İlk gençlik yılları; çocukluk kabuğundan baş çıkarmış o masum şaşkınlıkla göbek bağını pamuk ipliğinde de olsa sürdüren tek başına bir hayat, bir ömür gibidir. Hassasiyetleri, itirazları, var olma mücadelesini, yabancılığı, keşfetmeyi barındıran, kimi zaman öğretilmişlikler ve öğrenilmişlikler düzeninde sınırlandırılan, düzene uymak için bir kök bulmak, bir an önce bir tutamak aramak, o tutamağın yetişkini olmaya çabalamak, iç ve dış çatışmalarıyla başlı başına bir hikâyedir. Yaşam ormanında kararsızlık içinde yol aramaktır. Akşam bakkal, öğlen pilot olmaya karar vermek, sabah öğretmen olma fikrine uyanmak, kimi coğrafyalarda ise maalesef evlenip anne baba olmaktan, anne babanın, komşunun hayatını yaşamaktan başka çare bırakmayan geleneksel yasalar içinde kendi olamamak, ev içlerine hapsedilmek, geçim derdine düşmek, düş kuramamak, düşlerinin peşinden gidememek, sarı sıcak bir resme bakarken bile hiçbir şey görememek, gırtlaklardan yayılan yanık, içli türkülerin bulutlandırdığı hikâyelerde büyümek, verili norm rolleri yüklenmek, etrafındaki yetişkinlere benzeme, yetişme çabası ve baskısıyla yorulmak, yorulmak, yorulmaktır. Kimi muhitlerde çocuk ve genç olmak; çocukluklarını yaşamamış anne ve babalara ebeveynlik etmek, gün yüzü görmemiş, kaybolan yıllarının biricik kurtarıcısı, kahramanı olmaya yaşamaktır. Gülmenin utanç, ayıp; az konuşmanın, ağırbaşlılığın muteber görüldüğü o muhitlerde çocuk ve genç olmak; tazecik yüzlerin ortasında derinleşen çizgiler, omuzlara çöken yük, yaşama korkusudur… En çok da sözünü saklamaya, sakınmaya mecbur bırakılmaktır.
Yalnız ve çoğunlukla suskun bir çocukluk yaşayan biri olarak kişisel tarihimde en çok çocukluk ve ergenlik dönemimde yaşama ve yaşamın katı kurallarına yabancı kaldım. Bu yabancılık hissi yetişkinliğimi dahi kuşatan, beni her daim derinleştirip yaşamın nesnel gözetleyicisi kılarken bir yandan da tarifi mümkün olmayan sancılarla baş başa bıraktı. Büyümenin kaçınılmaz yaraları çok zaman sonra benim için bulunmaz birer bilge olacaktı.
Çocukken bir köşeye çekilip kendi sessizliğimde düşüncelere daldığım için mahalle arkadaşlarım tarafından “hindi” lakabına layık görülmüştüm. Eyleyen değil izleyen, etliye sütlüye karışmayan, taşkınlık yapmayan, aşırılıkları olmayan çalışkan bir çocuk olarak yetişkinlerin hayalini kurduğu o “ideal,” “iyi” çocuk, “örnek” gençtim. Hanım hanımcık bir hindi olarak geçirdiğim çocukluğumun ardından kaçınılmaz olarak ergenliğim de içe dönük geçmişti. Bu ilk gençlik yıllarının kendine özgü şaşkınlığı, bocalaması içinde kıvranırken ilgim ve dikkatim etrafımda, dış dünyada olup bitenlere şaşırtıcı bir şekilde açıktı. Oysa içimde fırtınalar kopuyordu. Okul işi çizgili bir deftere sözcüklerle gördüklerimi, izlediklerimi, tanıklıklarımı resmetmeye başladığımda içimdeki huzursuz fırtınaları dizginlemeyi başardığımı, yazarak, düşünerek, gerçeği uydurmayla (kurmacayla) kararak eylediğimi fark ettiğim o gün; “yazmak,” “yazar,” “kitap” sözcüklerinden habersiz, organik ve safiyane bir şekilde yazıyla ilişkim başlamıştı. Ancak şu çizgili defter yerine; ucunda kilidi sallanan, anahtarı sadece bana ait, kapısı sadece bana açık anı defterlerinden biri de benim olsaydı keşke… Öyle ya yazdıklarım benim için bir hazine olsa da başkaları için utanılacak, ortaya çıktığında alay konusu olacak bulunmaz bir eğlence malzemesi, çocukluk kuralları içinde bir tehdit unsuru, zorbalık malzemesi olabilirdi. Yetişkinler dünyasında çocuklar, okuldaki notlarıyla ölçülür, büyüklere karşı gösterdikleri biatları kadar puanlanır, sevilirdi. Düşük notları yüzünden okşanmamış nice baş tanıyorum.
O çizgili deftere yazdığım hikâyelerin kahramanları ailem, akrabalarım, arkadaşlarım, öğretmenlerim ve sokaktaki hayvanlardı. Çoğunlukla bir gazeteci gibi, gerçekçi hikâyeler yazdığımı ve kendimi bir gazeteci gibi hissettiğimi, gazetecilik oynadığımı belirtmeliyim. Belki de “ben”den, içimin o fırtınalı denizinden biraz olsun uzaklaşmak, iklimini bilmediğim bir kıyıya çıkma, orada misafir olma, bir yere köklüce ait olmama ihtimalini sevdiğim için “ötekileri” kahramanlaştırmıştım. Bugün bile benim için yazmak, anlatmak; kendinden uzaklaşmanın, kendi içinde kaybolmanın, dönenip durmanın verdiği çıkışsızlıktan, hep aynı suda yüzmenin, aynı suyu tatmanın sıradanlığından kurtulmanın, başka başka kıyılara çıkmanın, konaklamanın ve başkalarında, başka hikâyelerde kendini bulmanın, anlamanın, yanılmanın, öğrenmenin, çoğalmanın tarifsiz hissi, mucizesidir.
O çizgili defteri saklamaya çalışmak kendimce kurduğum bu sır dolu oyunun en zor kısmıydı. O gizemli ve yasak defteri bir uzvum gibi yanımda taşıyor, geceleri ise yastığımın altında saklıyordum. El ayak çekildikten sonra çıkarıyor ve gün içinde biriktirdiklerimi hikâyeleştirerek yazıyordum.
Matematiği hiçbir zaman “geçer” olmayan bir çocuk olarak edebiyat derslerinde yazdığım kompozisyonlarla sınıfın gözdesi olmuştum. Edebiyat öğretmenimiz her sınavdan sonra beni tahtaya (sahneye) çıkarıyor ve alkışlatıyordu. Keşke herkes benim kadar iyi yazabilseymiş. Beni alkışlayarak gururları incitilen tüm sınıf arkadaşlarıma karşı bugün çok mahcubum. O günlerde bilmesem de bugün biliyorum ki herkesin yaratıcı bir yanı vardı ve keşke herkes o yaratıcı yanıyla ne istiyorsa onu yapsındı ya da yapmasındı. Beni alkışlatan sistem; keşke evi geçindirmek zorunda kaldığı için simit satan, kundura boyayan ve sırf bu yüzden adı “tembele,” “yaramaza,” “uyumsuza” çıkan arkadaşlarım için gerçek bir okul olabilseydi.
O günlerde ne yazık ki edebiyat öğretmenlerimden alkış dışında gerçek bir rehberlik alamamıştım. Oysa onlar, masallardaki gibi omzumdaki peri olabilirlerdi. Beni kitaplarla, edebiyatla tanıştırmış olsalardı bugün hem okur olarak hem de bir yazar olarak daha çok yol katetmiş olabilirdim. Okul hayatım boyunca onlardan hep şu soruyu, şu cümlelerde saklı ilgiyi bekledim: “Yazdığın bir şeyler var mı? Okumak, bakmak isterim,” ya da “Yazmalısın…” yüreklendirmesi. İşte bunun eksikliği bunca yaşıma rağmen içimde boynu bükük bir çiçek gibi durur.
Bir gün o çizgili defteri, o özgür, düşlerle dolu yanımı kaybettim. Defteri evden çıkarken yanıma almayı unutmak gençlik hikâyemin dönüm noktası, baht dönüşü oldu. Eve döndüğümde; defteri mahallenin eğlenceye susamış çocuklarının elinde gördüm. Yazdıklarım sayfa sayfa, elden ele dolaşarak seslendiriliyor, dinleyicileri kahkahalara boğuyordu. Gözüm gibi sakladığım o defteri büyük bir öfke ve incinmişlikle ele geçirip atomlarına kadar parçaladım. O günden sonra benim hayallerim de herkesin hayallerine benzemeye başlamıştı. Pilot ya da öğretmen olacaktım. Çünkü küçük mahallemizde “yazmak,” “hikâye anlatmak,” gibi kelimeler de “yazar” gibi bir meslek de duyulmuş, görülmüş şey değildi. Amatör ya da profesyonel olarak herhangi bir sanat dalıyla ilgilenmek yalnızca üst sınıfa, burjuvalara mahsustu ve mahalle ne derse o olurdu. Yıllar sonra yolum kitaplarla buluştuğunda yazmaya yeniden cesaret ederek, içime, kendi sesime yürümek; benim için bir hikâye kahramanının çıkışsız kaldığı o mağaranın en derininden çıkabilmesi, yeniden dirilmesi gibiydi.
İşte “Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak” atölyesi bu hikâyeden ilham alarak var oldu. Mademki çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda kimse bana “Yazdıklarını okumak isterim,” dememişti; o halde ben Dramatik Yazarlık eğitimi almış ve öykü türü özelinde kurmacayla ilgilenen bir yazar olarak çocukluğu çocukluğuma, gençliği gençliğime benzeyenleri bulup onlara; “Yazdıklarını okumak isterim,” diyecek ve kuytularda saklanan o çizgili defterlerin ilk okuru olacaktım. Çocukluğumu gülümsetebilir, boynunu büken o uydurukçu kızı sevindirebilirdim. Cesaret, özgürlük ve öykülerin diliyle söylenmiş tüm duygu, düşünce, hayat ve insan halleri, imgelerle örülü bir köprüyle gençliğe, o boynu bükük çiçeğe uzandım. Belki de bu uzanış bir yanıyla bencillik, öznel bir hikâyenin doruk noktasından beslenen, sadece beni ilgilendiren bir tür öz hesaplaşmadır. Bilemiyorum. Öyle bile olsa benimkisi işe yarar bir bencillik olsa gerek. Takdiri sizlere bırakıyorum.
Bu yolculuktan tek beklentim vardı; okuduğu kitaplarda içine işleyen cümlelerin altını çizen, bir deftere okuduklarının ilhamıyla bir şeyler karalayan gençlerin hikâyeci yönleriyle, gizli tuttukları yaratıcı dünyalarıyla tanışmak, yazdıklarını okumak, bir gündem olarak “buluşma masasına” taşımak ve her birini yazar adayı olarak gördüğüm o gençleri yazma konusunda yüreklendirmek, bildiklerimi paylaşmak ve en önemlisi onları dinlemekti. Bu masada en çok onlar konuşmalı, düşünsel olarak özgür hissetmeliydiler. Özel ve kamusal alanda dikteye maruz kalan, konuşmaktan, söz söylemekten ziyade alımlayıcı ve uygulayıcı olduklarını tahmin ettiğim yaşamlarında edilgen değil etkin olmanın, birey olarak var olmanın, düşündüklerini yutkunmadan söyleme hazzını bu masada olsun yaşamalıydılar. Yetişkinliğin iktidarı altında küsen, susan, gölgeye çekilen yanları edebiyatın, öykülerin ışığıyla aydınlanabilir, yüreklenerek çözülebilirdi.
Yazının girizgâhını kendi yaşamımdan gerçek bir hikâyeyle oluşturmak benim için zor bir karardı. Hikâyenin yazıyı romantize edeceği kaygısını taşıdığımı söylemeliyim. Ancak edebiyatın samimiyetten beslendiğine inanan yazar bilincim olanı olduğu gibi, hissettiğimi bütün gerçekçiliğiyle aktarmaktan yanaydı. Nihayetinde edebiyat her şeyiyle hakikate, hayata dahildi ve belki de bu çağ yeterince romantik olmadığı ve hikâyenin açıksözlü, dönüştürücü, empati geliştiren, kapsayıcı gücünden eksik olduğu için bu kadar yozdu.
Fakir Baykurt’un Eşekli Kütüphaneci adlı romanının ruhunu yaşatan, benim ve birçok bölge insanı için ikinci bir mekân, kitabevi olan Van İl Halk Kütüphanesi bu gönüllü projem için atölye ahalisine bir oda tahsis etti. Her konuda bize destek oldu. Kütüphane Proje Danışmanı ve Halkla İlişkiler Sorumlusu olarak görev yapan Songül Karaörnek’e masa adına ayrıca çok teşekkür ediyorum. Songül Hanım ile tanışmasaydım bu proje bu kadar erken hayata geçmeyebilirdi… Kendisi bana göre günümüzün Mustafa Güzelgöz’ü, iksiri kitaplar olan bir büyücüdür. İşini hevesle, sevgiyle ve çaba göstererek yapan çok az insandan biridir. (Mustafa Güzelgöz; Eşekli Kütüphaneci adlı romanının unutulmaz kahramanıdır. Ürgüp’te eşek sırtında köylere kitap taşıyan, halkı kitapla tanıştırmak, buluşturmak için mücadele eden, direten, kitabın ve okumanın sihrine inanmış bir karakterdir.)
Birbirinden kıymetli dört gençle; Arman Yazan, Azra Ertek, Enes Yazan ve Sümeyye Batur ile yaklaşık altı ay boyunca her hafta bir gün öykü yazmak üzerine bir masada buluştuk. Ders değil buluşmaydı. “İyi bir öykü anlatılmaz, okunur,” diyen Erdal Öz’ü anarak iyi bir öykünün sözcüklerden, cümlelerden ziyade anlamlardan, atmosferden ve imgelerden örülü olduğunu; roman, senaryo, tiyatro gibi diğer dramatik yazın türlerinden bu yönüyle ayrıldığını ve duyumsanabilir, sentaks, semantik yanıyla aslında şiirin komşusu olduğunu hatırlatan öykü ustalarından öyküler okuduk. Ustaların öyküleri üzerinden öykü yazmanın inceliklerini, kurgunun temel unsurlarını konuştuk. Öykü yazmanın Apolloncu akıl ve Dionysoscu duygu birlikteliği ve dengesiyle yapılan bir şey olduğunu söyledik. Ne büsbütün Apollon ne de sadece Dionysos olacak, hakikatin ve hikâyelerin diyalektik özünü bu iki kültün yan yanalığında arayacaktık.
Yazdık, saçmaladık, uydurduk, (meydan) okuduk. Genç yazar adayları okudukları metinleri yazar okuma tekniğiyle alımlamayı, eleştirel, editöryal okumayı denediler. Yazar ve yazar adayı için en iyi okul kitaplardır, okumak yazmanın yakıtıdır, hikâye hep yanı başımızda, uzakta arama, dedik.
Atölyenin başlarında gençlerin aklında bir dolu fikir vardı. Neyi, niçin, nasıl anlatmalı konusunda her biri zihninde olağan bir bocalama yaşıyordu. Fikirden, hikâyeye (kurguya) ve nihayetinde öyküye varacak olan fikir yumaklarını masa başı, mutfak çalışmasıyla önümüze serdik ve fikirleri anlamlarına ayırdık. Konuştuk, sorduk, tartıştık, düşündük. Zihinleri salladık, öyküye büyüyecek malzemeleri, dertleri, soruları ayıkladık; biraz da kafaları karıştırdık. Ne iyi ettik. Yaşasın kafa karışıklığı!
Zihinler “Ne anlatmak istiyorum?” sorusuna net ve kendinden emin cevaplar vermeye başladığında ise öyküler yavaş yavaş belirmeye başlamıştı. Her hafta yazılan öyküleri yazıldığı kadarı ve haliyle teknik, biçim ve öz açısından değerlendirdik. Her katılımcı bir diğerinin editörü, eleştirmeniydi. Birbirlerine önerilerde bulundular. Masada çok iyi öyküler pişmiş, soluklar sese varmıştı. Peki bu öyküler şimdi ne olacaktı? Projeye başlarken bunu düşünmemiştik. Bu öyküleri bir seçki kitap yapma kararı aldık. Yetişkinliğim boyunca çocukken kaybettiğim o çizgili defterin her satırında yazılanları merak ettim/ediyorum. O bitmemiş kitabı… Şimdi benim için bu seçki; biraz da o çizgili defterdir.
Şimdilerde hazırlığı sürmekte olan ve birkaç ay içerisinde yayımlanacak olan bu öykü seçkisi kitabının yapımını katılımcılara bıraktım. Kitabın kapak tasarımını, ön editoryal çalışmasını birlikte tamamladılar. Böylece bir kitabın yayın sürecini de deneyimlemiş oldular.
Yazmak çok değerli ve zor bir eylem. Zor çünkü özellikle bu çağda herhangi bir şeye tutkuyla bağlanmak oldukça romantik. Genç arkadaşlarımda bu tutkunun kıvılcımlarını görmek benim için projenin hedefine ulaştığının kanıtı oldu.
Yaratıcılık insanın doğasında var olan büyük bir hazinedir. Üstelik yaratıcılık özel bir giz, öz bir potansiyel olarak herkese özgü ve özneldir. Önemli olan o kişisel ve biricik özü fark etmektir. Genç arkadaşlarım atölyeye başlarken yazar olmanın ilahi, tanrısal bir şey olduğunu düşünüyorlardı şimdi ise bunun böyle olmadığını kanıtlayacak, kurgular yapıyor ve “yazar doğulmaz, yazmak öğrenilebilir, yetenek vardır ama yeterince çalışmamak o yeteneği kısa zamanda yok eder,” gibi temaları öykülerde işleme girişimlerinde bulunuyorlar.
Bu altı ay boyunca genç arkadaşlarımın yazıyla saf ve dürüst bir ilişki kurabildiklerini görmek; bana ancak bir öykü yazmanın vereceği mutluluğu, heyecanı yaşattı.
Bu atölye sürecinde bir yolculuğu yolculuk yapan merak, öğrenme, keşif, deneme, yanılma, hayal kırıklığı, yeniden başlama, gayret; her şey yaşandı. Bu yolculuk; birkaç arkadaşıma “İyi bir öykücü olmak istiyorum,” cümlesini kurdurdu. Öğrendiklerini uygulama çabaları, öğrenmenin hazzı, heyecanıyla, elbette çok çalışmak ve okumakla beslenerek, yeşeren fikir tomurcukları günbegün öykülere büyüdü, serpildi ve lezzet kazandı. Yazdıkları öykülerin duygularını, anlatmaya çalıştıkları düğümü ve bu düğümü ancak ve ancak yazıyla aktarmaya duydukları inanç ve çabalarını, öyküler ve yazı aracılığıyla aramızda kurulan arkadaşlığı çok sevdim.
Bu atölye: Bir hayaller birlikteliği, yazma ve hikâye anlatma dürtüsüyle; birbirine yabancı beş insanı yakınlaştırmış, ortak bir hayalin emekçisi, düşbazı yapmıştır. Masa ahalisi olarak hikâyelerin bağ kurucu, empati gücüyle birbirimizi, yazdıklarımızla anlamaya, tanımaya başladık. Buna edebiyat yordamıyla tanışmak, anlaşmak da diyebiliriz. Bu atölye bana edebiyatın canlı ve yaşama dahil bir şey olduğunu bir kez daha kanıtladı. Edebiyat ve samimiyet arasındaki ilişki üzerinden yaratıcılığı kışkırtmak, yaratıcı yazıyı, yazma eylemini, öykü kurma, yapmak işini “kutsal” yazar kimliğinin üstünde tutan bir bilinçle bu yolculuğun patikalarında yürüdük, dik yokuşlarını geçtik. Bu atölye macerasının meyvesi olan öyküleri okuyacak genç okurlara ve çizgili defter sahiplerine bir ilham, cesaret olmasını umarak birbirinden değerli bu genç yazar adaylarının güzel öykülerini Yazı İşleri’nde yayımlanacağını müjdeliyorum.
Bir yanıt yazın