Tepede, bir kayanın arkasındayım. Ölü kuşlar düşüyor başıma.
Düşman, hareket eden ne varsa öldürüyor gözünü kırpmadan. Başımın çevresinde uçuşuyor kuşlar aksi gibi. Kolay hedef olmaları yetmiyor, yerimi belli ediyorlar bir de. Geceyi burada geçirmek zorundayım. Belki gündüzü de. Belki bir hafta burada kalırım. Ay, yıl, asır? Düşman yanaşmaz yanıma asla, hep uzaktan nişan alır. Yerimden ayrılmama fırsat vermez. Ölüm kolaydır çünkü. Verilebilecek en büyük ceza beni bu kayanın ardına hapsetmek olur. Oysa ben fatihim, zaferler elde ettim, kılıçtan geçirdim şehirler dolusu insanı. Fethimin ellinci senei devriyesinde, elli yaşına basmışken tam da, yalnızım artık. Kalabalık karşı tarafta. Yalnızım ama biliyorum ki bir şeylerin muhasebesini yapmak için doğru zaman değil şimdi. Karıştırıyorum doğruyu yanlışı sık sık. Bulanık bir suda önümü görmeye çalışıyorum sanki. Sadece şundan eminim; ben bir fatih değilim. Olsa olsa cephe gerisinde savaşa gönderilmek üzere bekleyen bir er. Ya gönderilmem cepheye ya da gönderileceğim sırada biter savaş. Benden bir komutan olmaz asla. Sesim yankılanmaz dağlarda.
Peki nasıl bu kadar hızla çoğaldı karıncalar? Birkaç dakika içinde diz boyu sel oldular. Gücüm tükenmişti zaten, kendimi bıraktım. Omuzlarına aldılar beni alelacele. Karıncalar tarafından sırtlanmak tuhaf bir duygu. Bir olup, birlik olup koca et yığınını bir pamuk yumağıymışçasına, üstelik bir tabur asker gibi marşlar söyleye söyleye nasıl taşır şu küçük kara karıncalar? Ben ki tepesinde kuşlar ve mermiler raks eden, başına ölü kuşlar düşen bir düşmanım düşmanın gözünde; tek suçum yeterince savaşmamak. Kıstırıldım köşeye, cesaret edip göğüs geremiyorum, kuşlar kadar cesur değilim, karıncalar kadar gözü kara.
İşini layıkıyla yapan bir düşman askeri, gözlüyor silahın dürbününden o meşhur kayayı. Kayanın sol yanında bir hareketlilik var. İşaret fişeği atılıyor gökyüzüne, gece aydınlanıyor. Sırt üstü yatan bir adam, yerin üstünde ilerliyor. Vücudu kıpırdamıyor ama hareket ediyor her nasılsa. Bedeni yerden bir hayli yüksekte. Altında yalnızca karanlık var. Kafası iyiden iyiye karışan asker, bir düşman neden karanlık tarafından sırtlansın diye düşünüyor. Ölüsünü terk eden bir ruh mu, ruhların taşıdığı bir ölü mü yoksa gördüğü? Bildiği duaları okumaya koyuluyor asker. Emir açık oysa: Karşı tepede hareket eden ne varsa vurun. Eli tetiğe gidiyor askerin. İzli mermi, yatan adamı ıska geçiyor. Birkaç santim altında bir boşluk oluştuysa da hemen doluyor o boşluk. Asker bir dua daha okuyor. Sonra bir kurşun atıyor. Bir dua, bir kurşun. İsabet etmiyor asla hedefe. Diğer askerler de vurmayı başaramıyorlar. Komutan gelip iş öğretmeye kalkıyor onlara. Vuramıyor o da. Bu işe akıl sır ermez, diyor sonunda. Görev başarıyla tamamlanmıştır. Düşman etkisiz hale getirilmiş, naaşı ölüler âlemine kendi başına gitmiştir.
Karıncalar beni bir un çuvalı gibi yere bıraktığında gün doğuyor. Bir ayçiçeği tarlasındayım. Ayçiçekleri başlarını güneşe çevirmiş. Kalkıyorum yattığım yerden. Karıncalar kaşla göz arasında kayıplara karışıyor. Gökyüzüne bakıyorum. Bulutsuz. Savaş uçaklarını arıyor gözlerim. Binlerce metre tepeden başıma düşecek bir bombada aklım. Oysa dün gece binlerce mermiden kurtuldum. Bundan da kurtulurum. Kurtulur muyum?
Ayçiçekleri gibi yüzümü dönüyorum güneşe. Onların hissettiğini hissetmek istiyorum belki. Olmuyor, yapamıyorum. Çünkü kabul görmüyorum aralarında. “Hey sen!” diyor içlerinden biri, “Neden öldün?”
“Ölmedim.”
“Kendi isteğinle ölmemiş olabilirsin tabii. Öldürdüler mi yoksa seni?”
“Hayır, hayır. Öldürülmedim.”
Gülüyorlar hep bir ağızdan. Sevmedim onları, sevemedim. Dost canlısı değiller. Yardımcı olmuyorlar hiç. Aralarından geçerken omuz darbelerine maruz kalıyor, bu düşmanca tavırlarını sineye çekiyorum. Çünkü düşmanın elinden güç bela kurtuldum, yaşama şükretmeliyim. Bardağın dibindeki birkaç damla suya odaklanmalıyım. Kimseye kulak asmadan burnumun dikine gitmeliyim.
Onlardan kurtulduğumda yemyeşil bir araziye çıkıyorum. Bir yandan tedirginim açık hedef olacağım diye. Öte yandan son zamanlarda şansım hep yaver gidiyor. Bir düşman pilotu, tam beni fark edecekken kendini bulutların arasında bulur, görüş açısı kapanır kesin. Böyle düşünmek beni rahatlatıyor. Savaşın bittiğini, artık özgür olduğumu sanıyorum. Kendi yalanlarına en çok inananlardanım. Evet artık özgürüm, dilediğimce koşabilirim kırlarda.
Koşuyorum. Birkaç dakika sonra ayağıma bir şey çarpıyor, tökezliyorum. Ne olduğunu bilmiyorum. Çarptığım şey, az ileride çimenlerin arasında. Yanına gidiyorum merakımı dindirmek için. Küçük bir sincap. Belli ki özgürlüğün tadını çıkara çıkara koşuyordu ben dünyasını altüst edene kadar. Şimdi kıpırdamıyor. Yanlışlıkla öldürdüm onu. Bakıyorum bu küçük sincaba, baktıkça ağlıyorum.
Zaman geçtikçe karıncalar ortaya çıkıyor. Yine hızla çoğalıyorlar. Sırt üstü yatan sincabı sırtlanıyorlar göz açıp kapayıncaya kadar. Bir yere taşıyorlar onu. Takip ediyorum. Her biri kum tanesi boyutunda ancak bir araya geldiklerinde bir tazı olabiliyor, tazı gibi koşabiliyorlar. Onlara yetişmek pek güç. Sırtlarında ölü sincapla hızla uzaklaşıyorlar. Tüm kuvvetimle koşup onlara yetişmeye çalışıyorum. Ciğerime artık nefes gitmediğinde duruyorum. Yetişemeyeceğim.
Hayatımda bir şeylerin yolunda gittiğini sanmamla her şeyi alt üst etmem arasında geçen kısa zaman zarfında başımdan hep aynı şeyler geçer; umut, umutsuzluk, dibe dalıp dipten çıkmak, sağa sola savrulup durmak, göz önünde olmak, göz ardı edilmek, sevmek sevilmemek, sevilmek sevmemek, yazmak silmek, denemek vazgeçmek, yaşamak sonunda hep ölmek.
Beni kim öldürdü? Ben kimi öldürdüm. Düşünmüyorum artık. Yürüyorum, sadece yürüyorum. Biraz ilerdeki müstakil bir ev gözüme çarpıyor. İstikamet orası. Adımlarım temkinli. Hiçbir şeye değmemeye gayret gösteriyorum.
Nihayet o eve varıyorum. Kapı ardına kadar açık. Ev ölü kokuyor. Çürümüş etin tiksindirici kokusu. Tişörtümle burnumu kapatıyorum. Kokunun kaynağı yerini belli ediyor. Köşe odada, bir sandalyede et ile kemiği artık ayrılmak üzere olan bir ceset duruyor. Cesedin kafatasında bir delik var. Etrafta hiçbir silah olmadığına göre düşman tarafından öldürülmüş olmalı.
Önündeki masada sayfalarına kan sıçramış bir defter açık. Parmaklarımın ucuna basarak deftere ilerliyorum, ses yapsam ölü uyanacak sanki. Yazılanları merak ediyorum. “Tepede, bir kayanın arkasındayım. Ölü kuşlar düşüyor başıma.” diye başlayan bir şeyler karalanmış. Sirke, küflü peynir, sidik karışımı bu kokudan fırsat buldukça yazılanları okuyorum. Yarım kalmış. Bir düşman askeri kafasına kurşun sıkarak tamamlamasına fırsat vermemiş anlaşılan.
Son cümlede şöyle yazıyor:
“Son cümlede şöyle yazıyor:”
ATAKAN BORAN
Bir yanıt yazın