“Zürafanın Bildiği” on üç öyküyle, Şubat 2024’te okura merhaba dedi. Dosyanızın kitaplaşma sürecini ve o süreçte deneyimlediklerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?
Bu öyküleri yazmaya başladığımda aklımda belli taslaklar vardı ama tam olarak nereye varacağını bilemiyordum. İnsanın köşeye sıkışmışlığını, doğaya karşı acımasızlığını ve bilmezden/görmezden gelme hâlini anlatmak istiyordum. Sonunda bunu en iyi hayvanlar üzerinden anlatabileceğimi fark ettim. Hayvanlar hem insanlar için birer metafor hem de aynı zulmün hedefleri olarak öykülere yerleşti. Dosya tamamlandığında çok içime sindi. İstediğim pek çok şeyi deneyebildiğim ve yazarlığımın sınırlarını zorladığım bir anlatılar toplamı oldu benim için. Her bir öykü üzerinde çok uzun süre çalıştım. Uzun zaman önce yazdığım hatta bir edebiyat dergisinde yayımlanan ilk öyküm olan ama yeterli görmediğim için daha önceki hiçbir kitabıma almadığım bir öyküyü de yeniden çalışarak bu toplama dahil ettim. Bu da beni çok mutlu etti.
İçimdeki Kalabalık, Beşinci Köşe, Durmuş Saatler Dükkânı ile kıyasladığınızda; konular, karakterler ve anlatım tercihleri bakımından Zürafanın Bildiği’nde nasıl bir değişim hissediyorsunuz?
Her kitapta kendime yeni bir yol açmaya çalışıyorum. İçimdeki Kalabalık ilk göz ağrım. Daha çok kadınlar üzerinden hayatın ironik ve absürt hâllerine odaklanır. Beşinci Köşe daha gerçek öyküler anlatır. Durmuş Saatler Dükkânı zaman ve rüya kavramları üzerinden tekinsiz, karanlık ve metaforik öykülerden oluşur. Erkek kahramanlar çoğunluktadır. Zürafanın Bildiği ise teknik anlamda diğerlerinden farklı. Her öyküde farklı bir anlatıcı, ses ve anlatım biçimi var. Ama dil ortaktır. Bu kitapta yepyeni bir şey denemeye, yeni anlatım olanaklarını zorlamaya çalıştım. Her kitabın bir öncekinden farklı olması, onun üzerine yeni bir şey koyması, yeni bir şey söylemesi benim için önemli. Doğa, hayvanlar, görüp de görmezden gelmek, bir şeylerin kıyısında durmak ana meseleler. Her türden karakter ve ses var. Bu kitapla hem dilde hem de biçimde yeni bir yerde durduğumu düşünüyorum, bu da beni heyecanlandırıyor.
Öykünün yanı sıra bir kısa romanınız da var: En Çok Onu Sevdim. Öykü ve kısa roman türünün birbirinden ayrılan, en belirgin farkları sizce nelerdir? Bu süreçte siz neler deneyimlediniz?
İki türün yazım süreci farklıydı benim için. Romanın ön araştırma süresi çok daha uzun sürdü. Her şey tamamlandıktan sonra yazmak için aylarca eve kapandım. Gece gündüz yalnızca oradaki karakterlerle yaşadım. Dünyayı ana kahramanım Asuman’ın gözünden görmeye başladım. Daha önce roman yazmadığım için farklı bir deneyim oldu benim için. Daha planlı programlı bir çalışmaydı. Her bölümde ne yazacağımı baştan biliyordum, çatım hazırdı. Öyküde ise daha serbest hissediyorum kendimi. Özellikle ilk taslak savrulmalarla oluyor. Bunun da tadı da bambaşka.
Yazıyla olan ilişkiniz sadece öykü veya kısa romanla sınırlı değil. Aynı zamanda yaratıcı yazarlık dersleri ve kitap atölyelerinde de aktif rol alıyorsunuz. Atölye ve yaratıcı yazarlık derslerinin, edebiyatımıza ve yazar adaylarına katkıları nelerdir? Atölye ve dersler sırasında/sonrasında, katılımcılarda gözlemlediğiniz en önemli sonuçlar neler oldu?
Nitelikli atölyelerin, yazmayı gerçekten isteyen, bu konuda azimle çalışmaya hazır olan yazar adayları için çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Yazmak öğretilemez elbette, atölyeler sizi sihirli bir değnekle yazara çevirmez ama öğrenilebilir. Ancak burada “nitelikli” sözcüğünün altını çizmek isterim. Ne yazık ki son yıllarda, özellikle pandemiyle birlikte çevrim içi atölyelerin çoğalmasıyla, her konuda olduğu gibi bunda da niteliksiz bir enflasyon yaşandı. Yazar adaylarının çok seçici olması, bir atölyeye başlamadan önce eğitimi veren kişinin yetkinliğini dikkatle araştırması gerekli. Hatta biraz da bu nedenle artık kuramsal dersler vermeyi bıraktım, yalnızca yazılanlar üzerinde tartıştığımız atölyelerle devam ediyorum.
Bunca yılın üstüne katılımcılarda gördüğüm en önemli ve sevindirici sonuç edebiyat sevgilerinin artması, okuma alışkanlıklarının belli bir disipline girmesi ve nitelikli okumaya yönelmeleri oldu.
Yazmak, dersler atölyeler demişken… 33. sayfadaki Kara isimli öykünüzde, karakteriniz B.’nin yazamama halleri ve bir anlık da olsa kim okuyor zaten karamsarlığına kapılmasını konu alıyorsunuz. Genel çerçeve belki bu ama çerçevenin etrafında sahnelenen farklı durum ve karakterler de öyküyü canlı tutmuş. Siz, karakteriniz B. gibi tıkandığınız, yazamadığınız zamanlarda, nasıl kurtuluyorsunuz bu çıkmazdan?
Yazamadığım zamanlarda bunun sırtımda bir yük olmasına izin vermem. Yazmaya çok kutsal bir değer atfetmiyorum. Bir gün artık yazmayabilirim de. Bunu böyle kabul etmek beni rahatlatıyor. Böyle dönemlerde farklı türlerde okumalara ağırlık veririm, bolca film izlerim. Bir şeyler birikmeye devam eder. Bu dürtünün elbet yeniden canlanacağından ve beni yazmaya başlatacağından emin olurum.
Danse Macabre isimli öykünüz, zincirinden boşalmış vahşi bir hayvan gibi, hızını hiç düşürmeden finale koşuyor. İlk andan itibaren dolmuşun hızı, içindeki yolcular ve atmosferin aktarımı oldukça canlı ve finalde ne olacak merakı uyandırıyor. Yaklaşık dört sayfa ve neredeyse finalden hemen önceki sayfaya kadar yolcuların gündelik hayatları ve kaygıları üzerine dolu dizgin, bitmeyen, birbirinin devamı, asla son bulmayan cümleler dizilimi okuyoruz. Aynı zamanda olanlar ve olabileceklerle ilgili eğlenceli, bir o kadar da sosyal mesaj içeren, toplumun yaralarına dokunan, onları gösteren bir öykü Danse Macabre. Neredeyse öykünün son bölümüne kadar bitmeyen upuzun cümleler tercih etmenizin nedeni neydi ve bu durum, sizce nasıl katkı sağladı öyküye?
Öyküyü yazmaya başladığımda kafamda bir ana fikir vardı ama teknik olarak bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Yazarken metnin, epeyce bir zamandır denemek istediğim çoklu bilinç akışı için uygun olduğunu gördüm. Bunu vermenin en iyi yolu da zihinden zihne atlayarak kesintisiz bir akış yaratmaktı. Teknik olarak çok çalıştım üzerinde. Ses, ritim ve duygu çok önemliydi. Kısa bir ânı anlatan bir öykü aslında. Bu nedenle akışı bozmadan öyküdeki kişilerin dünyasını aynı cümlenin içine aldım. Herkesin kafa sesini duyabildiğimiz, ucunda ölüm olabileceğini bilmedikleri tuhaf bir mizansen. Bir nevi kader ortaklığı.
Yüksek ve Kuşlar isimli öykülerinizde İsmet karakterlerini arka arkaya görüyoruz. Karakter üzerinden gidecek olursak, İsmet’in hapsolması, sıkışmışlığı şeklinde mi okumalıyız bu iki öyküyü? İsmet, okura ne söylemek istiyor?
İsmet aslında insanların da hayvanlardan bir farkı olmadığının, kafeslerin içine hapsedildiğinin bir temsili. Görüyor, biliyor, tanık oluyor, her şeyin farkında ama hiçbir şey yapmıyor. Hayvanlar yapamıyor ama insanlar bilinçli olarak yapmıyor. Bir şeylerin kıyısına kadar gelip bir sonraki adımı atmaya cesareti olmayan insanların sureti İsmet. Hepimiz kendi konforlu kafeslerimizdeyiz. Gün geçtikçe de umursamazlığımız artıyor. Tüketiyoruz, harcıyoruz, zarar veriyoruz ve geriye dönüp bakmıyoruz. Ve ne yazık ki bizi tatsız bir gelecek bekliyor. Kitaptaki hemen hemen bütün öyküler farklı açılardan bu fikri destekler nitelikte.
Kitap dışında, yazma sürecinize değinecek olursak… Yazı masasının başına geçmek önemli bir mesele. Nasıl başlıyor sizin süreciniz ve kendinizi yazma konusunda nasıl disipline ediyorsunuz?
Eskiden bu konuda daha çok zorlanıyordum. Çok yoğun çalışıyordum, sürekli seyahat ediyordum. Bazen aylarca masaya oturamadığım olurdu. Şimdilerde bu daha kolay benim için. Evdeki düzenim, hatta hayattaki düzenim buna göre. Her gün çalışıyorum artık. İlla bir şey yazmama gerek yok. Okuyorum, düzeltiyorum, dergiler için bir şeyler hazırlıyorum. Bütün bunlar belli bir disiplin de sağlıyor. Her sabah kalkıp çalışmaya başlamak beni mutlu ediyor.
Metinlerinizle ilgili, çevrenizde ilk okumaları yapan, görüşlerini/eleştirilerini aldığınız kişiler var mıdır? Varsa bu kişiler sizin yazma serüveninizi nasıl etkiledi?
Sayıca çok az olmakla birlikte görüşlerini çok önemsediğim yazar arkadaşlarım var. Onların dediklerini dikkate alırım çünkü benim neyi nasıl yazdığımı çok iyi biliyorlar. Önerileri ve eleştirileri hep isabetlidir. Ben de benzer şekilde onların yazdıklarını okuyorum. Birbirimizin gelişmesine katkıda bulunduğumuzu düşünüyorum.
“Zürafanın Bildiği’ni” çalışırken, editörünüz Devrim Çakır’ın yönlendirmeleri neler oldu? Bu yönlendirmeler sizi nasıl şekillendirdi?
Sevgili Devrim Çakır’la çok iyi çalıştık. Birbirimizi çok iyi anladık. Bir öykünün çıkarılmasını önerdi, ben de hak verdim. Kurgu ya da kitabın çatısı özelinde bir müdahalesi olmadı. Anlatım, cümle yapısı, sözcüklerin yerleri gibi konularda önerileri oldu. Sonuçta ikimizin de içine sinen iyi bir kitap oldu diye düşünüyorum.
Kitap için ne tür dönüşler aldınız? Siz, özeleştiri yapacak olsanız, “kitapta şu daha iyi olabilirdi” diyebileceğiniz neler var?
Şu ana kadar aldığım bütün yorumlar son derece olumluydu. Kitapta hiçbir şeyi değiştirmek istemezdim. Umarım yıllar sonra da bu fikirde olurum.
Başucu kitaplarınız, tekrar tekrar okuduğunuz yazar ve/veya kitaplar neler? Çağdaşlarınızdan kimleri okuyorsunuz?
Şu ara felsefe bölümü öğrencisiyim, bu nedenle başucu kitaplarım da hep felsefe üstüne. Psikoloji de okurum çok. Çağdaşlarımdan hem yerli hem yabancı yazarları takip etmeye çalışıyorum. Neslihan Önderoğlu, Serkan Türk, Suzan Bilgen Özgün, Ercan Başer, Pelin Buzluk, Berna Durmaz. Samantha Schweblin, Alejandro Zambra, Tim Winton severek okuduğum ve takip ettiğim yazarlar. Elbette daha niceleri var…
Zaman ayırdığınız ve sorularımızı yanıtladığınız için şimdiden teşekkür ederiz.
YAVUZ YAVUZER
Bir yanıt yazın