Dedektif, Aida’nın evden kaçabilecek bir kız olup olmadığını bilmek istiyordu. Benimle salonda yalnız konuşmak istemişti. Annemle babam kadın polis ve mesleğinin son günleriymiş gibi görünen yaşlı dedektifle mutfaktaydı. Annemlere Aida’nın her an dış kapıda belirebileceğini söylüyorlardı. Muhtemelen aklı bir karış havadaydı ya da arkadaşlarıyla geziniyordu. Annem henüz ağlamadıysa da ağlamasına ramak kalmıştı. Ben kanepenin ortasında minderler kalçamı iki yana ayırmış halde oturuyordum. Dedektifse, kedi şal desenli döşemeyi tırmaladığı için annemizin kısa bir süre önce lotus çiçekleriyle kaplattığı berjere çökmüştü.
Adam, bir dedektife göre genç sayılırdı. Ağustos sıcağına rağmen kotunun üzerine pazen bir gömlekle tüvit ceket giymişti. Aida’nın hiç evden kaçmaktan bahsedip bahsetmediğini, başka planları olup olmadığını bilmek istiyordu.
Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. Ancak ona on bir yaşımızdan beri dolabımızın arkasında Kaçış Fonu adını verdiğimiz bir ayakkabı kutusu sakladığımızı söylemedim. İlk bir ya da iki yıl, artırdığımız her doları oraya atmış, kâğıt paralar yığınlaşıp kalınlaşınca onları bankaya götürüp yirmiliklerle takas etmiştik. Hep günün birinde evden kaçıp bir grup gezgine katılmayı, diğer mülteci çocuklarla köprü altında uyumayı, filmlerde veya cuma gecesi televizyon programlarında gördüğümüz yetim aileler gibi aileler kurmayı planlıyorduk. Bu, ailelerimizin bize ne kadar ihtiyacı olduğunu anlamadan önceki günlerdeydi. Aida illa kediyi de alalım diyordu. Gerçi Andromeda şişmandı ama sırt çantasına sığıyordu. Aida kediyi eve ilk getirdiğinde, onu futbol sahasının arkasındaki nehrin kenarında tek başına bulduğunu söylemişti ama aslında Kaçış Fonu’muzun bir kısmıyla Pet Shop’tan satın almıştı. Sesimi çıkarmamıştım. Zaten kedi onu hep benden daha çok sevmişti.
“Erkek arkadaşı var mı? Özel biri?”
Yoktu. Ailemiz bize erkek arkadaşların zaman kaybı olduğunu söylediğinden beri başka şeylerle meşgul olmuştuk. Okul. Spor. Ufak tefek işler. Aida için resim ve benim için piyano dersi… Anne babamız daima, küçük bir kasabada yaşıyor olsak da “kasabalı” olmamamız gerektiğinin altını çiziyordu.
“Hiç sırrı var mıydı?”
“Benden hiçbir şey saklamazdı.”
“İkizlerin bile birbirlerine söylemediği sırları vardır.”
Öncesinde hatta yaşlı dedektifin not aldığı, kadın polisin de kollarını kavuşturmuş bir halde beni dinlediği sırada olanları tekrar tekrar anlatmama rağmen bana her şeyi yeni baştan anlattırdı. Söyleyeceklerim onda kalacaktı, öyle demişti.
“Şayet ailen yanında diye bana anlatmadığın bir şey varsa şimdi tam sırası, Salma.”
“Hiçbir şey yok.” Zaten tüm bildiklerimi anlatmıştım. Aida’nın Elm Bulvarı’nın sonundaki çocuk mağazasında yazları hediye paketçisi olarak çalıştığı yaz tatillerinde işten ne hâlde döndüğünü, benim de bulvarın diğer ucundaki kafenin hem kasasında durup, hem de kapanıştan önce tezgâhları temizlediğimi… Bir rutinimiz vardı: İşini önce bitiren diğerini arar yola çıkıp oraya doğru geldiğini söylerdi. Ya da yarı yol olarak belirlediğimiz Memorial Park’ın üçüncü bankında buluşup eve birlikte dönerdik. O gece, yediyi biraz geçe Aida aramış ve “Sal, geliyorum” demişti. Ben de o gelmeyince çantamı alıp parka gitmiştim. Belki okuldan birkaç çocukla karşılaşmıştır diye düşünüp birkaç dakika bankta oturup bekledim ama daha sonra parkın çevresinde turladım. Aida arkadaş canlısıydı. Otogar ve tekellerin etrafında takılan, kasabadaki herkesin uzak durduğu, esrarlarının leş kokusundan durulmayan okuldan terklerle bile. Aida herkesle geçinmeyi bilirdi. İnsanlar onu severdi. Bazen insanların sadece onun ikizi olduğum için tahammül ediyormuş gibi bir izlenime kapılırdım.
Telefonu cevap vermiyordu, sonra ondan haber alıp almadıklarını öğrenmeye çalıştım. Zaten her şey o noktadan sonra başladı. Aramalar… Muhtemelen kasabamızda ilk defa, Aida’yı gören olup olmadığını öğrenmek için, her birimizin diğer bir beş kişiyi aramakla görevlendirildiği acil durum telefon zinciri oluşturdular. Buralarda, dedikodu ağına düşmeden saçınızı bile kestiremezsiniz ama her nasılsa kimse onun nerede olduğunu bilmiyordu. Burası hiçbir korkunçluğun yaşanmadığı bir kasabadır. Her yerde olduğu gibi burada da tuhaf tipler olabilir ama asla bir kaçırılma ya da cinayet olmaz. Ara sıra dayak yiyen bir ev kadınının çarşıda görülmesi dışında bu kasabadaki en kötü şiddet suçu, 1979’da lise ikinci sınıf öğrencisi bir kızın kafeteryada bir diğerini kalemle yaralamasıydı.
Yaşlı dedektif bize, Doğu Yakası’nın en güvenli şehirlerinden birinde yaşadığımız için şanslı olduğumuzu hatırlattı. Annemize, “Burası üçüncü dünya ülkesi değil, kızınızın kaçırılmış olma ihtimali son derece düşük,” diyordu. Gençlerin ebeveynlerin sabrını sınaması son derece olağandı. Keşke her çocuğu kaçtı zanneden ebeveyn -aslında Meadowlands’de rock konserinde ya da arabayla arkadaşlarıyla sahili turluyordur- için bir dolarım olsaydı diyordu. Ve henüz yalnızca dört saat olmuştu. Aida çok uzağa gitmiş olamazdı. Annemiz dört saatte onun rahatlıkla Boston’a, Washington DC’ye, Pennsylvania’ya kadar gidebileceğini, hatta başka bir ülkeye doğru yola çıkabileceğini düşünüyordu. Dört saat az ötedeki New York’ta kaybolmak için yeter de artardı. Koyu tenli güzel yüzü belki de çoktan milyonların içine karışmıştı. Yaşlı dedektif ısrarcıydı: “Dört saat hiçbir şey değil, hanımefendi. Göreceksiniz. Göreceksiniz.”
Annemiz ve babamız geç yaşta ebeveyn olmuşlardı. Annemiz çocukluğunu Mısır, Hindistan, Japonya ve İtalya’da geçirmiş Kolombiyalı bir diplomatın şımarık kızıydı. Hiç üniversiteye gitmediyse de akşam yemeği partilerinin gözde konuğuydu ve yirmi yıla yakın Buenos Aires, Los Angeles, Londra, Marakeş ve Barselona’ya yaptığı seyahatlerde uluslararası arkadaşlıklar edinmişti. Birçok erkek arkadaşı olmuş, üç dört kez nişanlanmış ama evlenmemişti. Bir süre ressamlık, sonra fotoğrafçılık ve antika satıcılığı yapmış, bazen de butiklerde çalışmış ya da kendisine destek olacak bir erkek bulmuş ama hiçbir zaman bir yere bağlanmak istememişti. Heathrow havaalanında bir barda babamızla tanıştığında otuz sekiz yaşındaydı. On altıncı yüzyıl Marranoları üzerine üç kitap yazmış Marsilyalı utangaç bir tarih profesörüydü babamız. Onun sıkıcı ve asosyal ancak istikrarlı, şefkatli ve hayranlık uyandırıcı olduğunu düşünmüştü; hayatının o döneminde ihtiyaç duyduğu şeylerin tamamı buydu. Evlenip hemen bebek sahibi olmaya çalıştılarsa da annemiz kırk dört yaşında ikiz kızlarının müjdesini alana kadar birkaç hayal kırıklığı yaşamışlardı. Babamızın Córdoba’daki izin yılı sırasında dünyaya gelmiştik. Annemiz, daha önce tutmayan yumurtaların da Aida ve ben olduğumuzu ama ikimizin de henüz doğmaya hazır olmadığını söylerdi hep.
“Birbirinizi bekliyordunuz,” derdi bize. “Birlikte doğmak için direttiniz.”
Babamız onun bu şekilde konuşmasından hiç hoşlanmazdı. Bu bakışın bizim ikiz olmanın dışında kimliğimiz olmadığını düşünmemize neden olacağını söylerdi. Annemiz ise ikizliğin en güzel yanının bu olduğunda ısrarcıydı. Birbirimize bağlıydık. Kardeşten fazlasıydık. Birbirimizin acısını ve özlemini hissedebiliyorduk. Bu da acılarımızda asla yalnız kalmayacağımız anlamına geliyordu. Aida hastalandığında, hemen ardından ben de hastalanırdım. Babamız bunu, hem aynı yatak odasını hem de aynı banyoyu paylaşmamız ve her yemeği birlikte yememiz gibi hayata dair şeylerle izah ederdi. Elbette mikroplarımızı etrafa bulaştıracak, birbirimizin en büyük bulaşıcısı olacaktık. Ama annemiz bunun tek bir bütünün iki yarısı olmamızdan kaynaklandığını söylerdi. Bir zamanlar etimiz de kanımız da aynıydı. Kalplerimiz tek bir yumruydu. Babamız annemizi mistik saçmalıkları için azarlar, annemiz de babamıza onun fikirlerini hep bu şekilde küçümsediği için kızardı; annemizin babamız gibi fiyakalı diplomalara sahip olmaması onu aptal yapmazdı. Böyle anlarda annemiz kendini banyoya kilitlediği gibi ağlar, babamız da kapının arkasından ona, “Pilar, böyle yapma. Sadece bir şey olursa birbirlerinden ayrı yaşayabileceklerini bilmelerini istiyorum,” tiradını atardı.
Annemiz bağımız için savaşırken babam birey olmamızı istedi. İkizler olarak ayrıcalıklı bir yakınlığa sahip olduğumuzu biliyorduk ve bununla birlikte kendimize ait çevremiz de vardı. Birbirimizden uzakta başka arkadaşlarımız ve ilgi alanlarımız vardı. Yine de bu bağımızı daha da güçlendirdi ve her günün sonunda birbirimize koşup ayrı geçirdiğimiz saatleri her ayrıntısıyla anlatırdık.
Evimiz meşe ağaçlarıyla kaplı sakin bir semtte, alçak bir tepenin üzerinde kahverengi bir Tudor eviydi. Odamız eskiden çatı katındaydı. Eğimli tavanı ve girintili duvarları olan, tam tamına bir kata yayılmış bir alandı. Bu sayede yataklarımız, masalarımız, kitaplık ve şifonyerlerimiz bu ceplerdeydi. Öyle ki ortada puflar için bir alan bile vardı. Alt katta ikimizin de taşınabileceği boş bir misafir odası vardı ama odamızı o kadar seviyorduk ki yarı duvarı Aida’nın heavy metal posterleri kaplasa da, herkes benim pelüş oyuncaklarımla dalga geçmeye başlasa da başka yere taşınmak istemedik. Yazın sıcak, kışın soğuk olmasına rağmen orayı seviyorduk. Müzik setimizi açtığımızda anne babamızın gece boyu süren kavgalarını duyamazdık. Arada bir kontrol etmek için sesi kısar, ne kadar ileri gittiklerine bakar ve bu sayede barışmalarına yardım etmek için aşağı inmemize ne kadar kaldığını hesaplardık.
Aida ve ben, kendimizi onların evlilik danışmanı olarak görüyorduk. Sanki her birimiz tek çocuklu bir ebeveyne sahiptik; ben babamın kızıydım, Aida ise annemin. Kavgalar iyice fenalaşıp, kendiliğinden normal hâllerine dönemeyeceklerini düşündüğümüzde kolları sıvardık. Ben babamızı bürosunda masasına gömülmüş ya da deri okuma koltuğuna yığılmış vaziyette, pencereden boş boş bakarken bulurdum. Aida yatak odalarına gider ve annemizi yatağın üzerinde geceliğiyle cenin pozisyonunda bulurdu. Aida bana, annemizin sürekli kime bağlı olduğunu sorduğunu, Aida’nın da annemize bağı olduğunu söylediğini ve eğer ayrılırlarsa ikisinin birlikte Paris’e ya da Hong Kong’a kaçacaklarını söylediğini anlatırdı. Aida bu kısmı hep gülerek anlatırdı çünkü ikimiz de gayet iyi biliyorduk ki ne o beni ne de ben babamı terk edebilirdik. Bu bizim numaramızdı. Ailemizi böyle bir arada tutuyorduk.
Kasabadaki tüm telefon direklerine ve vitrinlere Aida’nın posterleri asıldı. Dedektifler bir süre kaçmış olabileceği fikrine tutundularsa da bu artık, besbelli bir kayıp vakasıydı. Polis kasabayı aramış, dedektifler Aida’nın tüm arkadaşlarının evlerini dolaşmıştı. Önce erkeklere odaklandılar, özellikle de arabası olanlara. Ama Aida tanımadığı biriyle arabaya binmezdi. Annemiz yetmişli yıllarda Münih’te soyulmuş ve seksenli yıllarda Majorca’da bir barın arkasında cinsel saldırıya uğramış bir kadındı. Hâliyle bizi saldırgan, hayvani erkekler tarafından saldırıya uğrayan savunmasız gezgin kadınların dehşet dolu hikâyeleriyle büyütmüştü. Birbirimizin korumalarıydık ama yalnız kaldığımızda ikimiz de bu yeknesak banliyö yaşamında bile hem temkinli hem de aklı selimdik. Yani silah zoruyla tutulsaydı Aida kaçardı. Benimkilerin aksine adaleli bacakları vardı; atletizm koçu onu hep takıma almaya çalışırdı. Aida cesurdu. Benden çok daha cesur. Çığlık atardı, mücadele ederdi. Öylece ortadan kaybolmazdı.
Memorial Park’ın çimenliklerini aramak, görgü tanıkları bulmak, caddeyi ve arka sokakları gören her apartman ve mağazayı sorgulamak için hızla yerel gönüllülerden oluşan bir ekip kuruldu. Hikâye akşam ve sabah gazetelerinde yer buldu. İnsanların telefonla ihbarda bulunması için bir ihbar hattı kuruldu. Anne babamız mutfaktan hiç çıkmadı. Annem bir gözü ön kapıda, Aida’nın o günkü kıyafetleriyle gelmesini bekledi. Yedi kişiden telefon gelmişti. Biri onu bir gece önce hava kararırken görmüştü. Üzerinde yırtık şort, kahverengi deri botlar ve annemizin etnik beyaz bir bluzu vardı. Onu Elm’in sonunda görmüşlerdi. Bir başkası da daha yukarıda, parka yaklaşırken görmüştü. Yalnızdı. Ama bir başkası da iki gençle konuşurken görmüştü. Daha sonra biri daha… Yırtık şortlu ve kahverengi botlu kız, Protestan kilisesinin karşısındaki parkın ücrasında yürüyordu. Sadece üzerinde beyaz değil mavi bir bluz vardı. Ama o kız bendim…
Aida ve ben küçüklüğümüzden beri aynı giyinmezdik, sadece annemiz yabancılardan iltifat almak için bazen aynı elbiseleri giydirirdi bize. Ama ortadan kaybolduğu gün ikimiz de şort giymiştik. Gerçi onları her giydiğimizde annemiz artık büyüdüğümüzü ve şortların müstehcen durmaya başladığını söyler olmuştu. Yetmez gibi ikimiz de annemizin Arjantin’deki bohem günlerinden kalma bir arkadaşının gönderdiği kahverengi dize kadar bağlı deri gaucho botları giymiştik. O gün ikimiz de işe geç kalıyorduk ve bu yüzden ikimiz de üstümüzü değiştirmek için yukarı çıkmadık. Arama ekibinden biri Aida’nın çantasını parkın ortasındaki Vietnam gazileri anıtının yanında buldu. Cüzdanı içindeydi ama içi boşaltılmış, telefonun da bataryası çıkarılmıştı. Annemiz çantayı eve götürmek istediyse de polisin soruşturma için ona ihtiyacı vardı. Çantadaki geri kalan şeyler sadece dudak parlatıcısı ve bir paket sigaraydı, ki bu garipti çünkü Aida sigara içmezdi. Chesterfields, babamın içtiği sigara, muhtemelen buzdolabının üstünde tuttuğu kartondan aşırılmıştı. Kutu neredeyse boştu. Sigara içiyor olsaydı bilirdim, gerçi ailemiz de buna pek aldırmazdı. Bu tür konularda özgürdüler; yaşlı ebeveynlere sahip olmanın faydalarından biri de buydu. Akşam yemeklerinde bize şarap ikram eder, çoğu zaman bizimle arkadaş gibi konuşurlar, kitap, sanat ya da dünyada olup bitenler hakkında fikrimizi sorarlardı. Bizi yaşıtlarımızdan sıkılacağımız ve ebeveynlerimizin eşliğini başkalarınınkine tercih edeceğimiz şekilde eğitmişlerdi. Ne kadar korumacı yetiştirdiklerine dair en ufak fikrimiz yoktu.
İlerleyen günlerde Aida’nın görüldüğü başka yerler de oldu. Birisi onu bankada çek bozdururken görmüştü. Başka biri tren rayları boyunca ormandan geçerken görürken bambaşka biri futbol sahasının arkasındaki nehir kenarında görmüştü. Uzun siyah saçları… Aynı yırtık şortun içindeki bronz çıplak bacakları… Fakat bu sefer sandalet giyiyordu. Her seferinde anne babamız onlara gördükleri kişinin Aida olmadığını söylemek zorunda kalıyordu. Gördükleri onun ikiziydi.
Üç farklı kişi onu gördüklerini söylemek için aradı. Fotoğrafını televizyon ve gazetelerden tanıdıkları kız, New York Eyalet sınırı yakınlarındaki otoyolda otostop çekiyordu. Bir başkası onu birkaç mil ötedeki dinlenme tesisinde görmüştü. Hatta bir kadın, Ringwood’daki bir benzin istasyonunda Aida’yla konuştuğunu ve ancak o gece haberleri izledikten sonra o olduğunu anladığını söylemişti. Kadın Aida’ya nereye gittiğini sormuş, Aida da kuzeye, Buffalo’ya gittiğini söylemişti.
Aida Buffalo’da kimseyi tanımıyordu ve asla böyle çekip gitmezdi. Öyle bir şey yapmazdı. Geride kalan herkes için haddinden fazla endişelenirdi. Biz küçükken, uyumadan önce odamızdaki tüm pelüş hayvanlara, hiçbirinin duygularını incitmemek için tek bir tanesini bile atlamadan iyi geceler derdi. Evden çıkmadan önce herkes onun nereye gittiğini bilirdi. Onda ayrılma kaygısı olduğu konusunda şaka yaptığımda bana, “Şapşal, sen de! Benimki sadece sevgiden,” derdi. Yine de Buffalo ile ilgili kısmı duyduktan sonra odamıza çıktım ve tozlu peluş hayvanların altına sakladığımız ayakkabı kutusunu açtım. Kutu boştu ama paramızı yanında götürmüş olamayacağını biliyordum. İki yıl önce biriktirdiğimiz kadarıyla anne ve babamıza evlilik yıldönümü hediyesi olarak gümüş bir çerçeve almıştık. Parayı tüketmiştik ama kutuda tekrardan para biriktirmeye de başlamıştık. Öyle büyük rakamlar değildi. Ne zaman elimize biraz para geçse koyardık, işte birkaç dolar. Artık o kutu Kaçış Fonu değil, Nakit Kasası’ydı. Belki bir şey için kullanıp yerine koymayı unutmuştu.
Andromeda, Aida’nın yokluğunda, kısırlaştırılmadan önce olduğu gibi evin içinde ulumaya başladı. Sanki Aida hâlâ oradaymış gibi Aida’nın yatağında, yastığının yanında, yorganın altında uyuyordu. Bir keresinde bana doğru gelince elimi sırtında gezdirdim ama bana baktı, kaskatı kesildi ve tıslayarak kaçtı. O da beni Aida’yla karıştırmıştı.
Aida ve ben, o kaybolmadan bir ay önce on altıncı yaşımıza basmıştık. Kasabadaki diğer kızlar otel balo salonlarında ya da kiraladıkları çadırlarda gösterişli on altıncı yaş partileri veriyorlardı. Aida ve ben bu tür partileri sevmezdik. Davet edildiğimizde gider, bazen de dans ederdik ama Aida her zaman benden daha fazla davet alırdı. Babamızın kemerli burnu, annemizin kara gözleri ve dalgalı saçlarıyla birbirimize çok benziyorduk; – uzun boylu, esmer ve ailemizin deyimiyle Sefarad… Buna rağmen insanlar bizi nadiren karıştırırdı. Aida daha güzeldi. Belki de rahat tavırlarından dolayı… Ya da güven veren tebessümünden. Ben her zaman şüpheci olandım. Aida bunun beni tetikte ve mesafeli gösterdiğini söylerdi. Erkekleri korkutuyordum.
İkimiz de bakireydik ama o ilk öpücükte benden öndeydi. Annemizin mücevher koleksiyonu şehrin lüks bir mağazası tarafından satın alınınca, ailemizin verdiği bir parti sırasında biriyle öpüşmüştü.
Annemiz artık kendine el sanatları pazarlarında takılar satan bir banliyö esnafı değil, gerçek bir tasarımcı diyebilirdi. Arkadaşlarından biri, üniversitenin ilk ara tatilinde okuldan atılan üvey oğlunu getirmişti. Babamız da bu çocuğa biraz akıl ve ilham vermeye, onu okula dönmeye ikna etmeye çalışmıştı. Daha sonra Aida elinde bir tepsi kruditeyle Marlon’u aldı ve yukarı çıkardı. Ben Aida’yı ciddiye almamıştım hâlâ bakire olduğu için. Annemiz onların partiden ayrıldığını fark edip ikisini pufların üzerinde, fermuarlarını açmış hâlde bulduğunda, Marlon çoktan kardeşimin dudaklarını öpmüş, sutyenine ulaşmıştı. Küçük bir skandal yaşandı. Annemiz, partide herkesin önünde çocuğa pedofil deyince, çocuğun üvey annesi Aida’nın da yaşına göre fazla rahat olduğunu söylemişti. Tüm konuklar gittikten sonra annemiz bizi mutfak masasına oturttu. Dünyanın Marlon gibi eziklerle dolu olduğu ve dikkatli olmazsak gelip yaşamımıza musallat olabilecekleriyle ilgili uzun bir nutuk çekti. Babamız ise asla bilemeyeceğim nedenlerden dolayı nemli gözlerle kapı eşiğinden izlemekle yetindi.
Zaten ikimiz de okuldaki erkeklerle ilgilenmiyorduk. Birkaç defa Aida’nın Hawthorne Caddesi’ndeki benzin istasyonunda çalışan adama, benim kasaba havuzundaki cankurtarana ya da onlar gibi ulaşması güç tiplere abayı yakmak gibi zararsız aşklarımız olmuştu. Ama ailelerimiz bize her zaman buralı çocuklardan üstün olduğumuzu söylerdi; varoş sülükler, üniversite yıllarında parlayıp koçluk yapmak ya da işe gidip gelmek için bu kasabaya geri dönerlerdi. Öte yandan biz, sofistike çingeneler, zarif göçmenler, pek çok dil bilen uluslararası transferlerdik. Annemizden bize miras kalan İspanyolca, İtalyanca ve yarı-İngiliz kolej aksanımız, babamızdan aldığımız Fransızcamız, hatta biraz da onun babasından aldığımız Türkçemiz vardı. Aida ve ben tüm hayatımızı burada geçirmiş olsak da buraya yerleşmiş olmamız aslında tamamen rastlantısal ve geçici bir durumdu.
Ne zaman kendimizi kasabadakilerle bir tutmaya kalkışsak annem, “Onlar gibi değilsiniz,” derdi.
On altıncı yaş günümüzde ailemiz bizi Lincoln Center’daki Mostly Mozart Festivali’ne götürmüştü. Ilık bir temmuz akşamıydı. Gösteri sırasında babamın sigara içmesi için havuzun yanına gittik, Aida’yla annem de Chagall’lara bakmak için operaya doğru yürüdüler. Ben babamın yanında kalmıştım. Her zamanki gibi sigaradan bir fırt çekmek için izin istedim, çünkü ne zaman böyle yapsam gülüyordu ama asla vermiyordu. O gece, kutlama yapıyor olmamıza rağmen kederli bir hâli vardı.
“Benim kötü alışkanlıklarımdan hiçbirini edinmeni istemiyorum, Salma.”
Bazen babam ortaya bir laf atar, sonra da sanki onu daha fazla konuşsun diye zorlamamı istiyormuş gibi lafı öylece bırakırdı. Ne var ki o gece havamda olmadığım için ağzımı açmadım.
Aida nasıl annemizin sırdaşı olduysa, ben de her zaman babamızın sırdaşı olmuştum. Bir süredir araları iyiydi, neredeyse hiç kavga etmiyorlardı. Aida, Öfkeli Yıllar’ın geride kaldığını söylemişti. Ağlamalar, aşırı duyarlılık, suçlamalar, histeriler… Aida annemizin babamız için fazla romantik olduğunu söylerdi. Babamız onun kaprisli ruh halinden hoşlanmıyordu. Aida, bunun bizimle ilgili olmadığını, aralarında daha derin bir şey olduğunu ve annemizin sadakatsizliğe kafayı çok taktığını söylemişti. Babamızın öğrencilerinden bir kız evimizi arayıp anneme kocasına âşık olduğunu ve kocasının onu terk etmek istediğini söylediğinde anlamıştı her şeyi.
Benimse babamızın bölüm başkanlığına terfi ettiği günden beri içimde şüpheler vardı. Annemize göreyse bu durum, babamızın annemizin zekâsını bir kez daha küçümsemesinden ibaretti. Kendini yatak odalarına kilitlediğinde, babamız bu sefer kapının ardında dikilip özür dilemek yerine arka bahçeye çıkıp sigara yakmış ve yanına gittiğimde de bana bakıp, “Sana bir şey söyleyebilir miyim bebeğim?” demişti.
Sadece bana bebeğim derdi. Aida’ya ise asla. O “tatlım” idi.
“Anneni artık sevmiyorum.”
“Tabii ki seviyorsun.”
Başını iki yana salladı. “Hayır, sevmiyorum.”
Bunu Aida’ya hiç söylemedim. O anne babamızın bunu aralarında halledeceğini düşünüyordu. Babamın notlarının arasında öğrencisinin aşk mektubunu bulduğumuzda, Aida bunun muhtemelen lüzumsuzca uzayan karşılıksız bir aşk olduğunu, bu günlerin geçeceğini, anne ve babamızın tek başına yeni hayatlara başlamak için çok yaşlı olduklarını söylemişti. Er ya da geç bu evliliğin yapabileceklerinin en iyisi olduğunu kabul edeceklerdi. Bıraktım ben de, öyle düşünmesine izin verdim. Ama babamın o kızı gerçekten sevdiğini biliyordum, bir anlığına da olsa, kızın kim olduğundan çok kim olmadığıyla ilgili de olsa seviyordu.
Yazın sonu gelmişti. On birinci sınıfa başlamama bir hafta vardı ve babamız güz dönemi için üniversiteye dönecekti. Annem artık okula gitmek zorunda olmadığımı söyledi. Evde eğitim alabilir, özel öğretmenlerle çalışabilir ve günlerimi onunla evde geçirebilirdim. İzleyerek. Bekleyerek. Neredeyse hiç yemek yemiyordu. Bazen içiyordu. Ama sadece on yıldan uzun bir süredir bırakmış olduğu Valium’unu yutacak kadar. Ne var ki bir gün Manhattan’daki arkadaşlarından biri elinde yıllanmış bir şişe hapla çıkageldi. Babamız durdurmaya çalışmadı. O da her zamankinden daha fazla içki ve sigara içiyordu, sanki Aida’nın gidişiyle her birimiz kendimizin kontrolünü tamamen yitirmiş versiyonuna dönüşmüştük.
Geceleri, uyumaktan ziyade kız kardeşimle konuşabileceğim yarı bilinçli bir alanda süzülüyordum sanki. Annemiz birinin Aida’yı esir tuttuğuna emindi. Bir barakada. Bir garajda. Bir bodrumda. Yatağın altındaki tahta bir kutuda. Onu karanlıkta hayal etmeye çalıştım. Nerede olursa olsun, zihnimde onunla konuşursam beni duyabileceğini biliyordum. Annemiz bize telepati üzerine kitaplar alırdı. Bunun ikizlere özel bir yetenek olduğunu söylerdi. Her gece yatak odamızda Düşüncelerimi Oku oyunu oynardık. Birbirimizle odanın öbür ucundan sessizce konuşmayı ve diğerinin ne düşündüğünü tahmin etmeyi öğrenmiştik. Yedinci sınıfta Aida bisikletten düştüğünde, karşı komşumuz onun kaldırıma çarptığını henüz söylemeden önce Aida’nın bayılışını, düşüşünü, kaldırımın yanağına çarpışını, parçalanmış tenindeki sıcak taze kanın acısını hissetmiştim.
Bu sefer de acıyı bekledim durdum. Aida’nın başına ne geldiğini bana iletecek herhangi bir şeyi. Onu hissetmeye çalıştım. Bedenlerimizin tekrar yekpare olmasını diledim. Damarları bir zamanlar benim damarlarım, kalbi benim kalbim, beyni benim beynim, acısı benim acımdı. Tüm bunları hatırlamak istedim. Duyumsamayı bekledim. O duyguların bana vurmasını, kayboluş hikâyesini anlatmasını istedim. Onu kimin alıkoyduğunu öğrenecektim. Ne yaptıklarını. Nasıl cezalandırdıklarını.
Hayatta olduğunu biliyordum. Aksi olsa içimden bir ses söylerdi. Yaralansaydı, işkence görseydi, hatta öldürülseydi, bedenim bunu bana belli ederdi zaten. Uzuvlarımdan biri morarırdı. El ve ayak parmaklarım bükülür ya da cildim bir yerinden çıban ya da sivilce kusardı. Denizyıldızı gibi kendini yenileyebilen, iyileştiren bir kötürüm olabileceğim ihtimalini düşünmeye cesaretim yoktu.
Alt kattaki telefon çalıyordu. Odamızda kendi hattımız vardı ama neredeyse hiç çalmazdı. Aile hattı, aramaların kesildiği ve evimizin mezar sessizliğine büründüğü geceye kadar hiç susmamıştı. Ayak seslerini duydum, babamızdı. Annemiz Aida’nın kaybolduğu gün, çekmecelerinde fotoğraf, mektup, günlük gibi şeyler aradığından bu yana odamıza ayak basmamıştı. Galiba Aida’nın bizden gizli bir hayatı olduğunu umuyordu. Kanıt aramıştı, ona şüphe verecek herhangi bir şey, bakacak bir yer… Aida’nın çekmecelerini karıştırırken bir yandan da beni bir şeyler saklamakla suçladığında, ona da tıpkı dedektife söylediğim gibi Aida’nın tavan arasında birlikte yaşadığımızın ötesinde gizli bir hayatı olmadığını söyledim.
Babamız kapıyı iterek açtı. Zaten hep aralık bırakırdım. Gözlerini odanın Aidaya ait olan yarısından kaçırarak yatağımın kenarına ilişti. Neredeyse gece yarısı olmasına rağmen üzerimde günlük kıyafetlerle yorganın üzerine uzanmıştım. İyi geceler demediğim için kontrol etmeye geldiğini düşündüm. Bana bakmıyor, çenesi titriyordu.
“Bluzunu bulmuşlar,” dedi ve ellerini avucunun içine alıp iki büklüm kapanarak ağladı.
Doğrulup kollarımı sımsıkı omuzlarına doladım.
Sonradan öğrenecektim ki bluzu neredeyse paramparça edilmiş, lise otoparkının arkasındaki çalılığın arasına sıkıştırılmış hâlde bulunmuştu. Bence bu iyiye işaretti. Aida’nın yeniden gerçek olduğuna dair bir göstergeydi, efsane olma tehlikesiyle karşı karşıya olan kayıp kız değildi artık. Onun kaybı insanları korkutuyordu, bu da onları konudan uzaklaştırıyordu. Çünkü kimse korkmaktan hoşlanmazdı. Yırtık bir bluz, direndiği anlamına geliyordu. Ama aynı zamanda karşısında acımasız biri olduğu anlamına da geliyordu. Lisenin otoparkında olması, o gece bizim eve yakın olduğu anlamına geliyordu. O kadar yakındı ki babamla adımladığımız her bilindik yeri aramak için arabayla dolaşmaya çıktığımızda yanından geçmiş bile olabilirdik. O gece okul bahçesi boştu. Tribünlerin yanında durup ona seslenmiştim. Göğsümde bir kıpırtı hissetmiştim ama etrafımda sadece sessizlik, ıslak çimenler ve engin bir ay vardı. Eve dönerken babam arabayı daha da yavaş kullanmıştı, ben de kaldırımda ya da sokak lambalarının altında yürüyüp eve doğru gittiği umuduyla başımı açık pencereden dışarı sarkıtmıştım.
“Buraya taşındık çünkü sizler için daha güvenli olacağını düşündük,” demişti babamız sanki ikimize birden, sanki Aida arka koltuktaymış gibi.
Otoparka girdikten sonra arabadan inmemiz uzun zaman aldı.
Babam farları kapattıysa da direksiyonu kavramaya devam etti. Ona her şeyin yoluna gireceğini söylemek istedim. Eve girdiğimizde Aida’yı tıpkı dün gece birlikte aptal komedi dizileri izlediğimiz zamanki gibi kanepeye yayılmış hâlde bulacaktık. Ona Aida’nın muhtemelen başka arkadaşlarıyla gittiğini söylemek istiyordum. Beni unutmuş olması umurumda değildi. Duygularımı incitmemişti. Hepimizi böyle endişelendirdiği için ona kızmamamız gerektiğini söylemek istedim babamıza. Ona hiçbir şeyin değişmediğini, her şeyin eskisi gibi olduğunu söylemek istedim. Bir gün önce Aida, dalgalı sularda bir gemi kaptanı gibi ailemize rehberlik ediyor, hepimize birbirimize tutunmamız gerektiğini hatırlatıyordu.
Olaydan sonra okula hemen başlamadım. Kafedeki işime ise asla geri dönmedim. Arkadaşlarımız gittikçe daha az uğrar oldular. Bunun nedeninin haber alınamaması olduğunu anlıyordum. Babamız işe başlamıştı, bense günleri evde annemle baş başa geçiriyordum. Evde eğitim programını takip ettim ve ödevlerimi her zamankinden daha dikkatli yapmaya başladım. Aida her zaman daha iyi bir öğrenciydi. Bu üzerimdeki baskıyı biraz azaltmıştı. Ders çalışmadığım zamanlarda, annem ve ben birbirimizin yörüngesine nadiren giriyorduk. Bazen birlikte bir şeyler yapmamızı öneriyordum. Öğlen sinemaya gitmeyi ya da televizyonda bir program izlemeyi… Bazen Aida’dan başka bir şey hakkında konuşma şansı olması için okuduğunu bildiğim bir kitabı gündeme getiriyordum ama hiç oralı olmuyordu. Öğleden sonralarının çoğunda bir sisin içindeymiş gibi yataktan kalkıp mutfağa gidiyor, sürünerek kanepeye ve yeniden yatağa geçiyor, akşamları kazara ya da bilerek kendini boğmak istediğini düşündüğüm uzun duşlar alıyordu. Kasabadaki insanlar hâlâ her cuma gecesi Aida’nın onuruna Memorial Park’ta mum ışığında saygı duruşunda bulunuyorlarsa da annemiz bu anmalara hiç ama hiç gitmedi. Ben babamla iki kez gittiysem de ikimiz de Aida’yı bir azize hâline getirmenin onu eve daha çabuk getirmeyeceği konusunda hemfikirdik.
Yine de nöbetler devam etti ve gönüllü ekipler kasabanın etrafındaki ormanlık alanları, otoyol boyunca uzanan çalılıkları, demiryolu raylarının yanındaki terk edilmiş arazileri ve binaları didik didik aramaya devam ettiler. Yetkililer hikâyenin haberlerde gündemde kalmasını sağladılar. Bluzunu bulduklarında, TV kanalları ailemizden bir açıklama bekledi ama onlar konuşamayacak kadar yıkık vaziyette oldukları için bir zamanlar Andromeda’yı yemeye çalışan köpeğin sahibi olan yan komşularımız yerimize konuştular. Polis, benim konuşmama asla izin vermedi çünkü Aida’yı her kim aldıysa beni de görmesini ve dışarıda bir ikincimiz olduğunun bilinmesini istemiyorlardı.
Bazen insanlar yemek getiriyordu. Güveçler, lazanyalar, sandviçler. Kilisedeki kadınlar posta kutumuza Aida için ayin kartları bırakıyordu. Aida’nın çalıştığı mağaza, bir çocuğu sanat okuluna göndermek için Aida’nın adına bir fon oluşturmuştu. Aynı zamanda Aida’nın sağ salim geri dönmesi ya da kaybolmasıyla ilgili ihbarda bulunulması hâlinde ailemin vermeyi teklif ettiği ödüle katkıda bulunmak için para toplama girişimleri başlatıldı. Babamız böylesine destekleyici ve cömert bir kasabada yaşadığımız için minnettar olmamız gerektiğini söyleyince annemiz buna içerlemişti. Kızı kaybolan bir anne olmaktan nefret ediyordu. Öylesine ince ince işlediği hayatının bambaşka bir şeye dönüşmesinden nefret ediyordu. Aida’sı, artık onun Aida’sı değildi, o artık kamuya ait bir hikâyeydi. Ama babamız minnetsiz görünmemizi istemiyordu, bu yüzden beni bir kenara çekti ve teşekkür notları yazmaktan sorumlu olduğumu, her notun üzerine annemizin adını da yazmam gerektiğini söyledi.
Aida ile bir planımız vardı. Liseden sonra üniversiteye Manhattan’da gidecektik. Ben tarih okuyacaktım, o da sanat okullarından birine girecekti. Aynı daireyi paylaşacak, birbirimize yakın işlerde çalışacaktık. Böylece birbirimizi öğle yemeklerinde görebilecek ya da burada yaptığımız gibi işten sonra buluşabilecektik. Babamız asla izin vermese de her zaman hayalini kurduğumuz İkiz Araştırma Çalışmaları’na katılarak fazladan para kazanabilirdik. Asla ayrı yaşamayacaktık. Aramızdaki bağı kaldırabilecek ve birbirleriyle kardeş gibi anlaşabilecek iki erkeklerle tanışıp evlenecektik. Olmazsa da sonsuza kadar mutlu mesut ikili olarak yaşardık. Ya da ailemizin yanına geri döner ve yaşlılıklarında onlara bakardık. O kadar da kötü sayılmazdı.
Annemiz bizi daha büyük bir dünyada yaşamamız için yetiştirdiğini düşünse de Aida ve ben, birlikte bir dünya istiyorduk. Babamız ilk başlarda bizi ayrı yaz kamplarına göndererek bu bağımlılığı yok etmeye çalıştı. Fakat New Hampshire’daki bir kampa birlikte gitmemize izin verene kadar protesto ettik ve galip geldik. Gelgelelim bu bir trend hâline gelmedi. Aida ve ben yokluğumuzun anne babamızı boşanmanın eşiğine getirdiğini çok geçmeden anlamıştık. Kamptan döndüğümüzde babamız misafir odasında uyuyordu. Onu, ne için olduğunu bilmediğim sebeplerden annemizden özür dilemeye zorladım. Aida da annemizi affetmeye, affettikten sonra biraz daha affetmeye, biraz daha affetmeye zorladı.
Anne ve babamızın bu kadar az ortak noktaları varken bizim doğumumuzdan önce altı yıl boyunca nasıl birlikte kalabildiklerini merak ederdim. “Sevgi işte,” derdi Aida, sanki bu söylediği her şeyi izah ediyormuş gibi. Her şeyin neden öyle olduğuna dair her zaman benden daha fazla fikri olurdu. Bu yüzden olacak, ikizi olmasaydım beni bu kadar sevip sevmeyeceğini sorduğumda, “böyle davranmanın tek sebebi ikizim olman,” demeden önce bir durup düşünürdü.
Annemizin onu Marlon’la pufun üzerinde yakaladığı gece, Aida bana ilk kez öpülmenin göğsünden vurulmak gibi bir şey olduğunu söylemişti. Bunun kulağa pek hoş gelmediğini söyledim ama bana öyle olduğunu söyledi; parçalanma hissi ve ardından güzel, sıcak fışkırırcasına bir coşku. Kaybolduğu ilk günlerde annemizin şüpheleri doğrudan Marlon’a kaymıştı. Babası ve üvey annesi birkaç kasaba ötede yaşıyordu ve henüz okula dönmemişti. Polis olayı araştırdı. Marlon, karşılaşmalarından sonra Aida ile birkaç kez telefonlaştıklarını itiraf etti, ki bunu hiç bilmiyordum, ama bir daha görüşmediklerinde de ısrarcıydı Aida’nın kaybolduğu gece evde birlikte televizyon izlediklerini söyleyen üvey annesi ise sağlam bir şahitti. Aylar geçtikçe annemiz çocuğu takıntı hâline getirdi. Üvey annesini arıyor, ona yalancı, Marlon’a ise canavar diyordu. Ta ki kadın şikâyette bulunana ve polis annemize onları taciz etmeyi bırakmasını söyleyene kadar.
Arada bir farklı görülme haberleri de alıyorduk. Biri Aida’yı Seattle’da gördüğü sırada başka biri onu Teksas’ta görmüş oluyordu. Bir sonraki kasabada, sahilin aşağısında, Ramapo dağlarında ve baraj gölünün aşağısında görülmüştü. Polis bu ipuçlarını takip ettiyse de hiçbirinden bir şey çıkmadı. Ödül parası arttığı hâlde ortada hâlâ sağlam bir teori yoktu. Kasaba halkı belki de ortalıkta dolaşan bir seri katil var diye düşünüp endişe etmeye başlamıştı ama bu, Aida’nın öldürüldüğü ve ortada ceset olmadığı anlamına gelirdi. Muhabirlere göre kayıp kızın ailesi için en kötü şey bilinmezlikti. Ancak annemiz her zaman bilmemenin Aida’nın yakında eve döneceği umudunu ayakta tuttuğunu söylüyordu. Umut asla kötü olamazdı. Ayrıca evimize gelen polis ve dedektifleri cinayet gibi kelimeler kullanmamaları konusunda uyarmıştı. Aida yaşıyordu. Belki parçalanmış, sakatlanmış hatta yarı ölü olabilirdi. Belki asla eskisi gibi olmayacaktı ama yaşıyordu. Polis kadavrasını kanıt olarak sunamadığı müddetçe aksini düşünmemize izin vermeyecekti.
Akşam yemeğinde annemiz yemeğini yemek yerine tabağın kenarına iteliyordu. Artık yemek yemesi için ısrar etmiyorduk. Onun açlık grevi, bir psikopatın evinin sığınağında aç bırakıldığından emin olduğu Aida içindi. Bazen hayaller görüyordu. Aida bir kalorifere zincirlenmiş yardım istiyor veya bir minibüsün arkasında bağlı ve ağzı tıkalı bir şekilde eyaletler arası yolda götürülüyordu. Aida uyuşturuluyor, pis bir sığınakta tutsak ediliyor, birden fazla erkek tarafından tecavüze uğruyordu.
Annemiz, Aida’nın kendisini kaçıran kişiden kaçtıktan sonra geri dönme ihtimaline karşı evden hiç çıkmıyor, koşarak eve geldiğinde açık kapıdan girip annemizin onu bekleyen kollarına koşacağını düşünüyordu. Geceleri bile sokak kapısını aralık bırakmak istiyordu. Babamız bunun tehlikeli olduğunu söylese de o artık hiçbir şeyden korkmuyordu. Sevdiği her şey elinden alınmıştı.
Aralık ayının ilk haftası Greenwood Gölü’nde bir yürüyüşçünün Aida’nın botlarını bulduğu haberini aldık. Aylarca süren yağmur ve kar yüzünden mahvolmuşlardı ama polis yine de botları incelemeye aldı. Tıpkı çantasında olduğu gibi, botlarında da parmak izi yoktu ama eser miktarda kan örneği vardı. Önceden kalma olabilirdi. Bir kesik veya bir böcek ısırığı olabilirdi. Neden sonra annemiz, Aida’nın basit bir kaşıntıyı kaşıya kaşıya açık bir yara hâline getirmek gibi kötü bir alışkanlığı olduğunu söyledi. Belki de sonrasında kanamıştı.
O günden sonra haftalarca aynı botlarla uyudum. Onları göğsüme bastırıp gözlerimi kapadım ve imgelerin beynimi yakana dek üşüşmesini bekledim ama gelmediler. Yattığım yerden odanın Aida’ya ait kısmına bakarak saatler geçirdim, hâlâ ağlamaktan korkuyordum. Çünkü içten içe kendime sadece ölülerin arkasından ağlandığını söylemiştim.
O Noel herhangi bir gün gibi geçti. Bir önceki yıl, Aida ve ben annemize mutfakta yardım ederken babamız şömineyle uğraşıyor, arka planda eski Fransız plakları çalıyordu. Bu yıl üçümüz de kasaba ahalisi tarafından getirilen ısıtılmış yemekleri yedik, arka fonda da müzik filan yoktu. Annemle babam evin içinde birbirleriyle saklambaç oynarken ben vaktimi ikisi arasında bölüştürüyor, sonra da Andromeda’yı alıp üst kattaki odamıza kapanıyordum. Günler önce, belgesel tarzında bir suç programı ulaştı bize ve Aida’nın kayboluşu hakkında aile bireylerinin röportajlarını da içeren bir saatlik özel bir program yapıp yapamayacaklarını sordu. Bize ürkütücü veya bayağı türde bir yapım olmayacağına dair güvence verdiler. Programlarının birkaç kayıp vakasında kayıpların bulunmasına yardımcı olduğunu söylediler. Babamız kabul etmişti ama annemize söylediğinde tavan arasından haykırışını duyabiliyordum: “Benden ne istiyorlar! Alabilecekleri neyim kaldı ki!”
Babamız Aida’nın davasında basını kullanmanın lehimize olacağını düşünüyordu. Onu, bir savaş esiri gibi onu eve getirme kampanyası vadesini doldurmak üzereydi. Yetmez gibi kısa süre önce de dedektifler eve gelip iyimser ancak cansız bir tebessümle ona ne olduğunu asla öğrenemeyebileceğimizi söylemişlerdi. Bizi bir destek grubuna katılmaya teşvik ettiler ve kayıp insanların aileleriyle temasa geçebilmemiz için bir liste verdiler. Ancak annemiz, yine, Aida hayatta olduğu için, bu tür bir propagandanın onu elinde tutan kişinin -yakalanma korkusuyla- kızına daha fazla zarar vereceği, hatta onu öldürebileceğini öne sürerek bunu da reddetti. Medyaya güvenmiyordu, medyada Aida hakkında çıkan haberlerin onu bulmaktan ziyade gazete satmaya yönelik olduğuna inanıyordu. Dedektifleri yetersizlikle suçluyor, onları çalıntı bisikletten fazlasını araştıramayan ve kasabanın “güvenli” imajını zedelediği için Aida davasını içten içe kapatmak isteyen taşra hafiyesi olarak nitelendiriyordu. Tüm komşularından şüphe ediyordu. Aida’yla tanışan her erkek potansiyel bir çocuk kaçıran ya da tecavüzcü, her kadın kıskanç bir sadistti. Bu toplumsal bir komploydu. Çünkü biz yabancıydık. Çünkü Aida o kadar mükemmeldi ki insanlar ona zarar vermek istiyordu. Buraya ait olmadığımız için bize zarar vermek istemişlerdi. Babamız artık ona karşı çıkmayı bırakmıştı. Acaba bıktığı için mi yoksa ona inanmaya başladığı için mi bırakmıştı?
On yedinci yaş günümü iki kez kutladım. Annem sonunda evden çıkmaya razı oldu ve beni şehirdeki bir Hint restoranına yemeğe götürdü. Garson, tatlı olarak üstüne mum dikilmiş bir mus mango getirdi. Ona gülümsedim. Çabaladığını biliyordum. Mumu üflerken elimi tuttu. İnce parmağını alyanssız görmek tuhaftı.
Arabaya doğru yürürken Elm Bulvarı’ndan hızla geçen bir grup çocuk, “Selam Aida!” diye bağırdı. Bunu bazen bana da yaparlardı ama gerçekten karıştırmışlar mıydı yoksa sadece bize işkence etmek için mi yapmışlardı, emin olamadım. Annemiz onları duymamış gibi davrandı. Bu konuda git gide güçleniyordu.
O hafta sonu bir de babamla kutlama yaptık. Beni yine Mostly Mozart’a götürdü ve öncekinin aksine bu sefer bana havuzun yanında bir sigara ısmarladı. İki ay önce evden taşınmıştı. Annemize bunu başka bir kadın için değil, sadece kendi başına kalmak ve gerçekte kim olduğunu keşfetmek için yaptığına dair yemin etmişti. Annemiz, ona bomboş ancak hayatını özetleyen bir bakışla dönüp baktı.
“Eğer şimdiye kadar kim olduğunu bilmiyorsan canım, sana Tanrı bile yardım edemez.”
Üniversitenin yakınlarında küçük, karanlık bir stüdyo daire kiraladı. Avluya bakan, portatif dolap ve yatağı, ocaksız mutfağı olan bir daireydi. Banliyödeki evimizin ipoteğini ödemeye devam ettiği sürece parasının yetebileceği tek yer burasıydı ve Aida bulunamadığı sürece annemiz evin satılmasına asla izin vermeyecekti.
Bana Aida kaybolmadan çok önce evden ayrılmayı planladığını itiraf etti. Bizi sevdiğini ama aramızda kendini hep yanlış, yersiz hissettiğini söyledi, sanki yaşamının bir yerinde yanlış bir manevra yapmıştı. Bir ara Aida’nın ortadan kaybolmasının acısıyla annemizle yakınlaşacağını düşünmüş ama denemekten ve ümit etmekten yorulduğunu söyledi.
“Sen anlıyorsun, bebeğim” dedi ama ben ona anlamadığımı söylemekten utandım.
“Artık büyüdün. Seneye üniversiteye gideceksin. Hepimiz için yeni başlangıçlar olacak.”
Aida hakkında nasıl konuşacağımızı hâlâ bilmiyorduk. Bana gerçeği söyleyeceğini bildiğim için, Aida’nın ortaya çıkıp çıkmayacağını veya en azından ona ne olduğunu bilip bilmediğini sordum.
“Hayır. Bilmiyorum.”
Tıpkı annemizin hayata Aida olmadan devam edememesi gibi, babamızın da hayata tutunabilmesinin tek yolunun bu ümidi bırakmaktan geçtiğini biliyordum.
O yazın ilerleyen günlerinde Bear Dağı’na çıkan birkaç genç geyik leşi olduğunu düşündükleri bir şeye rastladılar ve etrafı kurcalamaya başladılar, ta ki bir insan kafatası görene dek. Adli tıp sonuçları kesinleştiğinde gazeteler, sanki karar mercii onlarmış gibi, ailemizin nihayet bir kapanış yapabileceğine, aramanın sona erdiğini bilerek huzuru bulabileceğine ve Aida’nın parçalanıp atılmış bedeninin nihayet sonsuzluğa uğurlanabileceğine karar verdi. Halk parkta her zaman nöbet tuttukları yerde büyük bir anma töreni düzenledi ama annemiz Aida’nın cenaze töreninin halka kapalı yapılmasında ısrarcıydı. Böylece mihrabın önündeki tek sıraya oturduk ve onu hiç tanımayan bir rahibin kız kardeşimin çam tabutunu kutsamasını izledik. Vaftiz edilmemizden bu yana dördümüz boş bir kilisede ilk kez hep bir aradaydık, ancak ailemiz pek dindar sayılmazdı. Aida da ben de sadece gözümüzün gördüğüne inanacak şekilde yetiştirildik.
Aida’nın kalıntıları bulunmadan birkaç gün önce, okuldan eve dönerken çoğunlukla yaptığım gibi ağır aksak adımlarla parktan geçerken sanki meditasyon yapar gibi her adımımda onun adını fısıldamıştım. Bundan sonra bize ne olacağını, bana ne olacağını düşünüyordum. Önümde uzanan, onsuz yaşamaya devam etmem gereken tüm o boş yılları… Tuğla yolun karşısında güvercinleri kovalayan bir çift çocuk görünce kız kardeşimi düşündüm. Sonsuz bir sabırla onlara yaklaşır, zavallı hayvanları korkutmanın yanlış olduğunu, onların da en az insanlar kadar doğaya ait olduklarını ve yok yere uğradıkları insan şiddetinden uzak, korkmadan yaşamaya hakları olduğunu anlatırdı. Tam o sırada bana seslendiğini duydum, yüksek sesle, kahkahasını bastırmaya çalışarak, işten sonra yarı yolda karşılaştığımız zamanlarda bana seslendiği gibi… Şen şakrak sesi solgun çimenlerin üzerindeki kurumuş yaprakların arasından fırladı, tepedeki çıplak dalları sarstı ve sonra geldiği gibi hızla uzaklaşınca parkı ve içindeki her canlı varlığı hareketsizliğe gömdü. Başka biri olsa rüzgâr derdi ama ben başka bir şey olduğunu biliyordum.
PATRICIA ENGEL
Çeviren: ZEYNEP RADE
Bir yanıt yazın