Dört Kısa Öykü – Seyit Göktepe
Yalvaran
Biliyorum, ev bu. Doğru adresteyim. Duvarlarından, balkonundan tanıdım. Yine de bekliyorum. Eksik gövdemle, eksik ruhumla içeri girmemeliyim. Haydi kalk, demişti kalbim, gidelim. Daha ne kadar kalacaksın yerinde? Zamanın sadağından çıkarıp fırlattığım ok mekânın kalbine saplanmadan, hızın hızından alnımın derisi çatlarken, kandım sözüne kalbimin, dinledim sesini peş peşe günlerin, geldim. Biliyorum, ev bu. Doğru adresteyim. Kim olarak girmeliyim içeri? Adım belki Ahmet, belki Hüseyin, belki Ali. Gerçekte kimin adına yürüdüm, kimin adına koştum bunca yıl dünyayı? İçeridekilerden kaçı tanıyor beni gerçekten? Annelerin sesiyle yıkanıyor kalbi çocukların. Suyun sırrında çalkalanıyor şefkati hünerli ellerinin. Bakıp başka başka manalar yüklüyorum yüzüme. Hiçbiri tutmuyor aynalarda gördüğümü. Bakıp başka başka sesler duyuyorum gözlerimle. Hiçbiri tutmuyor kulaklarımla duyduğumu. İçimin bir hududu var, diyor duvarlar. Dışımın bir hududu var, diyor gövdem. Tutmuyor birbirini ellerimle balkonlar. Bir harf düşüyor serçe parmağımdan. Bir ev yıkılıyor diri evin üstüne. Ölüler kalkıyor istasyonlardan. Tren mezarlarına gül bırakıyorum. Geceden dumanını soluduğum fırınlardan sabahın ekmeğini alıyorum. Kaybolduğum yerlerde bulunuyor, bulunduğum yerlerden vuruluyorum. Biliyorum, ev bu. Doğru adresteyim. Üç kelime aldım yanıma, üç de kalem. Ama korkuyorum. Yarıda kalmaktan, tam sevinçten söz ederken alnımdan vurulmaktan, balkonları kuş sanırken kurşunlara hedef olmaktan, doyarken acıkmaktan, kanarken susamaktan… Korkuyorum. Biliyorum, ev bu. Doğru adresteyim. Duvarından, balkonundan tanıdım. Aynaya baktım, yüzümü tanıdım, kapımı çaldım. Binlerce ses haykırdı içeriden: Kimsin? Belki Ahmet adım, belki Hüseyin, belki Ali. Yalvarırım açın, dedim. Seyit değilim ben. Seyit’in Seyit olmayanda bıraktığıyım.
Gölgesi Güneşin
Dilim ve kelimeler dururken gözümle görecek kadar kördüm.
Tebeşir tozuyla kar yağardı mavi önlüğüm. Annem de görsün diye koşardım eve. Defterlerim sarı aynalı, yazmaya kıyamazdım. İstanbullarda çalışırdı babam, gönderdiği her kalem ayrılığa, kavuşmaya ayarlı. Ben ellerimi yakına, uzağa hazırlardım. Her parmağımda bir taş, bir ırmak, bir kuş. Karpuz yeşili açardı köyde sabah. Salça tenekesinden sular dökerdim ninemin ellerine. Çobandı dedem, koca bir sürüyü geçirirdi kavalının sesiyle, bir denizden. Tebeşir tozuyla kar yağardı önlüğüm. İçime kapanırdı gökyüzü, yağmur mu yağacaktım? Yüz yaşına varmıştı ninem. Çocuktum. Anısız doğmuştum. Ölüme en yakın yanımdı ninem. Ellerine baksam toprak, yüzüne baksam çimen görürdüm.
Dilim ve kelimeler dururken gözümle görecek kadar kördüm.
Her güneşin bir gölgesi vardı. Rüyamda stadyumlar görürdüm. Futbolcuydum, golcüydüm. Bir maçta üç gol birden. Herkes beni alkışlardı, herkes bana hayrandı. Gazetelerde, televizyonlarda sesim, yüzüm. İmzam mücevherdi, akıttığım ter mis gibi parfüm. Horoz öterdi. Gün yükselirdi. Uyanırdım bütün uykularımdan. Ne yanımda annem ne tribünlerde seyirciler. İğrenirdim tenimin kokusundan. Okula koşardım, yabancı. Ödevini yapmamış, türlü bahaneler uydurmuş, yalancı. Nasıl üşürdüm girince okulun kapısından. Ninemin ellerine sığınırdım, dedemin kavalına, kuzuların tarlalarda pamuk pamuk yayılışına. Her güneşin bir gölgesi vardı. İçimde korkusu büyüdükçe öğretmenin, imdadıma kelimeler koşardı. Gizli bir kuyum vardı bağrımda. Orada kelimeler, orada cümleler, orada hikâyeler saklardım. Sayı doğrusunda üç bölü beşi gösteremediğim için şamar yerdim ama koynumda ısıttığım, kimselerle paylaşmadığım ağrılı bir kelimenin sıcağıyla övünürdüm.
Dilim ve kelimeler dururken gözümle görecek kadar kördüm.
Kırk yaşımda bir akşam, açıp penceremin penceresini, şehre ve karanlığa bakarken, duyuyorum, ninem hâlâ ölüme en yakın yanım. Musluktan akan suda yıkarken yüzümü, görüyorum, toprağa karılmış elleriyle hâlâ o da yanımda. Bağrımdan fışkıran kelimeler deftere, kitaba dönmüş. Dedemin sesi, kavala üflediği nefesi gökyüzü gibi dönüyor başımda. İstanbullarda çalışırdı babam. Gönderdiği her kalem kavuşmaya, ayrılığa ayarlı. Her parmağımda bir taş, bir ırmak, bir kuş. Yankısı büyüyor içimde harflerin. Koynumda sakladığım kelimelere eğilip bakmaktan, tebeşir tozuyla kar yağmış mavi önlüğümü anmaktan, içime kapanmış gökyüzü altında derin yağmurlarda koşmaktan ne zaman bunalsam, anısız doğmuşken hayalsiz kalmaktan ne zaman yorulsam, kırk yaşımda, açıp duvarın duvarını, dilimin dilini, kelimelerin kelimesini, şehre ve karanlığa bakıyorum. İçime ninemi, içime dedemi, içime öğretmenimi, içime ölümü, içime dirimi yağıyorum, yığıyorum. Bir gün de biri gelir açar okur diye sesimi. Çocuktum, gençtim, stadyumlarda alkışlanacak, imzalı bir fotoğrafı için peşinden koşulacak kadar şendi hayallerim. Her uyanışımda yanmış bir ormanın külleri kadar hürdüm.
Dilim ve kelimeler dururken gözümle görecek kadar kördüm.
Sarmal Yabancı
Kendimden başlayarak gidiyorum her yere. Ayaklarımı adımlıyorum önce ve ince bir telaşla tırmanıyorum beynime. Sigaraya iniyorum, annemi görüyorum yoldan geçenler kalabalığında. Seslenmiyorum. İş bekliyor çünkü, dönmeliyim. Akşam evdeyiz nasılsa, göreceğim. O an annemin de oradan o sırada geçen herkes gibi biri, bir yabancı olduğunu, hayatımda ilk defa gördüğüm, bir daha da belki görmeyeceğim bir yüzle geçip gittiğini düşünüyorum. Annem de herkes gibi. Adını bile bilmiyorum. Yanımda arkadaşım. O da bakıyor benim baktığım yere. O da görüyor annemi büyük bir ihtimalle. O da seslenmiyor. Niye seslensin. Tanımıyor ki! Annem de bakmıyor bizden yana. Baksa görecek. Bakmayan, bakmadığı için beni görmeyen gözlerine yabancıyım ben de. Büyük binalar arasından, yorularak yürümekten, varmak için bir an evvel eve, gidiyor annem, seslensem dönecek mesafede.
Öncesinde eniştemi görmüştüm bir de, kıştı, acelesi vardı, neredeyse koşarak gidiyordu varmak istediği yere, uzaktan tanıdım, yüzüne baka baka yaklaştım, bana baksın, bakınca selamlaşalım, sarılalım; bakmadı. O an o da oradan geçmekte olan herkes gibi biriydi işte, yabancıydı, adını bile bilmediğimdi, evine hiç gitmediğimdi. Bir nefes daha sigaradan. Gökyüzünden, arabalardan, kuşlardan, bekleyen ve biten işlerden bir nefes daha. Hadi, diyorum arkadaşıma, çıkalım. Dönüp son bir tereddütle kalabalığa bakıyorum ama. Annemi görmek için. Ya az ileride araba çarparsa, hastaneye kaldırılırsa, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamazsa, bu onu son görüşümse!.. Seslenilmemiş, anne diye koşulmamış bir anın azabı durmaz mı ben ölene dek koynumda? Sonra dehşetle düşünüyorum, eniştemi gördüğüm, binlercesinden birini görmüş gibi yanından geçip gittiğim gün düşündüğümü: Kalabalıktan biriyse annem, adını bile bilmediğim, yüzünü hiç görmediğim, bir daha da belki hiç görmeyeceğim biri gibiyse, o an seslenmediğim, koşup boynuna sarılmadığım, akşama evde görüşürüz demediğim diğer bütün kadınlardan annemin farkı ne? Ne farkı vardı eniştemin o gün oradan geçip işine, evine ya da başka bir yere gidenlerden? Ne farkım vardı benim annem nazarında arkadaşımdan, orada durup etrafa bakanlardan?
Kendimden başlayarak gidiyorum her yere. Ayaklarımı adımlıyorum önce ve ince bir telaşla tırmanıyorum beynime. Belki çoktan vardı eve annem. Belki gördü beni, o da bana seslenmedi. Belki de herkes bir yerden gördü beni yaşarken, seslenmedi. Seslenenler kalabalığını aşina sandım belki ben. Tanıyorum seni dedim mesela, arkadaşıma. Adını da biliyorum, çünkü adını çağırdım, uzaktaydın hatta, bağırdım. Bağırmak, sesiyle koşması değil mi insanın? Giriyoruz işte kapısından işyerinin. Düğmesine basıyoruz ve açılıyor kapısı asansörün. Boyumuzca bir ayna, karşımızda. Bakıyorum, bakıyorum… Bakıyoruz. Seslenmiyorum. Gün boyu inip çıkanlar kalabalığından geçiyor gövdem. Görüyorum yüzümü. Görüyorum kollarımı, bacaklarımı. Ben de görüyorum beni. Akşama evde zaten görüşeceğiz. Her zaman da zaten yan yana, iç içe değil miyiz? Seslenmiyor bana. Seslenmiyorum ona. Açılıyor kapsısı asansörün. İnerken dönüp bakıyorum: Aynada ben, annem, eniştem. Karşılaşıp selamlaşarak hızla iniyorlar en yakın, en uzak günlerden. Adımı, yaşımı, işimi, kalbimi ve beynimi ince bir telaşla hatırlamaya çalışarak giriyorum içeri. Merhaba, diyorum, kendimden başlayarak gittiğim yerden getirdiğim boşluğa, merhaba, yeniden…
İki Bir
Ben beni aldım bana getirdim. Çay sevmezdi, bilirdim, kahve ikram ettim. Sabahtan beri beraberdik, berbere gitmiştik, o sakalını kısaltmıştı, ben saçımı kestirmiştim. Aynadan gözlerimi aradı. Buradayım, dedim, korkma. Sinemaya gittik öğleden sonra. Perdede büyürken silahlar küçüldü koltuğunda. Sanki sıkılan her kurşunda bir yerinden yaralandı, sanki aldatılan her erkeğe biraz da o ağladı. İstiklal Caddesi’nde yürüdük üç aşağı beş yukarı. Sana mektup yazdım, dedi, binlerce mektup yazdım, birini bile yanıtlamadın. Okumam yazmam yok ki benim, dedim. O zaman, dedi, neden uzadı saçların, bu gözlüğü niye taktın? Her mektubunu, dedim, gecede ışığa tuttum, ışık yetmedi ateşe tuttum, hecelerle varamadığım anlama gecelerle varırım sandım, böyle böyle, istemeden, hepsini yaktım. Sonra da küllerini yoluma eş, ruhuma kardeş yaptım. Ben beni aldım bana getirdim. Caddenin kalabalığından yorulmuş ellerine, hırpalanmış gözlerine baktım. Kahvesinden bir yudum aldı. Gözlerime baktı. Beni görüyor musun, dedi. Elbette görüyordum. Beni duyuyor musun, dedi. Elbette duyuyordum. Cebinden bir zarf çıkardı, yere bıraktı. Yerde halı birden açıldı, ova kadar, deniz kadar, dağ kadar saçıldı. Bir mektup daha yazmıştım sana, dedi. Son. Bunu da yanıtsız bırakacağını bildiğimden kalktım kendim getirdim. Şimdi, burada yaz yanıtını. Beni yola sesinle, nefesinle, ruhunla uğurla, dedi. Geceydi. Gök büsbütün kapanmıştı. Kapalı gökten sanki üstümüze huzur yağmıştı. O huzurla aldım sesini, ışığa tuttum. Oda birden yarıldı, yarılan yerlerinden çocuklar doğdu. İçlerinden birini tanıdım, bendim. Birini tanıdım içlerinden dedi, bendim. Sesler çiçek gibi açtı. Taze ekmek gibi koktu harfleri. Pınarda su gibi aktı kelimeleri. Okuma bilmez gözlerime, yazma bilmez ellerime benden bana uzanan, benden bana sığınan sesler dağıldı. Ben beni aldım, boynuna sarıldım. Sakalları mis gibi kokuyordu. Seyrettiğimiz filmdeki atların, lunaparkların izi vardı alnında. Gözlüğüm ceketinin yakasına takıldı, düştü, kırıldı. Beni unutma, dedim bana. Fincanını aldı, kahvesini içti, bitirdi. Bu gece burada kal, dedim, her gece burada kal, beni terk etme yalnızlığıma. Gülümsedi. Yalnızlığın bendim, dedi. Hep buradaydım, seninleydim ben. Bugün kavuşmak üzere değil, vedalaşmak üzere geldim. Işıdı yüzü. Sevindi. Beni bir dertten kurtardığı, yeni bir vakte çıkardığı her halinden belliydi. Yazdığı her mektupta belki de bunu anlatmıştı, beni terk et, demişti. Okuyamazdım, okuyamadığımdan bilemezdim. Ondandı, kalkıp bir mektup olarak kendi gelmişti. Kapıyı açtı, eşiği aştı, sol ayağına benim solumu, sağ ayağına kendi sağını giydi. Sevinçle indi merdivenleri. İnerken de seslendi, ikimiz iç içeyken bayramda bile üzgünüz, bu yüzden de kardeşim, yeryüzünde sürgünüz, dedi. Örttüm kapıyı. Geldim biraz evvel benimle yüz yüze, göz göze kaldığım yere. Odada kokusu vardı. Duvarda, lambada, fincanda elinin, ruhunun, alnının izi kalmıştı. Uzandım mektubun ve kırık gözlük camlarının üzerine. Sanki durulmuştum, neşeliydim artık, şehirle, dünyayla, hayatla barışmıştım, şarkı bile söyleyebilir, çatlarcasına ve gölgesiz gülebilir, bütün büyük kitapları bir gecede soluksuz okuyabilirdim. Ben benden kalanı aldım, yatağıma yatırdım, örttüm üstünü. Tatlı rüyalar, dedim, öptüm yanaklarını. Kara gece göçmüştü, sabahın kapısı görünmüştü, her taraf bembeyazdı. Öyle bir yerdeydim ki artık ölsem ruhum duymazdı.
SEYİT GÖKTEPE
Bir yanıt yazın