
Gecenin üçü, gene uyku tutmadı Ali’yi. Neyse ki bu saatte onu neyin paklayacağını çok iyi biliyordu, en azından bunu kâr sayıyordu. Usulca kalkıp mutfağa yürüdü. Sene bilmem kaç, ketıldan hâlâ esirgenen teknolojiye küfrü bastı. Bu gürültü alt komşuyu, üst komşuyu, yan komşuyu rahatsız ederdi, amenna; fakat bu hengâmeli binaları icat edenin, onu buraya tıkıştıran hayatın gelmişinden ve de geçmişinden, altından ve de üstünden, yanından ve de yöresinden bu binayı yaparken kullandıkları buldozerle geçti. Belki o bile bu ketıl kadar ses çıkarmaz diye düşündü.
Çalışma odası soğuktu, derisi herkesinkinden inceydi Ali’nin; üşüdü. Oturma odasına yürüdü. Akşamdan kalma cips kokusu, çay bardağında yağlı parmak izleri, orta sehpada kurumaya yüz tutmuş kasımpatılar, yakılmaktan son anda vazgeçilmiş romantik mumlar… Deri koltukta, karıcığının ona küsüp saatlerce oturduğu köşede popo ve dirsek izleri, sırtını dayadığı yerde oluşan göçük, kedinin cırmıkları… Her şey kendisini çağırmış da o bir türlü varamamış gibi hissettiği boğuculuk…
Karısı uyanmasın diye basmaktan sızlayan parmak uçlarını fark etti, ışığı görüp gelmesin diye ultra lüks dairenin ultra gıcırtılı salon kapısını kapatması otuz saniye sürdü. Ayaktayken bir yudum aldığı kahveden hatır bulamayacağını anlayıp oturdu.
Yakın sayılacak bir akrabası, yakınından geçmeyecek bir kitap yazmıştı, okumasını değilse bile mış gibi yapıp en azından Instagram’da paylaşmasını bekliyordu. Olur da bir mecliste gündeme gelir, ben de mahcup olurum diye okumayı denedi. Konular ilginçti ama Ali’nin sosyalist hayatına uymuyordu. Kapağında aynı soyadı taşıdığı bir kitap, içinde bambaşka hülyaları barındıran hikâyeler… Okuma alışkanlığı kazanmalıydı, devrimci olmak da bunu gerektirirdi, biliyordu; fakat akşamdan kalan ağız dalaşının ruhu hâlâ odada dolaşıyordu, fark edince rahatsız olup bıraktı. Neyse ki kahveyi soğutmadı, her şeye rağmen karıcığına duyduğu minneti hatırlattığı için içip bitirdi.
Uykusu hâlâ yoktu, okuma isteğiyse hiç. Geçmişi düşündü; ilk buluşmalarını, ilk tutuşmalarını, ilk öpüşmelerini… Yüreğine bir hafiflik yürüdü, kalkıp koynuna girmeyi, özür dilemeyi, her günahın bir bedelinin olduğunu ama bu bedelin ona ağır geleceğini bilmesini istedi. Böyle anlarda savaşırdı ruhu, yapma diyen taraf daima kazanırdı. Ne yazık ki Ali, hiç bozamadı bu kaideyi.
Modern çağın oksijeniymiş, diyorlardı; telefonu eline aldı. Belki otuz farklı gruba dâhildi fakat rehberinde içini dökeceği, utanmadan önünde ağlayacağı, çok değil beş dakika sonra ondan dinlediklerini, üstüne de ekleyerek başkasına cor etmeyecek tek kişi bile bulamadı. Kapitalizmin en yaman silahı, deyip az önce izlediği göçüğe fırlattı. İt uğursuzu hayat, bizi içine çektiğin bu girdabın bir sonu yok mudur, diye isyanı bastı.
Ruha giden yol mideden geçermiş, böylesi zamanlarda çok deneyimlemişti. Kalkıp gıcırdayan kapıyı umursamadan yeniden mutfağa yürüdü. Ümitsizlikle açtığı dolapta akşamki süslü masadan kalma karnıyarık, cacık, pilav, salata öylece duruyordu. O sever diye karıcığının kavurduğu, muhtemelen ortasına bir top Maraş dondurması da gizlediği irmik helvası hâlâ burcu burcu kokuyordu. Hatırlamayıp sendikadan arkadaşlarıyla direndiği gecenin ağırlığı bir kez daha çöktü üzerine. Evlilik yıl dönümü, ayrılık yıl dönümü olmak üzereydi, ihtimal bile olsa tüylerini diken diken etti bu düşünce.
Yemeyi çok istedi ama karıcığı uyanıp da onu gamsızmış gibi görürse diye vazgeçti. Aç karnına sağlıklı düşünce uğramazdı insanın zihnine, kararan bir muzu hışımla soyup iki ısırıkta yuttu. Karısı sabah çöpte yediğini görmesin diye içini deşip kabuğunu derinlere attı. O an, ona güvercin tedirginliği veren bu evliliğin neresinden tutsa elinde kalacakmış gibi hissetti.
Öküz bile ahırına alışırdı; oysa Ali, sıcacık yuvasına, değme aşçılara şapka çıkarttıran mis gibi yemeklere, çok değil ondan azıcık alâka bekleyen dünya güzeli karıcığının kapitalist sandığı kadar insani de olan masum isteklerine bir türlü alışamadı. Sloganlar atarak, tazyikli suyun üstüne zehir gibi duman soluyarak sokaklarda kurmaya çalıştığı devrimin, evvelâ evinde başlaması gerekmez miydi? Bunu bile başaramadı Ali. Suçun bütünü kendisindeydi, azıcık gayret edip fark edemiyordu. Elbet bir gün bu coğrafyaya da gelecekti bahar, acele edip girdiği hülyalardan bir türlü çıkamıyordu.
Direnmek güzeldir, pekiyi anladık da diretmek hangi davanın ilk yüz maddesinde vardı, ayırdına varamıyordu. Mutfak masasında, üçlü koltuğunda bile âdil bir oturma düzeni tesis edebilmiş değildi; yoksa devenin ahırda hep aynı yere ıhtığı gibi mutfakta pencere kenarı, koltukta televizyonun tam karşısı onun olmazdı, bir türlü bağ kuramıyordu. Devrim demese de onun için eteğindeki tüm taşları yoluna sermişti şu güzelim kızcağız, üstelik bir gün olsun vazgeçmesini istememişti bu sevdadan fakat en az davası kadar kendisini de sevmesini beklemişti. Ne yazık ki Ali bunu da idrak edemedi. Ayarı yoktu çünkü; bir türlü kabullenemiyordu şu kıytırık dünyanın kıytırık gailelerini.
Saat gecenin dördü olmuş; oysa üç gündür kıvranmış gibiydi Ali. Günde beş kez tamir edip altı kez yıktığı ruhuyla son bir umut yatak odasına yürüdü. Kapıyı açtığında ciğerlerine doluşan, derisine yapışan, nefes kokusunun ten kokusuyla birleşip uçuştuğu bu ılık havayı seviyordu. Üşümesi ancak burada geçiyordu. İlk küsen de ilk barışan da hep kadın yüreği olmuştur, rahatlıkla yorganı açtı. Ona kuru gelen yastığın öbür ucunda serçeler su içiyordu, bilmek istemedi. Yüzü duvara dönüktü karıcığının, belki de uyumuyordur diye zahmet edip düşündü. Öyle de olsa devrimci bir sarılmayı ondan esirgemedi. Sarıldığı an karıcığının kucağında küçültmek istediği vücudunun ona doğru sokulduğunu görüp sarılmasa bile insana bahşettiği iyi gelme hissini iliklerine dek duyumsadı. Bir kez daha görülmezden gelinen, öyle olmasa bile affedildiği anlaşılan hatasını unutup nihayet uykuya daldı.
Rüyasında, uyandığı ülkenin dağlarında güneş parıldıyor, ovasında buğdaylar başağa duruyordu. Suları yatağında akıyor, ağaçları yerinde salınıyordu. Çocukları neşeli ve umut doluydu. Kadınları korkusuzca sokaklarında dolaşıyordu. Ana haber bültenlerinde, Adem Amcanın sandalına konan Yaren’in muhabbeti yapılıyordu. Fabrikaların kapılarından güle oynaya çıkan işçilerin yaktığı sigara dumanı, bacadan çıkana karışıyordu. Kimsenin alın teri kurumuyor, böylelikle eve eli boş dönülmüyordu. Devrim gelmiş, âdil düzen kurulmuştu. Ali’nin direnişe ayırdığı vakit de siyasetin kine ayırdığı para da endekslere yansımıştı.
Saat henüz beş olmuştu. Görülmesi gereken daha çok şey olmasına rağmen rüyası burada kesildi Ali’nin. Kapıya dayanan özel harekât polisleri pek de özel olmayan Ali’yi almaya gelmişlerdi. Komşular, kilide vurulan koçbaşıyla ketıldan daha fazla rahatsız olmuşlardır diye düşündü.
Bizans surları bile ancak bu kadar dövüldü ulan Allahsızlar diye söylenerek kalktı Ali. Akşamki direnişte kameraya sarılan kaset, ters kelepçe dairede izlettirildi. Kabak gibi ortaya çıkmanın cezasını gece boyunca ruhuyla ödediği yetmezmiş gibi bedenini tıkıştırdıkları göt kadarcık nezarethane onu boğdu. On iki saatlik karakol macerası, sendikanın ateşli avukatının mahkemeyi darlaması, sosyal medyadan birkaç bin duyarlı insanı ayağa kaldırması sayesinde son buldu.
Burayı da deneyimledik diye gülerek çıktığı kapıda, karıcığının sabahtan beri beklediğini gördü. Gözleri kan çanağı, yüreği siyasetsiz bir sevgiyle dolu, tüm bu olanlara rağmen hâlâ kendine olan meylini iliklerine dek hissetti. El ele, yenilenmiş bir heyecanla aldıkları yolun sonunda dünden kalma karnıyarık, cacık ve pilav, üstüne irmik helvasının onu beklediğini bilmek Ali’yi rahatlattı. Her şeyin güzel olacağına dair günde on sekiz kez bulup yirmi dört kez kaybettiği o inanç, bu sefer hiçbir yere gitmeyecekmiş gibi adımlarıyla ritim tutturmuş, göğsünde güm güm atıyordu.
BURHAN BARAK
Bir yanıt yazın