Sabahın serinliği geçeli çok olmuş, güneş yolun yarısını bitirmişti. Aheste bir Ortaçgil şarkısı gibi kokuyordu deniz. Sahildeydi.
Kum taneleri pırıl pırıl parlıyordu avucunun içinde. Yeterince yakından bakınca yıldızlar, gezegenler misali birbirinden farklı küçücük zerrelerdi her biri ama bir araya gelince tümüyle yeni bir kimlik kazanmış, bir avuç kum oluvermişlerdi işte. Açtı elini, parmaklarının arasından kayıp gitmelerini izledi. Kum saatinden akar gibi aktılar yere. Onu da böyle izlemişti işte giderken. O da kayıp gitmişti avuçlarından böyle yavaş yavaş. Tek yaptığı tutmamak olmuştu.
Dalga çıkmaya başlamıştı ufaktan. Sabah böyle değildi oysa. Mavi satenden bir örtü gibiydi deniz ilk geldiğinde. Öyle pürüzsüzdü ki girmeye kıyamazdı insan. Şimdiyse o uzanmışken kumsalda kulaç yorgunu, yön değiştirmişti rüzgâr. Deniz onunla yaşadıkları o hiç yoktan başlayıp alevlenen tartışmalar gibi giderek hızlanan bir coşkuyla vuruyordu dalgalarını. Dünyaya kızmışçasına her seferinde biraz daha, biraz daha hızlı indiriyordu şamarını. Ama deniz hiç bir yere gitmiyordu sonuçta; kızgınlığı geçince yine sokuluyordu sessizce milyon yıllık sevgilisi kumsalın kucağına. O ise gitmiş, bir daha dönmemişti.
Bunları düşünürken üzerine sessiz ve serin bir gölge düştü usulca. Gölge şekle büründü, geldi oturdu sol yanına. Oydu!
Hiç bir şey söylemeden baktı bir süre. Anlam veremiyordu. Orada olmaması gerekiyordu aslında. Bunca zaman sonra üstelik! O ise o kömür karası gözlerini dikmiş, sessizce bakıyordu. Bir müddet sadece bakıştılar. Sessizliği bozan taraf sanki eski ve kıymetli bir büyüyü bozacakmış gibi korkuyor, susuyorlardı. Sonunda dayanamadı:
“Ne arıyorsun burada”
“…”
“Beni merak ettiğin için döndüysen, iyiyim, merak etme.”
“…”
“Yok, sadece yolum düştü buraya dersen o da müthiş bir tesadüf olur. Gittiğin yer neresi, burası neresi? Tam ters istikamette. Olası değil!”
“…”
“Anladım, anladım. Yoksun aslında burada. Gündüz gözüyle düş görüyorum ben. Eee? Konuşmayacak mısın? Madem benim hayâlimsin, bir şeyler söylemeni sağlayabilirim belki de.”
“…”
“Hâlâ konuşmuyorsun. Sesini mi hatırlamıyorum yoksa ben? Hayır, unutmadım. Nasıl unutabilirim ki sesini! Hani böyle şeker tadında, kadife yumuşaklığında bir şeydi. Sen adımı söylediğinde, kâinatta adım dışında ne varsa silinirdi. Nasıl unutabilirim ki!”
“…”
“Anlaşıldı; sen konuşmayacaksın. Kim bilir belki de küstün bana. Belki sana ‘gitme’ demediğim için kızgınsın. Öyle mi?”
“…”
“Suskunluğunu ‘evet’ olarak alıyorum. Hoş, ‘hayır’ demek için bile konuşman gerekirdi; oysa sen hiç bir şey söylemiyorsun. Neyse, pekâlâ. Ben konuşayım o halde.
Neden ‘gitme’ demediğimi açıklayabilecek değilim aslında. Dönem şartları diyelim, yaşamın bilinmezliklerinden biri diyelim ya da ömrümüzün senaryo yazarının edebi cilveleri bile diyebiliriz istersen. Diyemedim işte. Ama asıl senaryo, sonrasında başladı benim için. Sen gittin, senin için film bitti aslında. Bense bambaşka bir yazgıya sürüklendim senden sonra.
Bir koşuşturma içine girdim hızla. İş, güç, bir hengâmedir gitti. Mevsimler başladı, mevsimler bitti. Sensiz yılları, sensiz yüzyıllara bağladı duvardaki takvimler. Ama akıp giderken hayat, bazı şeyleri de sürüklüyor geleceğe illâ ki. Unutmaya çalıştığım sevdan gibi.
Sen artık sadece düş buluşmalarında gülümsüyordun bana. Şimdi de güldün bak, aynı böyle. Komik mi sence? Bence değil. Hiç değildi hem de. Ne oluyordu biliyor musun? Karanlık oluyordu. Gece oluyordu. Şehir ıssızlığa soyunurken, ellerin tutunuyordu yüreğime. Gülümsüyordun. Ama ben ağlamaklı oluyordum. Çünkü artık yoktun, bir daha da olmayacaktın. Sonra sabah yaklaşıyor, sen gidiyordun kendi yaşamına. Kalkıyordum, sensizliğe giyiniyor ve başlıyordum yaşamaya. Yalanların, riyaların arasında, gerçek gerçek yaşıyordum.
Akıntıya kürek çekmiyordum anlayacağın. Sensiz bir nehirde, sensizlik denizine akıyordum. Sen yalnızca düş buluşmalarında gülümsüyordun bana. Kötü oluyordu ama. Ağlamaklı oluyordum.
Oysa sen gittin. Sadece gittin. Ben ‘gitme’ demediysem, sen de kalmayı seçmedin. Alıp yanına tüm yaşanmamışlıkları, öylece gittin rüzgârların estiği yöne. Hiç gitmeyecek gibiydin; hiç gelmemiş gibi gittin. Dilinde o yürekli aşk şarkıları, yüreğinde kim bilir hangi fırtınalarla, bir gülümseyiş atarak kadere, gittin dönülmeyecek yere. Gülmeden, ağlamadan, sevdayı adam gibi yaşamadan gittin. Hâsılı, başlamadan bittin. Alıp yanına tüm olmazlıkları, gittin rüzgârların estiği yöne. Tek söz kalmıştı artık diyebileceğim: ‘Güle güle’.”
Rüzgâr kuvvetlenmiş, sahildeki şemsiyeleri, havluları savurmaya başlamıştı. İstemsizce çevirdi başını uçuşan nesnelere doğru bir an için. Geri döndüğünde o yoktu. Arkasına, sağa sola bakındı; gitmişti. Gülümsedi kendi kendine. Hiç gelmemişti ki zaten! Bir avuç kum aldı yerden yine. Bu sefer denize doğru savurdu. Tanelerin pırıltısı, dalgaların sesine karıştı. Hayâl gerçek, gerçek de hayâl olmuştu o gün. Zamanın dışında, masal gibi bir gün.
“İşte” dedi, “Bir varsın, bir yoksun. Bir görünür, bir kaybolursun. Ömrümün her paragraf başında bir cümle içindesin. Bir unuttursun kendini izi tozu bulunmaz şekilde, bir hatırlatırsın beklenmedik bir biçimde. İşte yine vardın, yine yoksun. Ömrümün masalısın. Sonu bilinmeyensin. Bir varsın, bir yoksun.”
Öykü: UĞUR DEMİRCAN
Fotoğraf: AYDIN AKBURAK
Bir yanıt yazın