Derine… Daha Derine – Anıl Mert Özsoy

Her şey bu evde oldu.

İçimde sürekli yürüyen bir şey vardı. Tarif edemediğim, anlamlandıramadığım bir kıymık acısı, kâğıt kesiği, kirli bir çarşaf. İlk kez böyle oluyordu; kelimeler yetmiyordu. Önümde uzayan yolların biteceğini hissediyordum. Sonra ne yapacaktım, hiç. Dün çınlıyordu kulağımda. Manasız o uğultu.

Otuz yaşında kendime kurmaya yeltendiğim dünya ellerimde parçalanıyordu. Bana yüklenen bütün anlamlardan kaçarken, altında ezildiğim başka yüklerle öylece kalakalmıştım. Sürekli birilerine kendimi anlatmaya çabalıyordum. Kötüydüm, göğsümde doğum lekesi vardı, kamburum çıkmıştı, dik duramıyordum. Kimsenin okumadığı kitaplarımla dünyayı değiştirebileceğime inanıyor, gizliden gizliye kendime iyi bir yazar olacağımı telkin ediyordum.

Olmuyordu; dünyayla arama annem girmişti. O çok uzun, çok engebeli, çok dar yolda yürüyemiyordum artık. Kendime yapay acılar üretiyordum. Benden başka herhangi birinin çektiği acıdan, kimseden saklamayacak kadar kibre bulanmış bir vaziyette keyif alıyordum. Yetmiş yıllık bu binanın ikinci katında kendi halimde yaşıyor, düşük tirajlı bir gazetede çalışıyor, hiçbir şey ummuyor ve yazgımın bu olduğunu düşünüyordum.

 

Gazetede, feci bir gündemin içinde debelenirken yayınevinden editörüm aradı. Sesi tatsızdı. Onu anlıyordum; berbat yazılmış kitapları üç kuruşa düzeltiyor, genel yayın yönetmeninin ricacılarının kitaplarını basıma hazırlıyor ve benim kadar rahat kusamıyordu.

“Selam, nasılsın? Satış departmanından son rakamlar geldi.”

“Durum içler acısı değil mi?”

“Evet, maalesef… Birçok ödülün kısa listesine kalan son kitabının satmamasını anlayamıyorum.”

Bu kadar yapay bir diyaloğa inanmak mümkün değildi. İkimiz de ne olduğunun farkındaydık. Gazetenin terasına çıkıp bir sigara yaktım ve editörümün sahte üzüntüsünü dindirecek birkaç cümle düşündüm.

“Satmamasını dert etmiyorum. Piyasanın istediği şeyleri yazmıyorum. Sen de takılma bu kadar. Hele o ödüllerin kısa listelerini hiç düşünme. Ben bu hayatta birilerinin hazırladığı listelerin zoraki kontenjanıyım sadece.”

“Anlamadım?”

“Boş ver, ben de anlatamadım zaten… Havalı olsun diye kurduğum cümlelerden biriydi. Seni dinliyorum. Yayınevi ne istiyor?”

“Depoyu boşaltıyorlar. Satmayan kitapları geri dönüşüme gönderip elde edilen kâğıdı yeni kitaplarda kullanacaklar.”

“Sonunda edebiyat tarihine bir katkım olacak!”

“Yeni kitap ne durumda?”

“Yazamıyorum.”

“Biraz kendine baksan, hikâye çok yakınlarında…”

Editörümün kıvrandığının farkındaydım, belki de yayınevindeki odasına biri gelmişti ve laf çeviriyordu.

“Anlatacak kadar kıymetli bir hayatım yok. Hayatın sert gerçekliğini dramaturjiyle anlatmayı becerebilen kurgu metinlere inanıyorum. Kadıköy’ün kedilerinin anlatıldığı, çiçekli böcekli, burjuva dertleri çıkmaz benden.”

“Ama öyle bir hayat yaşıyorsun.”

“Kâğıt üstünde öyle. En azından doğalgaz faturam otomatik ödemede ama her ay gelen kart ekstresinden it gibi korkuyorum.”

“Tüm ülke aynı noktadayız, merak etme.”

“Şüphesiz… Geri dönüşümle ilgili yapmam gereken bir şey var mı? Bir yerlere imza atmam mı isteniyor?”

“Yoo, kitapların telifi önden ödendiği için herhangi bir yasal hakkın yok. Sözleşme gereği depoda 50 kadar kitap tutacaklar. Sözleşme bitince onlar da geri dönüşüme gönderilecek. Belki kendi arşivin için biraz kitap almak istersin diye aradım. Maliyetine satıyorlar bu durumlarda.”

“Param yok, dilediğinizi yapabilirsiniz.”

“Belki bunu yazmak istersin.”

Genel yayın yönetmeni, editörlerin odalarının bulunduğu koridorda dolaşıyor olmalıydı. Bu kadar suni bir telefon konuşmasına daha fazla dayanamayacaktım. İyi günler dileyip telefonu kapattım ve bürodaki masama döndüm.

Yazıişleri müdürü beni bekliyordu.

“Pandemide sokakta kalan evsizin otopsi raporu geldi mi?” diye sordu.

“Geldi, gün içinde haberi teslim edeceğiz. Muhabir üzerinde çalışıyor.”

“Ne çıkmış raporda?”

“İşkenceye bağlı iç kanama fakat raporda hipotermiyi öne çıkarmışlar. İşi belediye yetkililerine yıkmaya çalışıyorlar.”

“Kötünün de kötüsü vardır hikâyesi… En nihayetinde adam sokakta donmuş vaziyette bulunmuştu. Nasıl geçmişler kayda?”

“Kamera kayıtları incelenmiş. Polislerin, belediyenin kurduğu aşevine teslim etmesinin ardından adamın içeri alınmayıp gönderildiği yazıyor.”

“Belediye yetkililerinden görüş alalım. Oradaki görevli hangi gerekçeyle adamı içeri almamış? Bu detay çok mühim.”

“Tamamdır. Yarın itibariyle izne çıkıyorum, bir isteğiniz var mı?”

“Güzelce dinlen, iyi tatiller,” dedi.

 

Haberi teslim edip eve doğru yola koyuldum. Buzdolabında biraz kıyma vardı. Soğan, biber, baharat. Karıştır. Biraz salça. Kendime bir yemek uydurabilirdim. Aylardır yalnızca daha fazla sigara içebilmek için yemek yiyordum. Füsun’un gidişinden bu yana sigarayı üç pakete çıkarmış; bazen ayna karşısında kendimle dalga geçer olmuştum. Tuvalette, yatak odasında, salonda… Evin her yerinde sigara içiyordum. Kendine bakamayan, acıyla baş edemeyen ve pes etmeye meyilli kişiliğimin yarattığı ezikliğin elbette farkındaydım ama değiştirmek için hiçbir şey yapmıyordum. Bazen annemin yazdıklarına bakıyordum, o kadar…

Bir mektuptu annemden geriye kalan, yalnızca birkaç satır, ilk cümlesi tashihli. Çok uzun düşünülmüş ama bir türlü kâğıda geçirilememiş o duygu. Çok basit, çok sıradan, çok eski. Hep yakınımda tutmuştum o mektubu. Yıllarca. Yazıyla kurduğum ilişkinin başlangıç noktasıydı annemin gidişi. Bir bahaneydi, sıradan olanı kabul etmeyip daha sıradan bir şey yapmaktı; kelimelere inanmak.

Füsun’u gördüğüm gece ilk kez içimdeki boşluğu unutmuş ve onun içindeki boşluklara sızmak istemiştim. Derin bir yara, kabuğu soyulmuş bir çocukluk, utanmadan anlatılan sırlar. Annemden kalan mektubu yırtmış ve aramızdaki tek bağdan kurtulmuş, ona küsmüştüm. Böyle oluyormuş, biri doğururken bir başkası yavaş yavaş büyütüyormuş.

Günler geçtikçe göğsümde başka bir boşluğu yaratacağını bile bile Füsun’un beni deşmesine izin vermiştim. Birlikte inlemenin verdiği o tuhaf haz etrafında düştüğüm çukuru görüyordum. “Derine” diyordu Füsun, “daha derine…”

İçimdeki o kara derine bile isteye düşmüştüm. Gittiği gün itiraf etmiştim bunu kendime.

“Bol su iç, öğün atlama, sigara işe yarar bir şey olsa babam böğüre böğüre ölmezdi. Tercih senin. Bir de kimseden sana annelik yapmasını bekleme. Büyük yazar olmak için büyümelisin,” demiş ve kapıyı çekip çıkmıştı. Öfkeliydi, anlıyordum onu. Yatağa çırılçıplak uzandığımız son gece vücudunu kendime iliklemiştim. Şimdi düşününce hayatımın en güzel boşalması olduğunu söyleyebilirdim ama bu Füsun için hiçbir anlam ifade etmeyecekti. Kızıl, jiletten saçlarıyla kendine korunaklı, güçlü bir dünya kurmuş, saçlarını yaz sancısı gibi savurduğunda baharın bittiğini ve ateşten öfkesiyle kendi dünyasına kimsenin girmesine izin vermeyeceğini hissettirmişti. Ve bir an olsun vazgeçmemişti.

 

“Çöpleri çıkaramadım, saati kaçırdım,” dedi.

Yokluğunu normalleştirmeye çalışıyordu Füsun.

“Dert değil. Hallederim.”

Dişlerimi sıkmıştım. Yumruğumu. Yaşlar akmasın diye gözlerimi.

“Beni korkutuyorsun.”

Kapının önünde son kez birbirimize sarılır ve o anın yarattığı arzuyla sevişiriz diye geçirmiştim içimden. Gözlerinde kışın en soğuk günü. Gözlerinde çok eski bir öfke. Gözlerinde annemin yazamadığı kelimeler. Kulaklarımda bir uğultuya dönüştüğünden habersiz merdivenleri indi ve gitti.

 

Babam gibi aşağılık bir adam mıydım? Ya da onunla benim olmayan yalnızlığı paylaşmak zorunda kaldığım için dünyayı kavrayışım aksak mıydı? Düşünmekle soru sormak arasındaki o fark.

Babam ne yapmıştı annem gittiğinde? Önce gülümsemişti. Hatırlıyorum, o rutubetli evde. Sonra sigara yakmıştı. Hiç unutmuyorum, çok küfür etmişti. Çok ağlamıştı, sıkmıştı yumruklarını çok kuvvetli. Vurmuştu. Dizlerine. Kafasına. Önündeki masaya. Sigarayı söndürmüştü üstünde. Tüm evi temizlemişti. Kendini dizginlemeye çalışmıştı ertesi günün sabahında. Yumurta haşlamıştı. Çay demlemişti. Koyu, bergamotsuz. Annemin elbiselerini toplamıştı sonra, saç kurutma makinesini, sevdiği kitapları. Birlikte çekildikleri fotoğrafları.

 

Olmamıştı. Onca şeyin yokluğu annemin yokluğunu yok edememişti.

 

 

Füsun gittikten sonra hafiflediğimi hissetmiştim. Göğsümde, annemden miras kalan acının bittiğine inanmıştım. Belki de ilk kez kendimdim. Ne saklayacak bir dağılmışlığım vardı ne de gizleyecek bir küskünlüğüm. Mutluydum ilk günler. Eve yayılan kokusunun yeteceğini düşünmüştüm. İçime çekiyordum odaları. Kalbime bastırıyordum ve uyumuyordum. Pencereden kırık bir şekilde içeri giren ışık huzmesini izliyordum saatlerce. Bu bana yalnızlığımı unutturuyordu. Kitaplıktan onun sevdiği romanları seçip ayırmıştım. Altını çizdiği cümleleri okuyor, sesini duyuyordum. Son gecemizden kalan yarım şaraba hiçbir zaman inanmamıştım fakat şişeyi atmaya kıyamıyordum. Dağılan bir tek ben olmalıydım. Tuzla buz. Kötü bir şiir gibi.

Takıntıydı belki de; perdeleri yıkamadım uzun zaman. İlk gece seviştikten sonra etrafa yayılan sigara dumanı bir yerlere saklanmıştı. Füsun’un ağzından çıkan… Füsun’un ağzına dolanan… Füsun’un ıslak dudakları, Füsun’un hep beyaz dişleri bu evdeydi.

 

Gazeteden aldığım iki haftalık yıllık iznin son günleriydi. Sait kapıyı çaldı. Duymazdan geldim. Çöpleri balkona istiflemiştim. Bir kişinin dahi sesini işitmeye tahammülüm yoktu. Bir kez daha çaldı, sert yumruklamalar. Bir kez daha zil.

 

“Ağbi selamün aleyküm. Acil olmasa çalmazdım ama dünkü apartman toplantısına katılmadın. Yönetici aramış, açmamışsın. Tekeldeki çocuk söyledi. Akşamları sipariş götürüp kapısına bırakıyorum, dedi.”

“Buyur Sait, mesele nedir?

“Aapartman yıkılacakmış. Müteahhite vermişler.”

“Hayırlısı olsun.”

“Aybaşı tahliye edecekmiş mülk sahipleri.”

“Gereğini yaparız.”

Zihnim uyuşmuştu. Yıllardır yüzüne bir kez olsun bakmadığım Sait, evin yıkılacağını söylüyordu. Sadece zam ayında konuştuğumuz ev sahibim anlaşılan bu kez turnayı gözünden vurmuştu. Arayıp durumu öğrendim. İki aydır telefonlarına dönmemiştim, haklıydı, iki aydır WhatsApp mesajlarına yanıt vermemiştim, evet doğru söylüyordu, bu ayın kirasını bilerek hesabıma geri göndermişti, bu iyiydi, henüz hesabıma bakmamıştım. Ay sonu evi boşaltmalıymışım, gerekli imzalar atılmış, proje belediyeden onay almıştı, ne güzel. Taşınma masraflarımı karşılayacak ve bir iyi niyet gösterecekti, eksik olmasın. Apartmanın rant bölgesinde olması zerre umurunda değilmiş ama deprem gözünü çok korkutuyormuş. Bana bir şey olursa bu vicdanla yaşayamazmış. Hasssiktir ordan!

Telefon konuşmasının ardından sokağın başında Sait’i buldum.

Benim dışımda herkesin haberi varmış.

“Sen evsiz, ben işsiz kalıyorum ağbi. Ekonomik kriz ortada. Gazeteye yazamaz mısın?”

“Ne yazayım Sait?”

“Sizin gazetede benlik iş var mı ağbi?”

“Yok Sait.”

Derdine tüküreyim Sait diyemedim, o da haklıydı.

“Kaç apartmana bakıyorsun?”

“Bir tek burası kaldı ağbi. Müteahhit bütün mahalleye girdi. İki yandaki bina da gidiyor ay sonu.”

“Bir yol bulacağız Sait” dedim.

 

Ermeni edebiyatının önemli isimlerinden Zaven Biberyan’ın yıllar evvel burada kiracı olduğunu öğrendiğim an tutmuştum evi. Onun gibi büyük bir yazar olmayı hayal etmiştim fakat olmamıştı. Evde onun ruhu dolaşırken bir başka yazara imkân vermemişti hayat. Böylesi ucuz ve bayat cümlelerle kendimi telkin ediyordum ama gerçek bu değildi. Annemin yokluğu, Füsun’un varlığı kalemimi kırmıştı ve ev benden çok onların kelimeleriyle, kokularıyla ev olmuştu. Bırakamazdım, bana iyi gelen tek yer burasıydı; benden başka yıkamazdı.

Biberyan’ın ailesinden birilerini bulmaya çalıştım. Yaşlanmış ve kendilerini var etmek için kapağı Yazarlar Sendikası’na atmış eski şairleri aradım. Hiçbiri yanaşmadı önceleri. Aileden de hayatta olan kimse yoktu. Tıpkı Biberyan’ın romanlarındaki gibi ya yerlerinden edilmişlerdi ya da keder içinde ölüp gitmişlerdi. Edebiyat bir kez daha dünyayı değiştirememiş, var olan sancıyı mıh gibi tarihe işlemişti.

Evi koklarken buldum kendimi. Duvarlarda Füsun’un tadı vardı. Koridorda izi. Yatakta yokluğu. Mutfakta küflü gözleri. Bir evden ötesiydi burası…

Bilgisayarı açıp ertesi günün baskısına yetiştirmek için hızlıca haberi yazdım. Biraz binanın tarihi, biraz Biberyan’ın edebiyatı… Rant bölgelerindeki kentsel dönüşümün depremle ilgisi olmadığını ekledim. Bir şehir planlamacısından görüş aldım, her yerde ezbere anlattığı akademik cümleleri habere koydum.

Haberin kamuoyunu harekete geçireceğini düşünerek gazeteye gittiğimde birinci sayfanın en altında sağ köşede küçücük bir kutucuk olarak karşıma çıkan haber sinirlerimi daha da altüst etmişti. En azından birileri okur diye seviniyordum ama bir an önce daha büyük bir şey yapmalıydım. Bu evden başka hiçbir şeyim yoktu. O sırada çalan telefonla birlikte sinirlerim iyice laçka olmuştu. Arayan ev sahibimdi.

“Tüm iyi niyetli çabalarıma rağmen bu haberi niye yaptığınızı anlayabilmiş değilim,” dedi.

“Burası çok önemli bir yazarın hayatını geçirdiği ev. Ancak müze yapılmasına razı olabilirim.” Ne güzel de yalan söylüyordum. Kendi ucuz hezeyanlarımı nasıl da edebiyatın üzerine yıkmıştım! Tek istediğim Füsun’un yokluğunu hapsettiğim evimi korumaktı.

“Deprem riski var. Lütfen daha fazla zorluk çıkarmayın. Müteahhitlik firması yasal işlem başlatacaktı. Zor ikna ettim. Gazetenizde açıklama yapmak istiyorlar. Numaranızı verdim. Lütfen daha da zorlaştırmayın.”

“Benim bir gazetem yok. Benim uykum bile yok beyefendi. İstedikleri kadar dava açsınlar.” Yine edebiyata tutunmuştum. Mehmet Baydur’un çok sevdiğim oyunundaki replikle kapatmıştım telefonu.

Gazeteden çıkarken zihnim iyice kontrolden çıkmıştı. Yıllar içinde iyiden iyiye sesini unuttuğum annemle konuşmak, onunla dertleşmek, yolda yürürken bir yandan sigara tüttürmek bir yandan da kendimi sansürlemeden içimden geldiği gibi müteahhite sövmek istiyordum.

Bunu yapamazdım. Ne zaman başım sıkışsa annemle konuşma isteğiyle içimdeki öfkeyi bastıramazdım. Apartmanın önüne geldiğimde Füsun’u aradım. Meşgule aldı. Aylar olmuştu. Hayatını toparlamış, birkaç kısa yurtdışı tatili yapmış, iyi yerlerde güzel şaraplar içmiş, kendi rutinine geri dönmüş, beni bir an olsun düşünmemişti.

Merdivenler her zamankinden daha dikti. Evde o ağır kokuyla yüzleşmekten yorulduğumu hissediyordum artık. Kendime ait bir dilim, üslubum yoktu. Füsun’un bıraktığı şekliyle yaşıyordum hayatı. Pahalı bir içki. Kimselerin bilmediği yabancı bir şarkı.

Bu ben değildim. Günlerdir su içmemiştim, çay ve kahveyle ayakta duruyordum. Mutfaktaki su şişesini kafama diktim.

Kapı çaldı. İlk kez Sait’in yüzünü göreceğim için seviniyordum. Ona, gazeteyi gösterecek ve bu işi halledeceğimizi söyleyecektim.

Buz gibi bakışlarla karşımdaydı ve bu kez yalnız değildi. Müteahhit o aşağılık sesiyle bir şeyler geveledi.

“Tekzip yayınlarsanız dava açmaktan vazgeçeriz.”

“Bunca yıldır gazeteciyim. Hiçbir haberime tekzip gelmedi. Haddinizi bilin.”

“Anlaşılan tüm iletişim yollarını kapatıyorsunuz beyefendi.”

Kapıyı suratlarına çarptım ve bir sigara yaktım.

Tanıdığım tüm yazarları ve gazetecileri aradım. Twitter’da Biberyan’ı ve binayı anlatan şeyler yazdım. Tanıdığım, tanımadığım bir sürü insan yazdıklarımı paylaştı. Yarın sabah eylem yapıp kamuoyunu harekete geçirecektim. İlk iş bu bina için bildiri kaleme alıp imzaya açmak olacaktı. Eminim tüm yazarlar çağrıma kulak verecek ve yanımda olacaktı. Bildiriyi yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda yeniden kapı çaldı.

“Ağbi valla beni de kapıda yakaladı. İlk kez gördüm, tanımıyordum.”

“Canın sağ olsun Sait. Ama sen beni her sorana evimi gösterme olur mu?”

“Zaten yıkacaklar ağbi. Yenisini göstermem.”

Karşılıklı gülüştük.

“Yarın apartmanın önünde eylem yapacağız. Burası çok meşhur bir yazarın eviydi. Böyle kolay yıkmalarına izin veremeyiz.”

“Ağbi duydum. Aramızda kalsın, Ermeni adamı diyon değil mi?”

“Aramızda kalmayacak Sait. Yarın herkes duyacak.”

“Ağbi, Ermenilerin kilisesi varmış sizin gazetenin oralarda… Bana iş çıkar mı kilisede? Elhamdilullah Müslümanız ama…”

Sait’i postaladığım gibi bildiriyi yazdım ve tanıdığım herkese mail attım. Yazar ve gazeteci arkadaşlarımı aradım. Hemen hemen hepsi yanımda olacağını söylemişti.

 

Hiçbir ses yetmiyordu bana. Bir kez daha Füsun’u aradım.

Önce sessizlik. İnsanın içini gıdıklayan. Sonra daha uzun sessizlik. İnsanın içini neşterle yaran. Sonra çok daha uzun sessizlik. İnsanın omurgasını alan. Ardından acziyetin getirdiği o yanıtla karşı karşıya kaldım:

“Üzülme. Yeni bir ev sana da iyi gelir…”

 

Sabahın ilk ışıklarına kadar gelen destek maillerini okudum. Füsun için bolca su içtim ve mailleri yanıtladım. Öğle vakti ülkede dikkat çeken tüm yazarlar apartman önünde toplanacak ve yaptığımız basın açıklaması çok konuşulacak, herkes bu işin peşine düşecekti.

Sabah ilk iş son kontrolleri yaptım. Her şey tamamdı. Evin penceresinden sokağa baktım. Henüz kimse toplanmamıştı ama bir saate büyük bir kalabalık sokağı inletecek, gazeteciler haberi akşam baskısına yetişmek için birbiriyle yarışacaktı.

Saatler geçmesine rağmen gelen giden olmamıştı. Küçük bir polis ekibi binanın karşısında konuşlanmıştı. Damarlarımda annemin gittiği gün akan o kan. Sessizlik büyüyordu.

Evimi korumalıydım, hep olduğu gibi. Tek başıma. Füsun ve annem olmadan.

Apartmanın önüne indim. Sait koşarak yanıma geldi. Hemen arkasında müteahhit vardı.

“Ağbi müteahhitle konuştum. Dedim, kendileri çok mühim bir yazardır ayrıca. Hem o Ermeni’nin hem senin adını yazacaklar apartmanın girişine… Gel bu işten vazgeç ağbi, ekmeğimle oynama…”

“Senin ekmeğinle oynayan onlar Sait…”

“Sabah konuştuk ağbi. İnsanları toplamazsan beni işe alıp inşaatın bekçisi yapacak ağbi. Sana başka ev bulsak olmaz mı ağbi?”

Etrafa baktım, kimseler gelmemişti. Annemin gittiği gün gibiydi sokak. Sessizlik her yerde yankılanıyordu.

“Olur Sait,” dedim. “Yeni bir ev bana da iyi gelir.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Nisan Erdem, Everest Yayınları tarafından yayımlanan “Rüyanın Oltasında” adlı kitabının ardından Yavuz Yavuzer ile söyleşti.

Bağlantı profilde.

@1yavuzyavuzer
@nisan.e
@everestyayinlari
...

Ekibimizin üyelerinden Selnur Güneş, “Yıldızçiyi” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@selnurgunes
...

İlayda Özcan, “İlgili Edebiyatla” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@ilaydaa.ozcn
...

Senem Balaban, “Zavallı Yalnız Bilgisayar” isimli yeni öyküsüyle Yazı-İşleri’nde.

Bağlantı profilde.

@sen_emba_laban
...

Atakan Boran’ın yeni öyküsü “Eski Güzel Günler” Yazı İşleri’nde.

Bağlantı profilde. 📌

@atakanboran1
...

Tuğrul Karataş, “Kanlı Batak” isimli öyküsüyle Yazı-Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

@tugrulkaratas
...

Gamze Güller, Everest Yayınları’ndan yayımlanan Zürafanın Bildiği kitabının ardından Yavuz Yavuzer ile söyleşti.

Bağlantı profilde.

@gamzegullergg @1yavuzyavuzer @everestyayinlari
...

Uğur Demircan “Masal” isimli yeni öyküsüyle Yazı Işleri’nde.

Bağlantı profilde.

Fotoğraf: Aydın Akburak
...

Sudenaz Kahraman, “Kül” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@sudenazzkahraman
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin son öyküsü “Bakkalın Oğlu” Sümeyye Batur’un kaleminden Yazı İşleri’nde.

@spslslsmy

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin üçüncü öyküsü “Mavi Güneş” Enes Yazan’ın kaleminden Yazı İşleri’nde.

@enesyazan_

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin ikinci öyküsü “Süt” Azra Ertek’in kaleminden Yazı İşleri’nde.

@azrertk

Bağlantı profilde.
...

Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak Atölyesi’nin ilk öyküsü “Radyo” Arman Yazan’ın kaleminden Yazı İşleri’nde.

@armanyazan_

Bağlantı profilde.
...

“Merhaba, ben Füruzan…”

Murat Uğurlu’nun kaleminden, üç uzun yaz ikindisinde yolunun kesiştiği Füruzan’a veda mektubu “Benim Füruzanlarım” Yazı İşleri’nde.

“İnsan olmak böyle bir şey midir acaba? Beşikten mezara upuzun, harcıâlem, manasız bir huzursuzluk…”

Bağlantı profilde.

@murat.vesaire
...

Van’da genç yazarlara, “Fikirden Kurmacaya Bir Öykü Yaratmak” isimli bir atölye veren Serpil Canalan bu yolculuğunu “Bir Çizgili Defter Meselesi” yazısıyla kaleme aldı.

Bağlantı profilde.

@serpilcnln
...

Mehmet Can Şaşmaz, “Ceza” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@mehmetcansasmaz
...

Ahmet Erkam Saraç, “Sakın Efsane Söyleme” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@aerkamsarac

Bağlantı profilde.
...

Oğuz Dinç, “Herkesin Derdi Kendine” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@oguzdinc_official

Bağlantı profilde.
...

Dilara Ulu, “İzafi Mesele” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

@dileabag

Bağlantı profilde.
...

Mehmet Can Şaşmaz, “Ödül” isimli öyküsüyle Yazı İşleri’nde!

Bağlantı profilde.

@mehmetcansasmaz
...

Yazı İşleri


Künye

Yayın Yönetmeni

Murat Çelik


Yayın Kurulu

Duygu Değirmenci

Elif Yeşilkaya

Eris İnal

Fırat Yılmaz

Gülcan Ayral

Hatice Tosun

Müge Oskay

Salihcan Sezer

Tolga Esat Özkurt

Yavuz Yavuzer

İletişim

[email protected]

Press ESC to close