
Bu bir ilk tanışma ve son yıkılma öyküsüdür…
Ne kadar oluyor sadece bir gövdeden ibaret yaşayışım? Ellerimin, ayaklarımın önce tutmayıp sonra yavaş yavaş yok oluşu… Ne kadar acaba? Hatırla. Ben parmağımı şıklatınca. Ha tır la. Şık!
Tanışmamızda. Evet evet, daha ilk seferde hem de bir kalp verdi bana. Tüm hikâye böyle başladı. Onun masanın ortasına bir kalp bırakmasıyla. Benim almam, yanımda taşımam, gittiğim her yere götürmem, asla ondan ayrılmamamla…
Senelerce o iki kalple yaşadım. Sonrası mı? Sonrası, bana verdiğiyle beraber bende olanları alıp götürmesiyle devam ediyor. Hadi, kalbimi almıştı da vücudumun geri kalanından ne istemişti anlamadım. Yaşamak çok zorlaşmıştı. Yarım kalple, hatta hiç kalple idare edilebilirdi, görüyordum ama gövdem, bir vücudum olmadan, boşluğun doldurduğu daha büyük bir boşlukla yaşamaya nasıl devam edebilirdi? Uzun süre bununla ne yapacağımı anlayamadım. Eksik kaldım. Hareket edemedim, yürüyemedim, dokunamadım, yiyemedim içemedim. Hantal bir çuval gibi atılmıştım bir köşeye, belki görür diye bekledim…
Yıllar önce bir gazete veya dergide, ki muhakkak hiçbiri değil, yanlış hatırlıyorum, kullanılmayan uzuvların yıllaaar yıllaaar sonra işlevini yitireceğini okumuştum. Mesela ben sağ kolumu o bahsettiği yıllaaar yıllaaar boyunca kullanmazsam tekrar kullanmak istediğimde cık, olmazmış. Uzun süre düşündüm, bir insan kalbini kaç yıllar boyunca kullanmamış olabilir ki işlevini yitirsin diye? Cevabını bulamadım. Ben her şeyimi kullanmışım, hatta fazla fazla. Nereden bilebilirdim ki… Sonra oturup şunu da düşündüm: Acaba gereğinden fazla kullanılan uzuvlar ya da herhangi bir şeyler işte, onlara ne oluyordu? Mekanikleşiyordu belki bir müddet sonra. Belki onun için de anlamını yitiriyordu. Sanmam, hiç sanmam. Yiten bir şey değil anlam. Şimdi tüm bunlar anlamını kaybetti dediğinizde bile bir anlamı var.
Daha lisedeydim bu çelişkiyi ilk yaşadığımda. Edebiyat dersindeydik, hatırlıyorum. “Orhan Veli, ‘Bir şey var biliyorum, Her şeyi söylemek mümkün, epeyce yaklaşıyorum, duyuyorum; anlatamıyorum,’ dediği şiirinde kendini anlatabilmiş midir sizce?” “Hayır, hayır öğretmenim, anlatamamıştır.” Zınkk, yanlış cevap. “Anlatamıyorum, diyor ya işte çocuğum.” Uzun zamanlı sersemleme, kulak çınlaması, olmadık anlarda bunu düşünme, hem de otuz yaşına kadar. Otuz yaşına kadar aklımın bir ucunda Orhan Veli, bir ucunda anlatamıyorum, bir ucunda, “Anlatamıyorum, diyor ya çocuğum.” Herhalde bu kafa karışıklığından sonra karar verdim ilgilenmeye. Edebiyatla yani. Kafamı çok kurcalamış olacak ki işi yazmalara kadar vardırmışım. Ama sevgili hocam, sayın hocam sormazlar mı insana, ben niye anlatamıyorum kendimi o zaman diye? Neden aynı dili konuşmuyormuşum gibi geliyor eşref-i mahlûkatla? El kol hareketleriyle bile anlaşılan şu dünyada bana mı bu insanlığın garezi yani? Kaldı ki artık bir vücudum da yok, hadi onu deneyelim desem… Anlaşılmamaya mı mahkûmum şimdi? Zor, cevabı çok zor sorular. Hele cevabı birinden beklemiyorsan ve kendin vermek zorundaysan daha zor. En az bir vücudunun olmaması kadar. Ben acıklı bir hikâye yazmaya, siz de okumaya çalışırken kafanızda gövdeden ibaret bir kadını canlandırmaya çalışmanız kadar zor. Ve komik, evet komik. Ben canlandırıyorum mesela, Tom ve Jerry’de üzerine ütü basılmış, dümdüz olmuş Tom gibi bir silüet geliyor gözümün önüne. Sizinkinde ne geliyor bilmem, belki bir bütün oluşum bile yoktur hafızanızda. Bu hiç komik değil işte. Ve kabul etmeliyim ki bir gerçek. Hem de benim izin verdiğim bir gerçek. Kendimi göstermeden salınıp durdum etrafınızda. Hayalet misali, yağmurla geliveren Ruhsar gibi ya da. Ben hep bir yerlerdeydim de siz gözyaşlarınızı akıttığınızda yer bulabildiniz bana…
Muhtemelen ondandı. Sığdıramayışından. Vücudumdan parçalar eksiltmeye çalışmasının nedeni yani. Beni koyacak bir yer bulamayışından. Eh, ufak tefek sayılmazdım hani. Bazı insanlara sevda da büyük gelirdi. Benim dünya üzerinde kapladığım yerden çok çok daha büyük hem de. Başka çare yok, elbet eksilmem gerekirdi o zaman, küçülmem, ufalmam, yok olmam belki. Onun için tabii. Alın size fazla empati. Oysa Jack’in fasülyeleri gibi büyüyebilir, kocaman olabilirdik.
O fasülyeyi hiç sevmezdi…
Şimdi düşünüyorum. Belki yetmiş, seksen santimden ibaret olan bir parçanın eski püskü bir koltuğun üstünde iç sesiyle hikâye yazabilmesi büyük başarı. Ellerimin olmadığını düşünürsek telepatiyi icat ettiğim söylenebilir çünkü ya da bu teknolojinin adına her ne denirse onu bulduğum. Yine insanlığın haberinin olmadığı muhteşem başarılarımdan sadece biri. Henüz patenti alınmadı, çok yeni. Kontrol edebilmeyi öğrendiğimde bu hızlı giriş ve gelişmenin ardından kendi ağzından şöyle bir son yazmasını söyleyeceğim ona:
“Yazarken hiç böyle hayal etmedi. Masallı, dizili, bol çizgi filmli bir şey olacağını. Ama size bir ipucu vereyim mi; yaşarken de hiç böyle hayal etmemişti.”
Sonra bir şık daha. Şık!
İLAYDA ÖZCAN
Bir yanıt yazın