuyordum. Çok geçmeden de kurtlar geldi. Geldikleri gibi Mahir’i parçalamaya başladılar. Fedai’ye gitmesini, inancımızın diğer fedailerine, Hüso’nun beni ziyaret ettiği mağarada toplantı yapılacağını bildirmesini istedim. Ben biraz daha kalacaktım. Mahir’in acı haykırışlarını duydukça, Tanrımızın hoşnutluğunu yüreğimde hissediyordum.
TUĞRUL KARATAŞ
Bir yanıt yazın