PARIS REVIEW SAYI 241, SONBAHAR 2022
İngilizceden çeviren: Zeynep Rade
Helen Garner, Melbourne’un banliyösü Flemington’da, Edward dönemi tarzında, çitlerle çevrili bir evde yaşıyor. Misafir yatak odasından çıkan bir koridor, Garner’ın kızı Alice’in ailesiyle birlikte yaşadığı yandaki eve bağlanıyor. Çoğu akşam iki aile birlikte yemek yiyorlar. Garner ile ilk görüşmemiz bir yaz sabahı, tuğla verandaya, sebze bahçesine ve üç ISA Brown tavuğunun –ya da Garner’ın deyimiyle bili bili’lerin– bulunduğu kümese bakan mutfak masasında gerçekleşti.
Garner, 1942 yılında altı çocuğun en büyüğü olarak Victoria eyaletinin sahil kenti Geelong’da Helen Ford olarak dünyaya geldi. Melbourne Üniversitesi’nden mezun olan aktör ve yazar Bill Garner ile 1968 yılında evlendi; 1971 yılında, Alice iki yaşındayken ayrıldılar. Garner’ın 1977’de yayımlanan ilk romanı Monkey Grip, Melbourne’de paylaşımlı bir evde yaşayan boşanmış bir anne ile bir eroin bağımlısı arasındaki aşkı anlatır. O zamanlar bugün oto-kurgu olarak adlandırılan türe alışkın olmayan bir eleştirmen, “Helen Garner bir roman yazmak yerine özel günlüğünü yayımlamış,” diye yakınır. Oysa Garner, kitabında günlüklerinden ziyadesiyle yararlandığı gerçeğini açık yüreklilikle dile getirmiştir. İkinci romanı The Children’s Bach [Çocuklar İçin Bach, YKY] (1984), bir ailenin altüst oluşuna değişken perspektiflerden bakan, teknik açıdan kusursuz ve lirik bir anlatıdır. Üçüncü romanı Cosmo Cosmolino (1992) –birbiriyle bağlantılı üç öykü; hastaneyi ziyaret, ölü yakımı, Garnervari bir karakterin eskiden geçirdiği ruhsal kriz– Garner’ın ikinci kocası Fransız gazeteci ve çevirmen Jean-Jacques Portail’den boşanmasını müteakip yazılır; dördüncü ve en son romanı The Spare Room [Misafir Odası, YKY] (2008) ise ölüm döşeğindeki dostuna bakmanın moral bozukluğunu sarsıcı bir dürüstlükle anlatır.
1995 yılında halihazırda başarılı bir gazeteci olan Garner, kabarık bir soruşturma kaydına sahip kampüs skandalının ardından The First Stone‘u yayımladığında kitap seks ve güç hakkındaki feminist düşüncelere meydan okuduğu için epey tartışmalara yol açar. Buna rağmen ilk yıl elli binden fazla satar. Peşi sıra gelen iki kitap da o güne dek kurgu yoksunu varsayılan Garner’ın bir yazar olarak ününü pekiştirecektir: Erkek arkadaşını öldüren genç bir kadının davasını anlatan Joe Cinque’s Consolation (2004) ve arabada üç çocuğuyla birlikte kendini baraja süren bir babanın mahkûmiyetini anlatan This House of Grief (2014).
Garner dört yıl önce günlüklerini üç cilt halinde yayımlanmak üzere düzenlemeye başladı. Günlükler, Patrick White’dan Goethe’ye, kendi psikanalistine kadar her şeyi okuyan, özeleştiri yapabilen bir yazarın samimi portresini sunuyor. Bir görüşmemizde Garner, Murray Bail nam-ı diğer V ile olan evliliğinin dağılma sürecini anlatan How to End a Story (2021) adlı üçüncü cildi bir romana benzetmişti.
“Asla ahengi tam olan şeyler planlamadım” demişti Garner bana. Kurgudaki fevkalade yeteneğine, 1986’da Jane Campion’ın Two Friends filminin senaryosu ve birçok kısa öyküsü dahil olmak üzere, kitaplarındaki günlüktutar-kaleminin parlaklığı bu derginin bile kategorizasyon sistemini afallattı. Garner artık kendini, öncelikle kurgu yazmayan biri olarak görüyor, gelgelelim ne yazarsa yazsın kendi sesini ve duygusal zekâsını koruyor. Avustralya yazı sonbahara doğru gölgelendiği günlerin birinde, Zoom’da devam eden sohbetlerimizde Garner, kendini olduğu gibi gösteren biri olmuştu: karşısındakine cömertçe zaman ve zekâsını ayıran; aynı anda hem kırılgan, hem konudan sapmayan, güldürmesi kolay… Bir gün çalışma odasının kapısı hafifçe tıkladığında bana, “Gelen bu kocaman şey benim torunum. Her sabah ‘Bana kahvaltı hazırlasana’ der,” demişti. “Artık bugün kendi hazırlayacak.”
–Thessaly La Force
TLF: Yazılarınızı nerede yazıyorsunuz?
HG: Seksenli yıllarda, paramın yettiği dönemlerde, kendime yazı yazmak için bir oda kiralardım –yani bir dükkânın üstü veya bunun gibi bir yer– kimsenin bana erişemeyeceği bir yer. Bugünlerde Kuzey Melbourne’de çalıştığım odamın içinde pek bir şey yok – bir masa, bir sandalye ve öğle yemeğinden sonra kestirebilmem için yerde bir mat. İnsanlar evden nasıl çalışıyor anlamıyorum, özellikle ev kadınlığı gerektiren zorunluluklara sahip kadınların. Eğer “önce şu çamaşırları yıkayayım sonra yazmaya başlarım” dersem, bu bir saat sonra çamaşırları asmam gerektiği anlamına gelir ve böyle böyle bir bakmışsın öğle yemeği vakti gelmiştir.
TLF: Belli bir saat aralığında mı çalışıyorsunuz?
HG: Hayır. Oldukça disiplinliyim ama fanatik değilim. Bir de geceleri asla çalışmam.
TLF: Peki ya günlük tutma?
HG: O farklı. Günlüğümü ya uyumadan önce son iş ya da sabah ilk iş olarak yatakta yazarım. İlginç bir rüyayı, o gün olanları ya da torunlarımdan birinin bana söylediği bir şeyi yazarım. Günlük tutmayı iş olarak görmem. Bu yüzden de severek yazarım. Endişelenmem gerekmez. Endişelendiğim bir şeyi anlatıyor olsam da ben endişeli olmam çünkü bitirmem için peşimden kovalayan yoktur. Belirli bir zamana kadar bitirmek, kimseye göstermek ya da kimsenin onayını veya iznini almak zorunda değilim. Elimden geldiğince iyi yazmaya çalışıyorum –baştan savma değil, aceleye getirmiyorum– ama özgürüm ve hiçbir şey beni kısıtlamıyor. Günlüklerimi yayına hazırlarken onları defalarca gözden geçirmem ya da parlatmam gerekmediğini fark ettim. Bu da kendimi nasıl bir yazara dönüştürdüğümü görmemi sağladı – işte benim on bin saatim.
TLF: Sizi günlük tutmaya iten ilk şey neydi?
HG: Gençken tutardım elbette ama üniversiteye gittiğimde hepsini yaktım. Sanırım düzenli olarak bir şeyler yazmaya ilk evliliğim sırasında başladım. Gerçekte söyleyecek pek bir şeyim yoktu. Sadece yazmayı seviyordum – demem o ki makale demeyeceğim bir şeyler için gezdiriyordum artık kalemimi sayfanın üzerinde. Sonra, günlük hayatta başıma gelen, fark ettiğim ya da kafamdan geçirdiğim şeyler hakkında yazdığımda, bunların taze-ham malzeme olduğunu fark ettim. Daha önce hiç hikâye yazmayı denememiştim veya bir roman filan yazacağımı da düşünmüyordum – Melbourne Üniversitesi’nde sanat eğitimi almıştım ve bu deneyim bende yazılmış en iyi yazıların başka bir yerlerde ve de erkekler tarafından yazıldığı izlenimini bırakmıştı.
TLF: Günlüklerinizi kurguya dönüştürmeyi ilk ne zaman düşündünüz?
HG: Yetmişli yılların başında, kızım iki yaşındayken, Melbourne’un iç banliyölerinde, komünal evler olarak adlandırılan bu hippi evlerinden ilkine taşındım. Orada yaşarken eroin bağımlısı bir adamla bir ilişkiye girdim ancak bir yıl kadar sürdükten sonra ilişkimizin kaosu artık acı verici ve takıntılı bir hal aldı. Birkaç yıldır günlük tutuyordum ve oldukça keyif alıyordum –yazmaya ihtiyacım vardı ve bu sayede yazmayı öğreniyordum– ve bu ilişki karmaşıklaştıkça, hayatım biraz nasırlaşıp daha olaylı hale geldikçe, deneyimlerimin kendilerini “hikâye” dediğimiz türden bir eğriye dönüştürdüğünü görebiliyordum. Hikâye, içinde hayatımızın kıvrımlı parçalarına denir ve ben bu kıvrıma geldiğimi hissedebiliyordum. Birden düşündüm ki belki de başıma tüm bunlar gelirken, o kıvrıma gelirken bir yandan da bunları yazıya dökebilirim.
İlk âşık olduğum zamanı hatırlamak için günlüğümün o sayfasına dönüp bakmaya karar verdim. Tüm sıkıcı şeyleri atladım ve ilginç kısımları başka bir deftere aktardım. Bir şeye dönüştürebilir miyim diye görmek istiyordum. Yetmişli yılların ortalarında yaklaşık bir yıl boyunca her gün devlet kütüphanesinde iki defterle oturdum ve körlemesine ilerledim. Yani gerçek şu ki, Monkey Grip gerçekten benim günlüğümdü, pasajlar arasında bağlantılar vardı ve bazı pasajlar genişletilmişti.
TLF: Günlükler üzerinden gitmenin çalışmanızı çabuklaştırdığını düşünüyor musunuz?
HG: Galiba anne olduktan sonra vaktim ancak bu tip bir çalışmaya elveriyordu. Tuhaftır ki bilhassa romanın bu durumu okurlar tarafından sevildi. Âşık olduğunuzda çektiğiniz ıstırabın ve mutluluğun, düştükten sonra ayağa kalkışların oldukça ayrıntılı bir anlatımı. Bir dizi ahlaki çöküntünün ardından kendinizi toparlayıp devam etme çabası. Sonu gelmeyecek bir ilişkide sizi o kadar çok şey bekliyor ki.
Geçmişte Avustralyalı yazarlar kendilerini ve dünyadaki yerlerini izah etmek zorunda olduklarını hissederlerdi – muhtemelen herkesin amacı İngiltere ya da Amerika’da yayımlanmak olduğu için. Ancak ben hiçbir zaman bu zahmete girmedim. Kendimi olası okurlarımın gözünde, bir çerçeve içine yerleştirmekten –yaşadığım banliyönün neye benzediğini tarif etmek ya da neyi temsil ettiğini açıklamaktan– kaçındım. Aynı günlüğüme yazdığım gibi, Lygon Caddesi’nde yürüdüğümden ya da Fitzroy hamamına gittiğimden bahsettim. Hiçbir zaman Peter Carey ya da David Malouf gibi olmadım – Avustralya hakkında söyleyecek büyük sözleri olan. Bir şekilde benim de sesim çıksın istedim. Mesafeyi zedelemeden ve mümkün olduğunca insani sesi duyurmak daima amaçlarımdan biri oldu. Ve insanlara bir şeyler düşündürmek yerine hissettirmek – yani her ikisi de iyi olurdu.
TLF: Monkey Grip’teki kaotik komünal yaşam tarzı yazarlıkla pek uyumlu görünmüyor gibi.
HG: O evlerde çok gürültü olurdu –müzik grupları prova yapar, giren çıkanın haddi hesabı yoktu– bu yüzden kızımı bisikletimle anaokuluna götürdükten sonra kütüphaneye giderdim. Yetmişli yıllar boyunca birkaç farklı evde yaşadım. Kişilik çatışmaları, kıskançlık ve öfke patlamaları oldu ama ben onları sevdim.
Madde kullanımı yoktu ama sardıklarını biliyordum. Bizim kaldığımız evler diğer evlerden daha masumdu ya da en azından daha az zararlıydı. Tek başına çocuk sahibi olan ya da evlilikleri bozulmuş, bekâr anneler için devlet yardımıyla yaşayan kadınlar tarafından kurulmuş anaerkil evlerdi. Çocukların ihtiyaçları her şeyden önemliydi. Toplantılarımız vardı. Herkes alışveriş yapmak, temizlik yapmak ve yemek pişirmek zorundaydı. Bir gemi yüklenmiştik. Henüz çocuk sahibi olmamış erişkinler bile bizim çocuklarımıza çok bağlıydı.
Bir arkadaşım bir keresinde Monkey Grip’in ortaya çıktığı dönemin mutlu mesut aylaklığından bahsetmişti. Yetişkinler, çocuklarla birlikte mutfak masasında saatler geçirirdi. Renkli kalemlerimiz vardı –“Derwent boya seti” olarak bilinen– karikatürler çizerdik ve hastalıkların korkunç bir şekilde resmedildiği “Hastalık Kitabı”nı güncellerdik. Birisi o kitabı saklamış, geçenlerde tekrar gördüm tam bir sanat eseri. Çocuklarla bahçede ya da banyoda saatler geçirdikten sonra yatağıma uzanıp Proust ya da Tolstoy okurdum. Bir mahkûm gibi hissetmeden anne olabilmek… Bu şekilde bir parça özgürlüğünüz oluyordu oysa bekâr anneler berbat bir dairede tek başımıza yaşasaydık asla olamazdı. Evlilikte de bu özgürlüğe sahip değilsiniz – en azından benim ailemde gördüğüm şekil evlilikte.
TLF: Onlarınkinden farklı bir yaşamı bilerek mi seçtiniz?
HG: Her zaman zeki insanların etrafında olmak, onlarla vakit geçirmek istemişimdir. İlk kocam Melbourne’de oldukça bilinen radikal bir tiyatro grubundaydı ve ben de feminist koluna dahil olmuştum, ancak o dünyanın tam olarak insanı da değildim. Sonraları ben evde kızımla otururken kocam geceleri dışarı çıkmaya başladı, ben de üzgün ve yalnız hissetmeye.
Annemin hayatı, yani evli ve çocuklu bir kadının hayatı bana hiçbir zaman çekici gelmemişti. Annemin evden üç saatten fazla uzak kalamadığını çok küçükken fark etmiştim. Öğle yemeğinde, akşam yemeğinde hep evde olmak zorundaydı. Beş kız ve bir erkek çocuktan oluşan bir ailenin en büyük çocuğu olarak büyümüştüm ve herkes sürekli didişir, kimin payına daha fazla düşmüş diye diğer tabakları kollar, birbirlerinin kâselerindeki çilekleri sayarlardı. On dört yaşımdayken annemizin bir kafeste olduğunu fark ettiğimi hatırlıyorum.
TLF: Anne babanızın ilişkisi nasıldı?
HG: Babaannem babam daha iki yaşındayken ölmüş ve kız kardeşiyle birlikte onları aynı zamanda teyzeleri olan üvey anneleri büyütmüş. Babaları da sert bir adammış. Tek erkek çocuk olduğu için şımartılmış. Annemin anlattığına göre, babam onu ailesiyle tanıştırmaya götürdüğünde, üvey annesi ona çılbır yapmış ve babam yumurtayı yemeden önce, yumurta sarısının istediği gibi piştiğinden emin olmak için tabağı sallamış. Annemizi ezip geçerdi. Komik ve zekiydi ama aynı zamanda bencil ve kıskançtı da. Evlenip Geelong’a taşındıktan sonra annemin Melbourne’daki ailesiyle ilişkisini koparmış. Üçüncü evliliğimde benzer bir şey benim başıma gelene kadar –kocam aileme ve kızıma düşmanca davrandığında– annemin aile kaybının farkına varmamıştım.
Annemin küçük erkek kardeşlerinden biri İkinci Dünya Savaşı’nda uçağın içinde vurulduğunda ben daha yeni yürümeye başlamıştım, kız kardeşim de küçücük bir bebekti. Annem kederden felç oldu. Babam onun yükünü hafifletmek zorunda kalmış olmalı. Sanırım bu yüzden babamla erken yaşımdan itibaren yoğun bir ilişki geliştirdim – beni teselli etmeye çalışıyordu ama asıl o benden teselli almış olmalı. Görüştüğüm her erkeğe karşı hep kabaydı. İlk evlendiğimdeyse birbirimizden tamamen uzaklaştık. Davranışları mantıksız, yıkıcı ve inciticiydi. Anlamakta zorlandım. Bill’le evleneceğimi duyduğunda soluğu kilisede aldı ve papaza neden Bill’in uygun bir damat olmadığına dair saçma sapan iddialarda bulundu. Papaz bana “Baban hayatımda tanıdığım en inatçı adam,” demişti.
TLF: En büyük çocuk olarak sizin rolünüz neydi?
HG: Çoğunluğu kadınlardan oluşan bir ailede duygusal çalkantı seviyesi o kadar yüksektir ki neredeyse histeri diyebilirsiniz. Kardeşlerimin hepsini ama beni deli ederlerdi. Sanırım çok şey bastırmışım. Beşinci çocuk doğana kadar –erkek kardeşim, ben on yaşındayken– evde bir bebek olduğuna dair hiçbir anım yok.
Kuzenlerimden biri bana geçenlerde, bana şöyle dedi “Hatırlıyorum da Ocean Grove’da birlikte plajdayken sen hep bir kenarda havlunun üzerine uzanmış kitap okurdun. Hiç katılmazdın.” Büyük bir ailede herkesten uzaklaşıp sessizce var olabileceğiniz bir yer bulmanız gerekir ve benim için bu kitap okumaktı. Bu, benim kaybolma yolumdu. Giyinirken yere diz çökerdim ki o zaman bile okumaya devam edebileyim. Ailem bana hep “Kitabı bırak, dışarıya çık” derdi.
TLF: İyi bir öğrenci miydin?
HG: İngilizce ve Fransızcada iyiydim ama iş biyoloji, tarih ya da matematiğe gelince pek başarılı değildim. Üniversitede bir süre idare ettim ama dört yıl boyunca grafiğim gitgide düştü ve üçüncü sınıf bir onur derecesiyle, bozguna uğramış halde mezun oldum. Bildiğimden değil ama üniversitemiz Oxford ve Cambridge’i örnek alıyordu ve daha çok yatılı bir okul gibiydi. 1961’de, ilk yılımda, tüm birinci sınıf öğrencileri büyük bir yatakhanede yatıyordu – iki uzun sıra halinde tek kişilik karyolalar. Oldukça demode bir manzaraydı. Ayak bileklerimizin bir karış üstünde pilili ekose etekli twin setler giyer ve kollarımızı kavuşturarak yürürdük – ne diye böyle yapardık onu bile bilmiyorum. Başkaları gayet iyi görünse de ben değildim.
Sanırım bana vahşi denebilirdi. Davranışlarım annemi korkutur ve babamı kızdırırdı. Geriye dönüp baktığımda onları suçlamıyorum. Yirmili yaşların başında raydan çıkmıştım.
TLF: Sizce bu neden oldu?
HG: Ailemden uzaklaşmıştım. Seksi keşfettim. Ve içki içmeyi. Öğrenciyken iki defa kürtaj oldum. Ta ki doksanlı yılların ortalarında psikanalitik psikoterapiye başlayana dek unuttuğum kürtajlar kanepede uzandığım sırada otuz yıldır sakladığım yerlerden çıkıp rüyalarıma girdi. O anıların beni bunca üzmesine şok oldum. Suçluluk değil. Pişmanlık duymadım, şimdi de duymuyorum. Germaine Greer’e katılıyorum; bir kadının annelik yapamayacağını bildiği için bebek sahibi olmaması üzücü bir görevdir. Yirmi yedi yaşındayken çocuk sahibi olduğum için gerçekten çok mutluyum. Ya aptalca bir şey yapıp tüplerimi bağlatsaydım? Neyse ki bunu kızım dünyaya geldikten sonra, fena halde uyuşturucuya kendini kaptırmış bir adamla ilişkim varken yaptım. Dedim ki, istemediğim ve ihtiyacım olmayan şey ikinci bir çocuk.
TLF: İlk evliliğinizde kalsaydınız ve başka çocuklarınız olsaydı yazar olabileceğinizi düşünüyor musunuz?
HG: Sanırım öğretmen olmaya devam edebilirdim. Mezun olduktan sonra öğretmenliğe başladım. Altmışlı yıllarda Victoria’da üç lisede çalıştım. Çok seviyordum işimi hatta kızım doğduktan sonra da birkaç yıl daha devam ettim, ta ki 1972’de bir banliyö lisesinde on iki ve on üç yaşındaki çocuklara öğretmenlik yapana kadar. Bu konuyu yazmıştım – nasıl kovulduğumu. Bir gün ders kitaplarını açtığımızda, üzerlerinin boşalmakta olan penis çizimleriyle tahrif edilmiş olduğunu gördük. Çocuklar gülmekten yerlere yattı. Bense akla ziyan bir naiflikle, “Çocuklar gülmenizin sebebi seksi ilginç bulmanız. Ancak çoğu çocuk bu konuda bilmesi gerekenleri bilmiyor, bu yüzden aklınıza takılan bir şey olursa bana sorabilirsiniz” gibi bir şey söyledim. Oda bir anda sus pus oldu derken bir çocuk elini kaldırıp “Şimdi mi yani? Soruları yazarak sorabilir miyiz?” dedi. Deli gibi yazmaya ve kâğıtları masama koymak için koşmaya başladılar. Onlarla o gün yaptığım bir ye da iki saatlik konuşma ertesi gün başka bir yığın soruyla devam etti. Hatırladığım şey, çocukların ciddiyeti ve birinin onlara bunları anlatıyor olmasından duydukları şaşkınlıktı. Arkadaşlarımdan biri bu konuda yazmamı önerdi ve yazı o zamanlar var olan The Digger adlı alternatif bir gazetede kendine yer buldu. Uzun lafın kısası, bu benim öğretmenlik hayatımın sonu ve freelance kariyerimin başlangıcı oldu. Taksi şoförü olmak için eğitim aldığım sırada solcu bir sendikacı arkadaşım bana devletin Annelere Destek Yardımı’ndan bahsetti. Boşanmamış ve nispeten özgür bir hayat kurmamış olsaydım, üniversitede bana öğretilen yazma kurallarına daha bağlı kalabilirdim diye düşünüyorum. Eleştirmenler –neredeyse hepsi erkektir– Monkey Grip’in bir roman değil bir günlük olduğunu söylediklerinde, şu anda bana gülünç görünen bir huysuzlukla savundum. Yetmişli yıllarda insanlar benim gibi kadınları “küçük tuval yazarları” olarak görmezden gelir, “Yazdığı her şey pek evcimen” derlerdi. İlk romanım çıktıktan sonra bir süre Paris’te yaşadım ve orada ikinci kocam olacak bir Fransızla tanıştım. Geri döndüğümde, 1980 civarında, ikinci kitabım yayımlandığında, insanlar kitabın Paris yerine Melbourne’da geçmesine hem şaşırdılar hem de kızdılar.
TLF: Paris’te üzerinde çalıştığınız Çocuklar İçin Bach mıydı?
HG: Hayır, arada bir kitap daha vardı, Honour and Other People’s Children (1980). En çok dikkat çeken kitaplarımdan değil. İlk taslak, Monkey Grip’in zayıf bir taslağı gibiydi. Aynı şeyi iki kez yapabileceğimi düşünmüştüm ama yapamayacağımı anladım. Yayıncım berbat olduğunu söyledi ve kesinlikle haklıydı, bu yüzden berbat olan tüm kısımları attım ve dosyayı iki hikâyeye böldüm. Kötü bir kitap yazmaktan daha öğretici bir şey olamaz. Ve dört yıl sonra Çocuklar İçin Bach’ı yayımladığımda, bir şekilde yazmayı öğrenmiştim. Kitabı her elime aldığımda, “Tanrım, bunu yazan gerçekten ben miyim?” diyorum. Kısa ama usta işi… Teknik anlamda yazdığım en iyi kurgu – bir karakterin bakış açısından diğerininkine sıçrama şekli. Bu formu nasıl buldum, kimden esinlendim bilmiyorum. Dahası o kitap, benden daha mutlu ve sakin biri tarafından yazılmış gibi duruyor. Onu yazdığım sırada tuhaf bir huşu içindeydim, ama yıllar sonra bir gün The First Stone’u yazabilmek için kendime işkence ederken, Çocuklar İçin Bach’ı yazarken tuttuğum defteri buldum. Defter yakınmalarımla doluydu; yazamayacağım, yapamayacağım, nereden başladım bu işe, karakterler tamam da onlarla ne yapacağım! Sayfalar dolusu yakarış. O defteri bulmam beni aslında çok rahatlatmıştı çünkü artık benden ahenkli hiçbir kitap çıkmayacağını fark etmiştim. Ötekisi ilham üzerine kurulan saçma bir romantizmdi.
TLF: Bu günlük kayıtlarından birinde, “O sahneyi o kadar farklı unsurlarla teyelledim ki, ancak benim gibi takıntılı birinin yedeğinde bunca hammadde olabilirdi” diye yazmışsınız. Helen Garner’a göre bir sahneyi teyellemek nedir?
HG: Çocuklar İçin Bach’ta Philip, Elizabeth ve Poppy’nin Fox’ların evine ilk kez gittikleri bir sahne var. Fox ailesi misafirperver insanlar; mutfakta odun ateşi, lezzetli yemekler ve herkesin şakalaştığı bir ortam var. Hikâyede Fox’ların sıcak, demode dünyası ile bu ziyaretçilerin –üç kayıp ruhun– cool, huzursuz dünyasını çatıştırmak istedim.
Oldum olası diyalog notları alırım – bana söylenen ya da kulak misafiri olduğum şeyler. Böylece elimde sonsuz bir diyalog stoğum olur. Çocuklar İçin Bach’ı yazmaya başladığımda, şu okullarda okutulan öğrenci ders kitaplarından aldım ve bölümlere ayırdım. Karakterlerimi belirledikten sonra da her birine buradan bir bölüm verdim. Ve ne zaman aklıma bu karakterlere ait bir fikir gelse, bunu o karakterin bölümüne yazdım. Sürecin bu kısmı eğlenceliydi – küplerden ev yapmaya benziyordu. “A orada kırmızı bir küp var hemen onu diğer kırmızıların yanına koyayım,” gibi.
Yemek masası sahnesini yazacağım zaman, tüm bu diyalogları alıştırma kitabından çıkarttım ve öyle bir indirgedim ki sonunda elimde bir düzine pasparlak ama alakasız cümleler kaldı.
TLF: “Ve…” ile başlayan paragraflardan oluşan romanın sonu çok çarpıcı.
HG: Sanırım bu, kitabın kendisi hakkındaki fikri – yani kitap olmayı bıraktıktan sonra dünyada neler olacağı hakkında düşüncesi. Kitabın yok olup gitmesini istemedim. Glenn Gould’un Bach’ın İki ve Üç Sesli Envansiyonları’nı [Bach’s Two -and Three- Part Inventions] yorumlarken bize hissettirdiği gibi hissettirmesini istedim – finalde notaları kuvvetle savuruşu misali.
TLF: Bana göre romanda, Fox’ların aile yaşamına sevdalı bir atmosfer yaratılmış. Bu durum nereden geliyor?
HG: Çok sevdiğim bir arkadaşımın ileri derecede otistik üç yaşında bir oğulları vardı. Çocuğun ne sorunu olduğunu bilmiyorlardı, o zamanlar bunun bir adı yoktu. Hiç konuşamıyordu ve hiçbir kelimeyi bilmiyordu, ama şarkı söyleyebiliyordu o saf, küçük sesiyle. Ailenin bu koskoca yükü nasıl sırtlandığını görmek ilgimi çekmişti – size yazılan nasıl bir kaderdir ki sizden hayatın ıvır zıvırını yontup en ağırını vermiş. Çoğu insanın kendi içinde bulması gerekenden daha çoğunu bulmak, daha derinlere inmek zorunda bırakmış.
Şimdi fark ediyorum ki o romanda yaptığım şey dışardan samimi görünen –küçük çocuk yüzünden derinlerde çok fazla acı barındıran– aileyi tanıtmak, sonra da karısını terk etmesiyle aslında hayatı darmadağın olmuş, havalı karakter Philip’i hikâyeye katarak her şeyi gün yüzüne çıkarmak. Aslında bunu planlamadım, sadece bir cümleden sonrakine, bir sayfadan diğer sayfaya geçerek yol aldım denebilir.
Benden önceki kuşağın Avusturalyalı yazarlarından Jessica Anderson, Çocuklar İçin Bach’ı okumuş ve bana ergen çocuğu olan kadın yazarların genellikle tutucu kitaplar yazdığını söylemişti. Sanırım bu yorumuyla romanımın biçimini değil, sonunu kastediyordu; aile yapısının dönüşümünü. Beni epeyce şaşırtmıştı ancak muhtemelen de doğruydu.
TLF: Sizinki muhafazakâr bir roman mıydı?
HG: Sanırım öyleydi, tabii eğer hayal kırıklığına uğramış bir eş ve anne olarak önce kaçmak sonra da geri dönmeyi istemek muhafazakârlıksa. Yine de bunu ancak yalnızca evliliğin bir kadın için kesinlikle hapsedici ve yıkıcı bir son olduğunu düşünüyorsanız söyleyebilirsiniz ki ben evlilik konusunda iyi olmadığım halde böyle düşünmüyorum.
Benim pek çok erkekle ilişkim oldu. Bu ilişkiler çoğunlukla hüsranla bitince yıllarca neden uzun ve samimi bir ilişki yürütemediğimin üzerine kafa yordum. Sonra iki kız kardeşim de evlendi ve evlilikleri istikrarlı bir şekilde ilerledi – evlerini Noel partisi için açanlar onlardı. Ben nasıl böyle olabilirdim bilmiyordum ve cevabını nasıl bulacağıma dair de fikrim yoktu. Belki de üç kez evlenip boşanmamın nedeni işte bu tür geleneksel bir aile yaşamı arzusuydu, kim bilir.
Bir dakika, bir şey söyleyebilir miyim?
TLF: Tabii.
HG: Cosmo Cosmolino‘daki [1] “Recording Angel”da birisi Schubert’in iki çellolu beşlisinin bir kaydını çalar. Ne zaman samimi bir aile ortamında olsam kendimi hep böyle hissetmişimdir; ikinci çello. Bir keresinde Rostropovich’in bu parçayı çaldığını duymuştum, harikaydı – onun dörtlünün etrafında vahşice tur atması. Bu ekstra çelloyu soğukta gezinen ve dolaşan kayıp bir ruh olarak işitiyor kulaklarım ve dahası onu tanıyorum. O benim.
Üçüncü evliliğim sona erdikten sonra, kızım ve kocası bir süreliğine benimle yaşamaya başladılar. Sonrasında da onların yanındaki eve taşınmamı istediler, ben de öyle yaptım ve hâlâ da oradayım. Bu, birinin benim için yaptığı en güzel şeydi. İyi bir büyükanne olduğumu düşünüyorum. Ailemin yanında olmayı seviyorum ama eş olmayı beceremiyorum. İstediğim zaman eve gidebileceğimi bilmek hoşuma gidiyor. Ayağımdan bir yere çekilmeyi istemiyorum.
TLF: Cosmo Cosmolino’daki melekler fikri nereden geldi?
HG: Büyük bir duygusal sıkıntı ve gerginlik yaşadığım ikinci evliliğimin sonunda, bazen arkamda tuhaf bir şey hissederdim – odada arkamda gezinen bir şey. Sanırım bazı insanlar bunun yaşadığım bir depresyon olduğunu düşünürdü. Ben ona –kendi kendime– Kudretli Güç derdim, çünkü onun muazzam derecede güçlü ama aynı zamanda pozitif olduğunu hissederdim. Eğer dönüp ona bakarsam, onu kabul etmiş sayılacağımı böyle olunca da önünde diz çöküp eğilmem gerektiğini de biliyordum ancak bunu yapmaktan çok korkuyordum çünkü çok gururluydum. Bir süre sonra gelmeyi bıraktı. D. H. Lawrence’ın şiirini bilirsiniz. Lawrence’ın su yalağındaki yılanla ilgili şiiri. Konuşan kişi yılanın güzelliğini görür ama korkar da aynı zamanda, bu yüzden ona bir odun parçası fırlatır ve yılan kendisine yakışmayan bir onursuzlukla deliğine çekilir. Şiirin sonunda şair şöyle der: “Efendilerimden biriyle olan şansımı kaybettim / Hayat ile.”
Şimdi buradan bakınca bana çok uzak ve tuhaf geliyor. Kızım lisedeydi, kocam gittikten sonra kiramı ödememe destek amaçlı iki odamı kiraladım. Bunlardan biri yeniden doğmuş bir Hıristiyan olma aşamasındaki bir adamdı. Düşündüğü ve yaptığı her bir şeyi Evanjelik filtreden geçiyordu. Onunla çok tartıştık, bağrıştık. Şimdi geriye dönüp baktığımda ne kadar civcivli bir dönemmiş ama yine de masanın üzerinde tuttuğu kara kaplı koca İncil’iyle beni çıldırtıyordu.
Birkaç yıl sonra Cosmo Cosmolino’yu yazarken tuhaf bir ruh hali içinde, sanki kendimde değildim. Bir yazar olarak nasıl geliştiğim açısından bu bir kırılma noktasıdır. Her ne kadar süslü cümlelerin, grotesk imgelerin ve insanların birer meleğe dönüşmelerinin belini kırmak eğlenceli olsa da o dönem bana kalemimin asla barok olamayacağını gösterdi.
TLF: Sizi kurgudışı yazmaya yönelten şey neydi?
HG: Ben yıllarca serbest gazetecilik yaparak hayatımı kazandım. 1992’de gazetenin birinde bir üniversite müdürünün iki öğrenci kıza sarkıntılık ettiği –daha doğrusu uygunsuz bir şekilde dokunduğu demeliyim– için saldırı suçlamasıyla yargılandığını okuduğumda, kızların polise gitmiş olmalarına şaşırmıştım. Benim yaşımdaki pek çok kadın, öğrencilerin bu tepkisini aşırı karşılamıştı. Ben de bu konuda bir gazete makalesi yazmak istedim ne var ki kısa sürede bu düşünce çok daha büyük bir şeye evrildi. Ve sonunda bir kitap yazdım. The First Stone yüzünden başım çok derde girdi. Ama yazdığım diğer tüm kitaplardan çok daha fazla sattı ve şunu aklıma getirdi, belki ben şimdiye kadar geliştirdiğim ufak becerilerimi, önceden kafamın basmadığı yargı, mahkemeler gibi kapsamlı ve karmaşık konuları içeren kurgudışı türlere uygulayabilirdim.
TLF: Bunun için özel teknikler geliştirdiniz mi?
HG: The First Stone’un özelliği, sadece davanın anlaşılabilir kılınması değil aynı zamanda pek çok kadınlarla yaptığım görüşmelerden oluşmasıydı. O günlerde üniversite denince akla sıkıcı, teorik bir dile sahip düşünceler gelirdi ve feministlere, entelektüellere hitap etmezdi. Ben bu kitabımı herkesin okuyabilmesini istedim. Kadınlarla, sarsıcı deneyimlerini konuşmak büyük acayipti – okurun, o dönemlerde kayda değmeyen bir suç olarak gördüğü şeylerin aslında kadınların yoluna taş koyan şeyler olduğunu görmelerini istedim. Ve bu hikâyelerden aldığım kesitleri bir bütün anlatıya dönüştürdüm.
The First Stone üzerinde çalışırken ilk kez günlüğümü bir haberci gibi tuttum ve o günden beri bunu tüm projelerim için yapıyorum. Her günün sonunda, mahkemeden ya da röportajlardan eve dönüşümde, yaşadığım günü sayfalara döküyorum. Kiminle tanıştığımı, nerede oturup konuştuğumuzu, ne giydiklerini, bana nasıl davrandıklarını – görüşmeye girebilmek için cazibemi kullanmam gerekip gerekmediğini, düşmanca davranıp davranmadıklarını, korkup korkmadıklarını ya da benimle dalga geçip geçmediklerini, tüm ayrıntıları yazıyorum. Hızlı çalışıyorum ama yazdıklarım epey tutarlı. Mesela bir arkadaşımla e-posta aracılığıyla irtibat kuruyorsam özellikle de evimden uzaktaysam ve yalnızsam, e-postaların çıktısını alıp günlüğüme yapıştırıyorum ki o yazışma kitabın tarihine kayıt düşürsün. Bilhassa Joe Cinque’s Consolation’ı [Joe Cinque’s Consolation, 2004] için, günlüklerim bu kitabın omurgası haline geldi.
TLF: Kurgusal olmayan kitabınızda kendinizi bir karakter haline getirmeye nasıl karar verdiniz?
HG: Bir duruşma kadar karmaşık bir süreci Tanrı anlatıcıyla nasıl yazacağımı bilemedim. This House of Grief için, üç çocuğunu öldürmekle suçlanan Robert Farquharson davasını takip ettim. Bu dava yıllarca sürdü. Bu kadar uzun süren bir davanın içinde olduğunuzda düşünceniz sürekli değişiyor. Mahkemeler sağduyulu yerler olarak hayal edilir ama aslında duygu selinin yaşandığı yerlerdir. Bir an duygudaşlık yaşarsınız sonra tam tersi olur derken öfke, kasvet ve acıma gibi birbirinden farklı ruh haline girersiniz. Ben bu duygusal dalgalanmaları önemserim, bana göre bir meseleyi aydınlatmak için çok önemlidir. Sonuçta birinci şahıs anlatıcı olarak, dava seyri sırasında kendi geçmişimden duygu veya anılarımı da yazıma gömebilecek, kulağıma çalınan bir şeyi veya birinin bir sorusuyla zihnimi harekete geçiren bir soruyu araya sıkıştırabilecektim. Sanırım Janet Malcolm, The New Yorker’da The First Stone’u eleştirirken “kaypak anlatıcı” terimini kullanırken bunu kastediyordu. Bu alanda üstümde en fazla etkisi olan kişi odur.
TLF: Nasıl yani?
HG: Kitapları, hayata psikanalitik yaklaşımı, insanlar hakkındaki yoğun merakı, soğukkanlı bakışı ve çok güçlü imgelem duygusu bana bir yol açtı. Doksanlı yıllarda onu ilk okuduğumda, bir yazar olarak ne kadar kısıtlanmış olduğumu fark ettim. Algımın yüksekliği sayesinde kafamdan düşünceler taşardı ama bunlar uygunsuz görünürdü, yani onları yazmaya hakkım yokmuş gibi. Malcolm’un Sylvia Plath üzerine yaptığı Silent Woman adlı biyografik çalışmasını okuduğumda, Plath’ın insan davranışlarını gözlemlemede ve onların farkında olmadan açığa vurdukları davranışlarını yorumlamasında müthiş bir özgürlük fark ettim.
The First Stone için Ormond College Konseyi’nin emekli bir üyesiyle röportaj yaptığımı hatırlıyorum; kendisi şikâyetçilere ve bu şikâyetlerin yüküne çok karşıydı. Bir sabah onu doğu banliyösündeki eski evinde ziyaret ettim ve ondan gerçekleri duyabilmek için hayli mücadele ettim. O da bütün diğer avukatlar gibi saatlerce konuşup bir şey söylememeyi çok iyi biliyordu. Guguklu saat 11’i vurunca kahve yapmak için mutfağa gitti. Bisküvi kavanozunu da odanın ortasındaki masanın üzerine koydu. Kahvelerimizi koydu ve bisküvi isteyip istemediğimi sordu. Bir tane yedim, sonra bir tane daha. Çok lezzizdi. Galiba karısı yapmıştı. Üçüncüyü aldığım sırada gitti kavanozun kapağını kapattı. Yerine dönerken “Bunu yememen için yapmadım.” dedi. İkimiz de güldük ama ben tam da bunun için yaptığını biliyordum. Vaktimi boşa harcıyorum dedim içimden, bana hiçbir şey anlatmayacaksın. Bu tam da bir Janet Malcolm sahnesiydi.
TLF: The First Stone tartışmalarının merkezinde olmak nasıl bir duyguydu?
HG: İyi ki bu yaşımda yazmamışım. Sosyal medyada harcanırdım. Zaten harcandım da o günlerde şiddeti çok da fazla değildi. O kitap acayip duygulara sebep oldu insanlarda. Daha önce sadece kitaplarım için tanıtım yapmıştım, karakterler hakkında atıp tutmak kolaydı. Ama bu sefer kendimi savunmak zorundaydım.
Halka açık ilk etkinliğimde, kızgın bir üniversiteli feminist grubunun önündeydim, sıra sıra dizilmişlerdi ve öfkeliydiler. İçlerinden biri ayağa fırladı ve “Tam olarak nerede duruyorsunuz?” dedi. Bunu benim orta sınıf, beyaz, heteroseksüel, eğitimli, seçkin görüntümü kastederek söylediğini şimdi biliyorum, ama o zamanlar neden bahsettiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Saf saf, “Nasıl nerede duruyorum?” diye sordum. O da gözlerini devirdi, cık cık cık dedi alay ederek. Bense elimden geldiğince düzgün durmaya çalıştım ama şoktaydım. Medya röportaj yaparken beni aynı böyle parçalardı. Hatta bir keresinde ulusal radyoda ağlamıştım. Bir kafede otururken ne zaman kafamı kaldırsam camın arkasından elini kalçalarına dayamış, bana ölümcül bakışlar atan genç bir kadınla göz göze geliyordum. Kitapçılar kitabım yüzünden kasada yaşanan tartışmaları, müşterilerin neredeyse gırtlak gırtlağa geldiğinden bahsediyordu. Şimdi düşünüyorum da, ne kitapmış ki argümanlar dükkânlardan taşıyordu. Ama o zamanlar şaşkına dönüyordum. Nefret edilmek acı verici, hakikaten dayak yemek gibi canınızı yakıyor. Yine de her şey yatışmaya başladığında, “Bunu da atlatırsam korkum kalmayacak” dedim kendime. Gerçekten de kitabımın etkisi yatıştığında özgürleşmiş, feminist olarak yazma zorunluluğum ortadan kalkmıştı. Kabaca feminizm beni deli gömleği misali kısıtlıyordu ve artık gerçek düşüncelerimi söylediğim için beni sapkın ilan edecek bir grubun parçası olmak istemiyordum.
O dönem günlüklerimde V. olarak bahsettiğim adamla evliydim. Saygıdeğer bir yazardı –yazarların yazarı– ve ona göre biçim hiyerarşisi ciddi bir konuydu. Ona göre zirve kurmacaydı, romandı, gerisi önemsizdi. Kurgudışı metin demek ikinci derece bir formdu. The First Stone haftalarca en çok satanlar listesinde kaldıktan sonra bir arkadaşımız, “Bu kocan için çok zor olmalı” dedi. Rekabet etmediğimiz halde bu başarım nedeniyle evliliğimizin sıkıntıya gireceğini hissedebiliyordum. Benim elimde olan bir şey değildi zaten dediğim gibi ben sahalardan çekmiştim kendimi. How to End a Story’i [How to End a Story: Diaries 1995–1998.] okuyan herkes bunun ne kadar işe yaradığını görecektir.
TLF: Genel olarak yazarlık ve evlilik birlikte gidiyor mu?
HG: Muhtemelen gidiyordur da bunun için hayli esnek olmak ve kendinden çokça vermek gerekir. Eğer sanatçıyı muazzam ayrıcalıklı ve asla karşı çıkılamayacak bir figür olduğu gibi klasik bir fikriniz varsa, unutun gitsin. Bu tür bir insan ancak hizmetkâr olabilir.
Artık evliliğin bana göre olmadığını biliyorum. Bununla başa çıkmanın bir yolunu bulamadım. Her neyse, sevmek ve sevilmek zordur. Bazen sevgiyi kabul etmek, onu vermekten daha zordur, özellikle de kendini beş para etmez biri olarak gören biriyseniz.
TLF: Günlüklerinizin üçüncü cildi, The First Stone‘un yayımlanmasından sonra hemen sonra V ile evliliğinizin bozulduğu 1995 ile 1998 yılları arasını kapsıyor. Bu günlükleri düzelttiniz mi sık sık?
HG: Üçüncü günlük çok kötü bir hikâye. COVID kilitlenmeleri sırasındaydı. Beni kötü gösteren kısımları çıkarmayacağıma karar verdim. Bir şeyin beni utandırması, onu kesmek için yeterli bir neden değil bana göre. Süreç feciydi çünkü aptallığımı, korkaklığımı, saflığımı yirmi beş yıl önce yaptığım hata üstüne hataları görebiliyordum. Üçüncü ciltte o kadar çok mutsuzluk, öfke ve acı var ki, onları düzeltmek beni hakikaten çok bunalttı.
İlerlemek için bir ışığa, ihtiyacım vardı, günlüklerimin ötesinde gerçekleştirdiğim umutlu bir şeye. Ve beni kurtaran şey Maria Cinque’i düşünmek oldu. O, 1999 yılında, V’den ayrıldıktan birkaç ay sonra gittiğim bir duruşmada cinayete kurban giden Joe Cinque’nin annesiydi. Onu ve kocasını her gün Yüksek Mahkeme’de, ön sırada sessizce otururken görürdüm. Onlar arketipik figürlerdi. Onlara bakmak bile kendimi önemsiz, küçük ve cahil hissetmeme neden oluyordu.
Bir gün, duruşma arasında tuvalete gittim. Bayan Cinque lavabonun başında rujunu sürüyordu. Bana gülümsedi ve “Sizi duruşmalarda görüyorum. Gazeteci misiniz?” dedi. Tanrım, ne diyeceğim diye düşündüm. Gerçeği söyleyemezdim, yani aslında muhtemelen çektiğin acıya sapıklık ediyordum. “Sayılır, serbest yazarım,” dedim. Başını salladı ve ben de ağzımdan kaçırdım: “Bu konuda bir şeyler yazmak istersem benimle konuşur musunuz?” Beni aşağı yukarı şöyle bir süzdü. Ne tür bir test olduğunu bilmiyordum ama testi geçmiş olmalıydım çünkü konuşmayı kabul etti. O anda farkında değildim ama hayatımın bir sonraki aşamasına bir kapı açmıştı. Joe Cinque’s Consolation’ı bu şekilde yazdım. Çünkü Maria evet demişti.
Üçüncü evliliğim sona erip 2000 yılında Melbourne’a döndükten sonra mahkemelerde epeyce zaman geçirdim, davalar hakkında yazdım. Hukuku anlamak benim en büyük başarılarımdan biri oldu. Bu, varlığından benim bile haberimin olmadığı bir parçamı bulmaktı. Duruşma sırasında otururken, aklım ve duygularım ahenkle çalışırken, Tanrım, çok şanslıyım, bunu yapmak için doğmuşum diye düşündüm hep.
TLF: Tek bir vakayı takip etmek için uzun yıllar harcamak zor mu?
HG: Hem nasıl. Farquharson davaları yedi yıla yayılmıştı. Temyiz süreleri de bitip dava nihayete erdiğinde, kitabı yazmaya başlayabilmiştim ama ben de darmadağın olmuştum. Şahit olduklarım beni travmatize etmişti ya sanki bu durum benim pısırık ve amatör biri olduğum hissini veriyordu bana ve bundan utanıyordum. Neyse ki daha sonra, bu davaları haberleştiren diğer gazetecilerin de benim gibi aşırı etkilendiğini, bunun sadece bana has burjuvazi bir hassasiyet olmadığını görünce rahatladım.
Yakın bir zamanda üç oğlu boğularak hayatını kaybeden bir anne Anneler Günü’nde öldü. Bu kadın tekrar evlenmiş ve ikinci kocasından iki çocuğu daha olmuştu. Davalar sırasında ailesini çok sevmiştim, bu yüzden onlara üzüntülerimi bildiren bir mektup yazdım. Sonra geçenlerde, kadının babasından bir telefon aldım ve o … dur bir dakika.
TLF: Evet ?
HG: Şimdi aklıma geldi… Daha önce bahsettiğimiz dışlanmış, hani extra çello durumu vardı ya, işte onun gibi bir uzantıydım sanırım. Şoke oldum. Hakikaten şimdi farkına vardım, hayret verici. Şu halde ben de Cinque ailesinin etrafında döndüm, değil mi? Onların evine de giderdim üstelik.
TLF: Kurgu ve kurgudışı tüm çalışmalarınızda, bu parçalanmış aileler sizi çekiyordu.
HG: İşin aslı şu ki, aile konusunda her ne kadar hassas olduğum söylense de, her zaman aile denen grubun aslında bir kurmaca olduğunu biliyordum. En vahim meseleler aile içinde gerçekleşir; davranış kalıplarını kırmak kolay değildir. Psikanalitik düşünceye girdiğiniz anda her şey bir anda netleşir.
TLF: Neden on altı yıl sonra Misafir Odası [Spare Room. İlk basım YKY, 2021] ile kurguya geri döndünüz?
HG: Bu kitap, bir arkadaşımın (adına Nicola diyelim) yaşadıklarından ve gözümün önünde korkunç şeylere maruz kalmasından ötürü duyduğum dehşet ve keder yükünü boşaltmanın bir yoluydu. Bana Melbourne’a adını sanını duymadığım bir kliniğe kanser tedavisi için geleceğini söyledi ve tedavi süresince bende kalıp kalamayacağını sordu. Her bakımdan dayanılmaz sancılı korkunç bir tedaviydi bu, ben de kendimi Florence Nightingale yerine koymuştum sanırım. Misafir odamı onun için derleyip toplayacak, temiz çarşaflar serecek, ona hizmet edecektim. Evde onun isteyeceği her türlü küçük ikram bulunduracaktım. Onu almaya gittiğimde, uçaktan yaşlı bir kadın gibi topallayarak indiğini gördüğüm an, beklediğimden katbekat daha hasta olduğunu anladım. Gerçekten de hayatımın en kötü ve muhtemelen en zor üç haftasıydı. Öğrendiğim bir şey varsa o da hasta insanlar ile bakıcıları arasında daimi bir mücadele olduğu. Bu sanılanın aksine yüce ve güzel bir alışveriş değildir zira daima veren taraf sağlıklı taraf iken alan ise ölmeyi bekleyen yatay kişi tarafından yapılır. O da benimle savaşmıştı. Benimle var gücüyle savaşarak tüm gücünü harcadı… Sebebi de benim ona uygulanan tedaviye karşı olmamdı. Tüm bunlar karşısında dehşete düşmüştüm, özellikle de kendimle ilgili pozitif fikirlerimi altüst ettiği için. İnsanın vermesinin de bir sonu varmış.
Bu şimdiye kadar yazdığım en hızlı kitaptı –sadece birkaç ay sürdü– çünkü bu stresle büyük baskı altında yazıldı. Anlatıcıyı uydurma bir isimle çağırmaya başladım ama bir arkadaşım ona Helen dememi önerdi. Dedim de. Çünkü üstüme yüklenmiş bu görevde başarısız olduğumun itirafını yapmak istiyordum. Ölümünden altı ay sonra romanı yazarken kimi ayrıntıları hatırlamak için günlüğüme başvurdum. Öldüğünde çok ağladım, yas da tuttum onu özlemiştim ama ne zaman kitapta onu öldürmek zorunda kaldım yere yatıp resmen uludum.
TLF: Neden o kitaba roman dediniz?
HG: Belki de yayıncım bana bu kitabıma roman diyeceklerini söylediği içindir tam hatırlamıyorum ama şunu söyleyeyim kapakta roman ibaresini gördüğümde şok oldum. Keşke sadece “Bu bir kitap” deselerdi, bir isim koymak zorunda kalmasalardı.
Kurmaca ile kurmaca olmayan arasındaki meşhur büyük uçurumun altında, kurmacanın icatlar silsilesi olduğuna dair naif bir inanç yatıyor. Romanlarımın roman olmadığına dair kafa tuttuğum tüm o yorumlar, romanın diğer tüm türlerin üstünde olduğu fikrine dayanıyor. Erkekler sınıflandırmayı kadın yazarlardan daha fazla önemsiyor. Bu kavramın erkeklere özgü bir asaleti var; “Başına gelenleri anlatarak Olimpos Dağı’nın zirvesine tırmandığını mı sanıyorsun?” Eğer kitabımın bir roman olduğunu söylüyorsam, demek istediğim bir kısmının uydurma olduğu ve bazı sanatsal özgürlükler kullandığımdır. Tamam mı beyler, ister sevin ister sevmeyin!
Röportaj Thessaly La Force tarafından yapıldı.
[1] Cosmo Cosmolino Helen Garner’ın 1992 yılında basılan, içinde iki öykü (“Recording Angel” ve “A Vigil”), bir novella barındıran kitabı.
Kaynak: https://www.theparisreview.org/back-issues/241
Bir yanıt yazın