- yıl, 18. gün, bahar. Televizyondan hava durumuna baktı. Yıldızçiyi Vadisi Kasabası’na bugün güneşli ve hafiften serin bir hava hâkim olacak. Ayrıca balık tutmak veya kereste toplamak için muhteşem bir gün. Yatağa baktı, Serap uyuyordu. Ekinleri kontrol etmek için evden çıktı. Domatesler ve yıldız çiçekleri henüz olmamıştı ama lahanaları toplayabilirdi. Tüm ekini sulayıp lahanaları topladı. Yüksek kalite mahsuldü hepsi. Demek son aldığı gübre işe yaramıştı. Ham hâliyle mi yoksa işleyip yüksek fiyattan mı satmalı, emin olamadı. Bu tek başına verebileceği bir karar değildi. Taşlarını yeni dizdiği patikadan mağaraya doğru ilerleyip mantarları topladı. Mantarlardan ikisini yedi. Enerjiye ihtiyacı vardı. Daha sabahın sekiziydi ama ekinleri sulamaktan olacak, enerjisi azalmıştı. Eve döndü, Serap hâlâ uyuyordu. Mutfaktan bir fincan kahve alıp içti, iki fincan da envanterine attı. Neyse ki envanterde hâlâ epey boş yer vardı. Ahıra, ardından kümese uğradı. Her hayvanı tek tek sevdi. İnek sütünden inek; keçi sütünden keçi peyniri. Ördek tüyünden boya. Yumurtadan mayonez. Tavşan kuyruğundan şans. Tüm ürünleri toplayıp zanaat odasına bıraktı. Lahanaları sakladı. Onlarla ne yapacağını Serap’a soracaktı. Mor saçlı, denizci şapkalı, kasabanın en güzel kızı Serap’a.
1 YENİ BİLDİRİM @Serap38 çevrimiçi! Ona “merhaba!” de!
Sanki Serap çevrimiçi olmamış da yanı başında bitmiş gibi bir an elini ayağını nereye koyacağını bilemedi. Ateş basan yanaklarını avuçladı, derin bir nefes aldı ve parmaklarını klavye tuşlarının üzerinde gezdirdi.
SEN: Merhaba! @SERAP38 Bensiz başlamışsın. SEN: Olur mu hiç? hoş geldin. angarya işleri hallettm sadece. görevler için gelmeni bekledim. Nasılsın? @serap38: N’olsun uyandım. pazar boşluğu… herkes uyuyordu oyuna bakayım edim. tabi buradaydın. :)
Ersin günlerden Pazar olduğunu bile bilmiyordu. Günü güneşi iyiden iyiye unutmuştu. Serap oyundan çıkıyor, işine gidiyor, hayatını yaşıyor, uyuyor, tekrar oyuna giriyor; Ersin hâlâ orada oluyordu. İplerini hangi noktada elinden kaçırdığını tam olarak kestiremediği hayatının aksine bu ekranın karşısında tüm dünyanın ve hatta dünyaların kontrolü elinin altındaydı. Bir parmak hareketiyle değiştirebilirdi her şeyi. Bir zamana kadar fantastik evrenlerin sonsuz dehlizlerinde savaştan savaşa koşuyor, yeni gezegenler keşfediyor, bazen bir halkı esaretten, bazense bir diyarı zombilerin istilasından kurtarıyordu. Ta ki bu başı sonu neşe dolu vadiye ayak basana dek. Bu çiftlikte inek sağmak, mantar toplamak, peynir yapmak, ekin sulamak gibi basit işlerin verdiği mutluluğu ve doyumu hiçbir oyundan alamıyordu artık. Çünkü burada Serap vardı. İşe yararlığının şahidi. Bambaşka görevlerin adamı oluşunun öncüsü. Koca bir kasabayı korkunç müteahhitlerin ve para babalarının elinden kurtaran halk kahramanı, kusursuz eş, sevecen baba, çalışkan çiftçi, yorulmak bilmez madenci, oltasını zapt edemeyen balıkçı! Bir de Serap vardı. Mor buklelerinden piksel piksel hayatına sızan Serap. Dün gece vedalaştıklarından beri oyundan çıkmadığını, sadece bir ara masa başında uyuyakaldığını söylemedi, Serap’tan sadece biraz önce girmiş gibi davrandı.
Onlar çocuklarını büyütürken, çiftliklerini geliştirirken ve bir yandan da yazışarak sohbet etmeye devam ederken günler günleri kovaladı. Ekran başında ise saatler saatleri. Buluşmak istiyordu Ersin. Fakat bunu ona nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Ne zaman bu konuya girmeye cüret etse, Serap’ın alelacele savuşturmalarıyla geri adım atıyordu.
SEN: Lotus ajansta çalışıyorum demiştin değil mi? Oraya yakın bildiğim çok iyi bi pastacı var. Ahududulu pastaları çok iyi. seversin. Serap38: Ben değil, karakter seviyor. kasabadaki ben. SEN: Tamam işte canım seversin. … @Serap38: Anladım. Ben çıkayım, evdekiler uyanıyor bir şeyler hazırlayayım görüşürüz SEN: Görüşürüz.
Ne ince kız diye düşündü Ersin madende taş kırıp mineral toplamaya devam ederken, çalıştığı didindiği yetmiyor, bir de pazar sabahı kardeşlerine, ailesine kahvaltı hazırlıyor.
Sonra odanın kapısı tıklandı.
“Oğlum,” dedi Halide. “Yemek hazır.” Acıyan gözlerle Ersin’e baktı. “Bak ya. Gözlerin kan çanağı olmuş. Azıcık kalksan şunun başından oğlum.”
Oğlunun gözleriyle karşılaşınca acıma duygusu tatlı bir tebessüme dönüştü. Merhametine istemeden de olsa kibir karışsın istemiyordu, insandı en nihayetinde. Neyi yanlış yapmıştı da evladını kırk iki yaşında kocamış bir ergene çevirmişti, düşünmeden edemiyordu. Onu hayatın tüm işleyişinden, sorumluluğundan ve hevesinden mahrum bırakan neydi? Huzuru neşeden, sevinçten, üzüntüden, umuttan, ezcümle her şeyden azade bir durağanlıkta bulduran neydi ona? Ama bu Serap denen kızcağız yapardı belki Halide’nin yapamadığını. Oğlunun bir hayatı olurdu böylece. Umudunu gencecik bir kıza bağlamanın ağırlığı keyfini kaçırdıysa da belli etmemeye çalışarak, “Hadi buz olacak tabaklar. Soğutmadan yiyelim,” dedi.
Ersin ayaklarını sürüyerek annesinin peşinden mutfağa gitti. Masaya oturdu.
“Her şey çok güzel görünüyor annem, ellerine sağlık.”
“Sağ ol oğlum. Bilgisayarda Serap kızımla mı konuşuyordun? Arada sesin geliyordu.”
“Yok yahu, sesli düşünüyordum.”
“Ne zaman tanıştıracaksın oğlum?”
“Yakında annem, yakında.”
Yıldızçiyi Vadisi Kasabası’nda 9. yıl, 6. gün, sonbahar. Yapraklar sararmış, çocuklar emeklemeye başlamış, Serap hâlâ oyuna girmemişti. Uyuyordu birlikte döşedikleri rustik yatak odasındaki yatağın sol tarafında. Oynamaya devam etti. Uyandığında kusursuz bir kasabayla karşılaşsın istedi. Hem dışarda Ersin’i bekleyen, onsuz akmamakta ısrar eden bir hayat da yoktu. Bu dünyada geçen kırk ikinci yılına kadar aynı doğrultuda yokuş aşağı seyreden yaşamı, şu andan itibaren, mucizevi şekilde aniden yükselişe geçecek değildi. Yine de annesinin ısrarıyla gündelik meşgalelerden ve rutinlerden paçasını kurtaramadığı anlar oluyordu. Pazara ya da kiraları çekmek için ATM’ye gitmek, iş görüşmelerine katılmak, ekmek almak, annesini doktora götürmek, yemek yemek, televizyonda bir şeyler izlerken Halide’ye eşlikçi olmak, yumuşak karnına denk gelirse hatta belki birlikte çıktıkları bir park gezintisi. Birçok insan için hayatın bütününü oluşturan bu rutinler, Ersin’i kasabadan uzak tutan çakıl taşlarıydı. Bir anneye göre küçük, umut vadeden yaşam kırıntıları; Ersin’e göreyse ceplerine dolan, onu yavaşlatan, ağırlaştıran küçük çakıl taşları.
Yıldızçiyi Vadisi Kasabası’nda 10. yıl, 19. gün, kış. Ersin o günden bugüne on beş kilo aldı. Altı iş görüşmesine girdi. Dördü geri aramadı, birinde işi beğenmedi, diğerinde maaşı. Serap hâlâ uyuyordu.
İçeriden seslendi Halide.
“Oğlum, bugün karşıda iş görüşmen yok muydu? Şimdi çıksan anca yetişirsin.”
Ersin ise boyuna tarladaki horozibiklerini topluyordu. Duymazdan geldi. Kadın tekrar seslendi. Serap’a baktı. Hâlâ çevrimdışı. Homurdanarak klavyeyi rayından içeri itti. Bilgisayarı uyku moduna aldı. Yedinci iş görüşmesine ne enerjisi vardı ne isteği ama onun ne istediğinin ne önemi vardı ki? Hepsi yaşlı annesinin gönlü olsun diyeydi. Harçlığını az bulmuş bir çocuk gibi cansız cansız cevap verdi:
“Hazırlanıyorum.”
Kapıdan çıkarken oğlunun arkasından yetişip zoraki ağzına iki-üç pirinç tanesi atan Halide, Ersin’in gözlerinin içine bakıp yüzünü avuçlarının içine aldı.
“Hadi Allah yolunu bahtını açık etsin oğlum, güzel haberlerle inşallah.”
“Üfleyip tükürükledin bunları hep değil mi? Aman ya.”
“Sen anlamazsın, okudum ben. Bak nasıl işin rast gidecek.”
“Tamam hadi, tutma kapıda yetişmemi istiyorsan.”
“Tamam tamam, sağlıcakla.”
Üç vasıtayla geçen bir buçuk saatlik yolculuğun ve on beş dakikalık yürüyüşün ardından ter içinde bir plazanın döner kapısından içeri girdi. Fayans zemini döven topuk sesleri, çalan telefonlar ve çalışanların mutsuz uğultularının yarattığı kakofoni eşliğinde lobiye yaklaştı. Epey güzel ve gençten bir kız, mesainin ilerleyen saatlerinde belli ki takınmakta artık zorlandığı tebessümü zar zor yüzüne yerleştirip, “Hoş geldiniz. Nasıl yardımcı olabilirim?” dedi.
“İş görüşmesi için gelmiştim. Adım Ersin…”
“Ekip lideri pozisyonu için sanırım. Siz oturun, ben hemen haber veriy…”
“Hayır. Mühendis ilanı için gelmiştim. Bilgisayar mühendisiyim.”
“Şey… Ben. Özür dilerim. Siz geçin, ben size haber vereceğim.”
Lobideki kız, vardığı peşin hükmün pişmanlığıyla dudağını ısırdı ve bocalayarak telefona uzandı. Yaklaşık yarım saatlik bekleyiş esnasında Ersin’i geren tek şey, oyuna telefondan erişimin olmamasıydı. Lobideki kız seslendi.
“Beyefendi, altıncı kat, sağdan ikinci kapı.”
İçeri girdiğinde dikdörtgen ama köşeleri oval bir toplantı masasında yan yana oturan dört adamla karşılaştı. İlk önce hangisiyle tokalaşması gerektiğini bilemedi, önemli de değildi. Hepsiyle göz teması kurmaya çalışarak,” Merhaba,” dedi. Dört adamın karşısında yer alan tek sandalyeyi çekti ve oturdu. Hoş geldin beş gittin faslından sonra Ersin’den kendini tanıtmasını istediler.
“ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum. İstanbul’a döndükten sonra kısa bir staj döneminin ardından iki şirkette çalıştım. Özgeçmişimde görebilirsiniz. İlkinde beş, diğerinde dokuz yıl. Kısa süreli freelance işler yaptığım olduysa da sonradan kurumsal hayata dönmeye karar verdim. Üç yıldır çalışmıyorum, iş arayışındayım.
“Peki sizi neden işe alalım.”
“Çünkü bilgisayar mühendisi arıyorsunuz.”
“Hayır, neden spesifik olarak sizi işe alalım demek istemiştim.”
“Çünkü bilgisayar mühendisiyim ve bunda iyiyim.”
Bu küstah cevap karşısında bir süre sessizce birbirlerine baktılar. Ardından teknik birkaç soru sordular. Ersin hepsine kısa ve net cevaplar verdi.
“Geldiğiniz için teşekkürler Ersin Bey,” dedi içlerinden biri ve elini uzattı. Hepsiyle tokalaştıktan sonra kapıya yöneldi ve kendi aralarındaki fısıldaşmaları duymazdan gelerek kapıdan çıkacakken adamlardan biri, “Ersin Bey, mümkünse on beş dakika binadan ayrılmayın. Yöneticilerimizle görüşmemiz gerekiyor. Ardından size birkaç sorumuz daha olacak,” dedi.
“Siz yönetici ekipte değil misiniz?”
Adam bu soru karşısında bir an ne diyeceğini bilemedi. “Siz biraz dışarıda bekleyin,” dedi.
Peki anlamında omzunu silkip başını salladı ve adamlar odadaki bir diğer kapıya yönelirken Ersin de girdiği kapıdan koridora çıkıp koltuklardan birine oturdu, beklemeye başladı. Telefonundaki oyunlarla kendini oyalarken, sağdan gözüne bir mor parıltı ilişti. Mor bukleler. Hızla ve telaşla zemini döven topuklar. Heyecanla ayaklanıp “Serap!” diye bağırdı. Peşinden gidecekken Ersin’e seslendiler. Önce solundaki adamlara, sonra sağında uzaklaşan mor buklelere baktı. Dudaklarından dökülen belli belirsiz bir küfürle adamlara doğru yürüdü. Prensipte anlaştıklarını, maaş beklentisi ve diğer yan haklar için insan kaynaklarıyla bir görüşme daha yapması gerektiğini, bunun için de lobide randevu oluşturmasını söylediler. Hızla teşekkür edip yanlarından ayrıldı. Tüm koridoru gezdi. Yanlışlıkla bahanesiyle tüm kapıları çaldı. Hiçbirinde yoktu.
Yılgın bir kabullenişle omuzlarını düşürdü ve en azından annesinin mutlu olacağı tesellisiyle lobide bir sonraki görüşmenin randevusunu oluşturup evin yolunu tuttu. Bakkala uğrayıp ekmek, meşrubat, kendisi için de altılı bira aldı. Kapıyı çaldı. Açan olmadı. Bir daha çaldı, yine açan olmadı. Anahtarları çıkardı. Kilit açıldıysa da kapı bir türlü açılmıyordu. “Anne,” diye seslenerek dünyanın yükünü yüklenmiş gibi üstüne çullanan kapıyı iteklemeye çalıştı. Zor bela yarattığı beş-on santim aralıktan bir bacağını ve kafasını içeri uzatır uzatmaz gördüğü manzaradan sonra hayat sanki biraz daha ağırdan akmaya başlamıştı Ersin için. Ya da o hayatın önünden gidiyordu. Bir zaman problemi vardı. İçinden asla çıkamadığı bir zamanlama problemi. Babasına verdiği sözü tutmuştu. İyi bir adam olmuştu. Okumuştu. Babasından miras kalan tek oyuncak hayatı olmuştu. Yine de bir şeyler yolunda gitmemeyi başarmıştı. Bir türlü hayatın içinde olamıyordu. Ya berisindeydi ya ötesinde.
***
Yıldızçiyi Vadisi Kasabası’nda 16. yıl 7. gün, yaz. Ömrünün kırk üçüncü, babasızlığının otuz üçüncü, annesizliğinin birinci yılı, işsizliğininse dördüncü sonbaharıydı. Serap hâlâ uyuyordu. Attığı onlarca mesajın hiçbirine cevap alamamıştı ama her nasılsa her mesajdan sonra gülümseyip yeni bir mesaj yazmaya devam ediyordu.
“Seni işten bugün ben alayım mı?” diye mesaj attı. Evin varlığı yokluğu bir, sessiz kedisi Nazlı bacaklarına sürtündü. Bunu işaret bildi. Mavi tişörtünü giydi. Parfümle yıkandı. Tıraş oldu. Saçlarını taradı. Kasabasına yaz gelmişti ama dışarda kar yağıyordu. Sırtına kalın bir mont geçirdi. Bereyi taktı. Lotus Ajans, dedi kendi kendine. Tamamdır, biliyorum, orada görüşürüz.
Bulması zor olmamıştı. İşyerinin karşısındaki köşede uzunca bir süre bekledi. Ayaklarının ucunda oluşturduğu izmarit kulesine aldırmadan gözlerini kapıya dikmiş, sigaraların birini söndürüp birini yakıyordu. Senelerdir ekranın sol alt köşesinden gördüğü ufacık profil fotoğrafındaki kadını hemen tanıdı kapıdan çıkarken. Saçları artık mor değildi. Elini kaldırmış, bir arabaya doğru sallıyordu. Araçtan bir adam indi. Serap’ın çantasını aldı. Arabanın içine attı. Sonra arka kapı açıldı. Minik iki kol Serap’ın boynuna dolandı. Arabaya binip uzaklaştılar. Ersin uzunca bir süre ifadesizce olduğu yerde kalakaldı. Acele etmedi. Pakette iki sigara daha vardı. Onları da içip izmarit kulesini tamamladı. Ardından yine zamanı yakalayamadığı bir yavaşlıkla evin yolunu tuttu. Eve girdiği gibi montunu çıkardı. Yatağın üzerine attı. Kedi yine bacağına sürtündü. Mama kabına baktı, boştu. Kabı doldurdu. Telefonu eline aldı. Yemek siparişi verdi.
Bilgisayar başındaki koltuğuna oturdu. Bilgisayarın açma düğmesine bastı. Oyuna tıkladı. Serap hâlâ uyuyordu. Yazışma butonunu açtı.
SEN: Sana da merhaba hayatım. !!!Kullanıcı çevrimdışıyken mesaj yazamazsınız!!! SEN: Sorma. Çocuklar kocaman olmuş. Hepinizi çok özledim. Ama işler işte… !!!Kullanıcı çevrimdışıyken mesaj yazamazsınız!!! SEN: Ahhh! Öyle mi? Öp yerime güzel kızımı. İşler hafifler hafiflemez döneceğim. !!!Kullanıcı çevrimdışıyken mesaj yazamazsınız!!!
Kapı çalınca irkildi. Kalkıp açtı.
“Oğlum,” dedi babası. “Gözlerin kan çanağı olmuş. Bak annen bir sürü şey hazırladı. Al ye, bitir hepsini, tabağında bir kırıntı bile kalmayacakmış. Öyle söyledi vallahi!”
Güldü Ersin, “Olur babam,” dedi. Yemekleri aldı. Masaya döndü.
* Yıldızçiyi Vadisi Kasabası, ister tek ister yerel veya uluslararası sunuculara bağlanarak başka oyuncularla da oynanabilen Stardew Valley adlı rpg (rol play game=rol yapma oyunu) oyununda yer alan kasabadır.
**Görseldeki kadın, oyundaki Abigail adlı karakterin resmidir.
SELNUR GÜNEŞ
Bir yanıt yazın