AKİM SEVGİLİM
Neden Akim?
Akim sözcüğünün anlamı “verimsiz, kısır, neticesiz, yağmur getirmeyen rüzgâr.”
Öyküde kavuşmayla sonuçlanan bir sevda yok. Yaşamda mutlu, doygun sonuçlar bekleyenler için bu sevda verimsiz sayılabilir. Fakat bu sevda başka ufuklar gösteriyor. Bahçıvan Akim; Keriman’ın, anlatıcı küçük kızın ve okuyucunun yüreğine kokusu, rengi unutulmayacak çiçekler ekiyor. Öyküdeki sevdanın ortakları (Biri, hisleriyle bu yaşantıya davetsiz katılan anlatıcı) ucunda ötesinde mutsuzluk, hastalık, çelişkilerin ıstırabı olsa da bambaşka teneffüsler yaşıyor.
Bahçıvan Akim’i iki kahraman birden seviyor. Biri Akim’in karşısında onu öpüp koklayan Teyze Keriman. Diğeri Gönül. Kıskançlık duymuyor anlatıcı küçük kız. Hem Akim’e hem de Akim’i incelikle, cesaretle seven Keriman Teyzesine hayran. Bu sevdaya tanık olmak anlatıcı için şaşırtıcı, umutlu, coşkulu bir deneyim. Başka biçimde bir yaşamı düşlemeyi ve bu düş için emek harcamayı esinliyor.
Bu yüzden Akim, Akim değildir.
Öykünün bu aşamaya gelmesi için oldukça uzun, neredeyse roman içinde olduğumuzu hissettiren bölümlerden geçiyoruz. Süreç içinde okuyucuya birçok zıtlık sunuluyor. Büyükçe, yeni bir evin satın alınması, evin eski sahiplerinin kültürü, evi satma nedenleri ve eşyanın, mekânın insanlar üzerindeki etkileri çelişkileri görünür hale getirilmiş. Büyük teyzenin kendisiyle ilgili açıklamaları; bütün bir kalıplaşmış, donuk kültürün en çok bu teyzede somutlaşmış biçimleri…
İlk bölümün Mihriban Teyzenin ağzından anlatılan bir kısmında eski kocanın sözleri aktarılmış. O dönemde, savaşlara katılan erkeklerin duyuş, düşünüşü açıklanmış. Eski koca kendi düşünceleriyle birlikte dostu Mülazım Ömer Sadi’nin görüşlerini de aktarıyor eşi Mihriban Hanım’a. Mülazım Ömer Sadi’nin kültür yaşamımızla ilgili açıklamalarını; umutlarını, beklentilerini, hayal kırıklıklarını da aktarıyor. Aynı bölümde vefa mutasarrıfı Nimetullah Bey’in düşüncelerinin ve yaşama biçiminin nasıl tutarsız bir değişime uğradığını; bu değişimin moda sayılıp doğal karşılandığını görüyoruz. Bir yanda iş bilen, işini ciddiye alan, geleceğin bilimsel ölçütlerle, disiplin ve çeviklikle şekillendirilmesini bekleyen insanlar; diğer yanda çıkarını düşünen, suya sabuna dokunmadan konfor isteyen insanlar…
Küçük kızın evdeki yalnızlığı da dikkat çekiyor. Kendisine farklı kişilerin şekil vermeye çalışması bir çeşit iç isyana neden oluyor. Anlatıcı çoğu kez boyun eğiyor. Bu boyun eğiş göstermelik. Zorunluluklar, görevler, sınırlar, beklentiler küçük kızın iç konuşmalarında sorulara neden oluyor. Kimi zaman alaycı olan duygu ve düşüncenin sorulara eşlik ettiğine tanık oluyoruz. Çocukların saf bakışıyla sorular kötü deneyimlerle cevaplanıyor. Zaman zaman kendi sorusuna kendi cevap veriyor. Cevapsız sorular, azarlanmayla cevaplanan sorular, alaycı biçimde cevaplanan sorular okuyucuyu eleştirel olmaya, taraf olmaya götürüyor.
Büyük Teyzenin gücü algılayışı; kadına ve erkeğe bakış açısı; aile kurumuyla ilgili düşünceleri; bunları yaşama ve yaşatma biçimi anlatıcı küçük kızın algısı, anlamlandırmasıyla sergilenmiştir. Kimi zaman edilgenlikle yaşadığı bu ortamda tanık olduğu sevda ilişkisi; huzuru, umudu, coşkuyu, hüznü gerçek biçimde görmesini sağlamıştır. Kaçabileceği, “kendi” gibi olabileceği cenneti bulmuştur limonlukta. Ancak bu, yarım kalan bir cennettir.
Kadınların bakış açısıyla cinsellik, kadın olmanın anlamı açık ve cesur biçimde anlatılmış. Büyük Teyzenin, Gönül’ün, Gülbahar’ın bu konudaki yaşantılarından örnekler seçilmiş. Geleneklerin cinsel kimlikleri baskı altında tutması, bunun sonuçları sergilenmiş.
Öyküde, çatışmaların yaşandığı zamana ait bazı çıkarımlar yapmak mümkün. Bu dönemde yaygın olan hastalıklarla ilgili bilgiler buluyoruz. Kâğıt para kullanımının geçerli olduğunu, altın ile alışverişlerin bittiğini görüyoruz. O dönemde İstanbul’da farklı uluslardan insanların bulunduğu gösteriliyor. Namık Kemal, Voltaire ve Yunus Emre gibi isimler; Genç Werther’in Istırabları gibi eserler öyküye katılmış. Ülkenin işgal altında oluşu, farklı cephelerde savaşın devam ettiği anlatılmış. İstibdat, Avrupalıların düşünme biçimleri, medenileşmek, ahlak, kültür, bilim, gelenekler, doğu ve batı düşünce sistemleri, din anlayışı sergilenmiş. Dönemin eğlence, müzik hayatıyla ilgili bilgilere de yer verilmiş.
Öyküyü üç bölüme ayırabiliriz.
Birinci bölümde dönemin değer yargıları teyzenin bakış açısı öncelikli olmak üzere anlatılmıştır.
İkinci bölümdeki sevdanın olağanüstü güzellikle, “yasak aşk” olarak yaşanması bir kız çocuğunun yüreğini şekillendirecektir. Bu bölüm ağırlıklı olarak gözlerden uzak biçimde şekillenen Bahçıvan Akim ile Keriman Teyzenin sevdasına ayrılmış. Bu ilişkiyi gören ve yaşamının merkezine koyan küçük kızın tanıklığı aynı zamanda okuyucuyla ortaklığı beraberinde getirmektedir. Öncelikle kadının ama aynı zamanda insanın bütün önyargılara, olumsuzluklara rağmen kendisi olabilmeyi başardığı ayrı bir zaman yarattığını görüyoruz. Keriman Teyzenin hastalığı, ölümü, bir çeşit köleliği zihninden çıkarıp ışıl ışıl bir sevda yaşaması sadece o dönem için değil günümüz için de uyandırıcı etkiye sahip.
Bahçıvan Akim, Keriman’ın içtenliğini, cesaretini, yalnızlığını “güzel bir erkek” olarak paylaşmış. Bu paylaşım yazarın, okurun, anlatıcı küçük kızın umudu ve coşkusu olmuştur. Bahçıvan Akim ile Keriman Teyzenin buluştukları yer de bu sevdanın kendisi kadar özel. Çiçek kokuları, dikilmeyi bekleyen fidanlarla limonluk, kış bahçesi…
Üçüncü bölümde, Bahçıvan Akim evden ayrıldıktan sonra evdeki durum anlatılıyor. Burada da anlatıcının izlenimlerini, soluk soluğa sorularını görüyoruz. Keriman Teyzenin iç dünyası, yüzüne vuran belirtilerle aktarılıyor. Keriman Teyzenin hastalığı artıyor ama bu hastalık aşkının hatırasının önüne geçemiyor. Hesap soruluyor. İsyan ediliyor.
Bu son bölümde Mihriban Hanım’ın erkek kardeşi, anlatıcı küçük kızın dayısı Ferdi’ye de yer veriliyor. Mihriban Hanım’ın duyguları, acımasız bakışı, Ferdi’ye bakışında ve onu hatırlayışında da görülüyor.
Başlangıçta teyzenin uzun konuşmasıyla; mekânla, kendisi ve akrabalarıyla ilgili ayrıntılı açıklamalar, betimlemeler görüyoruz. Sanki Büyük Teyzenin bakış açısıyla bir “ben” anlatısı var. Aynı şekilde Mihriban Hanım, eski kocasının konuşmalarını onun gözünden, konuşmasından “ben” anlatısıyla aktarıyor gibi. Sonra anlatıcı yeğenin, teyzenin uzun konuşmalarına aşinalığı dile getiriliyor.
Öykünün geçtiği yıllara özgü bazı sözcükler, cümleler var. Ama öykünün genelinde yeni söyleyişler hâkim. Soru ve ünlem cümlelerine sıkça yer verilmiş. Betimlemelerde, açıklamalarda, öykülemelerde uzun cümleler görüyoruz. Yine de bunlar anlatımı ağırlaştırmıyor. Yazar, devrik cümlelere sıklıkla yer vermiş. Konuşma dilinin etkisiyle kurulmuş bu tür cümleler anlatıma renk katıyor.
İlk bakışta sanki birinci tekil şahıs anlatısı görüyoruz ancak öykünün anlatıcısı küçük kız (Gönül) (Kahraman bakış açısı). Her bölümde aynı ağırlıkta “kahraman bakış açısı” görünmüyor. İlk bölümde teyzenin iç konuşmaları, başka kahramanların konuşmalarını anımsaması ve muhataplarıyla kurduğu diyaloglar bulunuyor. Gönül, teyzesinin görünür davranışlarını anlatmakla kalmıyor. Onu çok iyi tanıyan bir insanın derin görüşüyle anlatıyor. Bu açıdan yazarın kahraman bakış açısını kimi kez hâkim bakış açısı gibi kullandığını görüyoruz. Gönül’ün Keriman Teyzesi ile Bahçıvan Akim arasındaki iletişiminde kahraman bakış açısı belirginleşiyor. Çocukların çevrelerinde olup bitenleri algılayışları, yorumlayışları, eğitim ve görgüleri sergileniyor. Sevdayı yaşayan iki gençten biri anlatıcı olabilirdi. Neden Büyük Teyze anlatıcı olmamış? Yazar, çocuk dünyasının farklılığını öyküye lokomotif yapmış. Yabancı kalınan gözlemler var. Aşina olunan, kanıksanan gözlemler var.
Öyküye adını veren karakter ve ona eşlik eden birkaç kahraman dışında (örneklerini roman türünde görebileceğimiz) kişilerin de tanıtıldığını görüyoruz. Bu, özellikle vurgu yapılan üç kişilik bir sevdanın, kadının ve erkeğin toplumda tabulaştırılmış kimliklerinin sergilenmesindeki etkiyi kısmen zayıflatmış. Büyük Teyzenin kişiliğinde toplanan olumsuz kültür unsurları, uzak memleketlerde (Bingazi’de) bulunan umumi kadınlar, Osmanlı Devleti’nin durumu vb. Akim Sevgilim’e bir fon, çerçeve olmaktan öte farklı çatışmalara dikkat çekiyor. Öykünün birinci bölümü ayrı bir öykü olabilecek düğümler taşıyor.
SESİ OLMAYAN TÜRKÜ
Uzun bir öykü. Bir tutam masal tadı, bir tutam halk hikâyesi tadı…
Sıra sıra düğümlerle, çatışma, çelişkilerle örülmüş anlatımız. Anlatımda hâkim bakış açısı kullanılmış.
Bir yerlerde duymuştum. Kıyı yörelerinde toprağını satan insanların aldıkları parayla taksicilik yaptıklarını söylüyorlardı. Anlatının başında mekânların nasıl değiştirildiği; bu değişikliklerin insanları nasıl etkilediğini görüyoruz.
Anılar, geçmiş kültür ile şimdiki zamanın kültürü arasındaki ayrılıklar… Bu ayrılıkların yarattığı hayal kırıklığı, özlem… Yaşama biçiminin inceliklerinin azalması, değişimin gelişigüzel ortaya çıkması… Bu ilk bölüm bir iç dökme gibi.
Doğayı, tarihi, halk sanatını, göreneği ortalık eden sektör. Tüketmek ve haz almak için yeni yerleri ele geçirmek… Parasıyla değil mi? Satışlar artacak. İş alanları açılacak.
İkinci bölümde; anlatının ana çatışmasının geçtiği yerler, öyküde rolü olacak kahramanlar anlatılmış. Mekânın, insanların yaşadıkları değişim; bu değişimin sonuçları sergilenmiş. Öykümüzün anlatıcısı ülkemize özgü olmayan bir değişimi anlatıyor. Yıllar önce okuduğum Anton Çehov’un Vişne Bahçesi oyununu hatırladım. Vişne bahçelerini turistik yerleşimlere çevirenler…
Mekânın insanın keyfine göre düzenlenmesi ve bunun, insanları kendilerinden, doğadan uzaklaştırması bir düğüm olarak yansıtılmış. Türlü alışverişler, türlü oyunlar var. Ciddi olup olmadığını anlayamadığımız, çirkinleşen, kirleten oyunlar. Pek güzel bir derleme yapılmış izlenimlerle. Betimlemelerde özgünlük de var. Halk hikâyelerini andıran anlatımlar da… Asil insanın özlemi ve hayal kırıklığı. Güzellik, çirkinlik. Bu terazisiz değiş tokuş zamanlarından birinde herkesi hizaya çeken bir kavuşma. Bildiğimiz kavuşma değil. Hayal ettiğimiz, umduğumuz, ummadığımız… İnsanın güzellik karşısındaki tavrı, anlayışı onu tanımamıza olanak sağlıyor.
Yandım Duran ile zengin ailenin kızı. Yazar ikisini de içsel ve fiziksel olarak güzellikle gösteriyor. “Genç kız” diyor. Adını söylemiyor. Genç kız, Yandım Duran’ı düşünüyor. Ama kendisini ve dış dünyayı yaşamaktan uzaklaşmıyor. Garsona “… Bu kara işleri başlayınca garson şu bu oldunuz. Denizi terk ettiniz. Ama ondan caymayanlarınız da var. Evet var. Ve…” diyecek kadar farkındalık yaşıyor. Garsonun kendi kendine, genç kızın sarhoş olduğunu söylemesi ise insanın aşkla güzelliklerle sarhoşluğunu çağrıştırıyor. Genç kızın arkadaşlarına posta kartı göndermek istemesi de hem bir vedanın hem de kavuşmanın simgesi sayılabilir. Genç kız “Bu yaşlılar yok mu, bu yaşlılar hiçbir şeyi görmezler, hiçbir şeyi öğrenemezler. Yalnız gürültü ederler, konuşurlar, dinlemezler, hep aynı.” demiş. Garson onun baktığı yerde yaşlı göremiyor. Bu yaşlılık başka bir yaşlılık olsa gerek.
Yandım Duran’ın babası Ömer’in sıradışı yaşamı ve yakışıklılığı, annesiyle ilgili anlatılanlar mistik, mitolojik özellikler taşıyor. “Ömer’in böyle masal güzeli bir şehzadeye benzeyişinde anasının çıplak ayak denizi yürümesinin payı vardı… Ömer’in “Yandım Ömer” olmasının hikâyesi öykü içinde öykü gibi. Bu açıdan baktığımızda romana dönüşüverecek bir anlatı görüyoruz. Ancak genç kızın bir gün tek başına dışarı çıkması; müzenin kapanış saatine yakın, müzenin bir bölümünü görüp oradan ayrılması; posta kartları alıp kıyıda bir yere oturmasıyla gelişen olaylar gizemlere evrilmiş. Duran ve genç kızın nasıl buluştukları, nereye gittikleri, akıbetleriyle ilgili net bir bilgi verilmiyor. Duran’ın annesinin bir çeşit divanelik yaşamasından, gençler için söylediği dizelerden ölmüş olabileceklerini düşünebiliriz. Ayrıca bazı denizcilerin bu gençleri denizde, fırtına sırasında gördüklerini iddia etmeleri gençlerin efsanevi bir boyutta yaşatıldıklarını gösteriyor.
VAROŞLARDA
“Kentlerin kenti düşmüştü.” Bir kentin düşmesi. İsmi verilmeyen ama hangi kent olduğu tahmin edilebilen kent… Kentin düştüğünü ayrımsamayan insanlar… Farklı sosyo-ekonomik yapıdan gelen insanların aynı kentin ayrı bölgelerinde yaşamaları… Yerleşim yerlerinin ve barınma biçimlerinin ayrılığı…
Kentin kıyısında derme çatma barınaklarında yaşamaya çalışan baba ile oğlunun öyküsü. Bir yoksulluk öyküsü değil yalnızca, aynı zamanda bir yalnızlık öyküsü. Çocuk, barınak ve bu barınağın çevresi dışında bir yer bilmiyor. Başka türlü bir yaşam bilmiyor. Kentin atıkları, artıkları hem yiyecek hem giyecek hem barınak oluyor.
Neden ana yok? Ananın öldüğünü anlıyoruz. Nasıl öldü, neden öldü, bilmiyoruz. Babanın cenaze dolayısıyla uğraştığı bürokrasiden şikâyetini görüyoruz. Kimsenin halden kederden anlamadığını anlıyoruz. Elbette ananın yokluğu yoksulluktan daha derin bir acı yaşatmış babayla oğula. Oğul annenin yokluğunu, özlemini babaya göstermiyor. Bu ayrılığı kendi içinde yaşıyor.
Ara sıra geçen uçakların sesi ve görüntüsü; babanın çöpten bulduğu parçalanmış oyuncak ayı ya da plastik bebek, çocuk için küçük avuntular. Bazen duyar gibi olduğu düdük sesi, hemen arkasından annesinin kokusu ve sesi.
Çocuğun babası tüm dertlerine, yorgunluklarına karşın oğluna karşı sevecen. Oğlunu seviyor. Oğlu için mücadele ediyor. Endişeleri daha çok çocuğu için. Atık izmaritleri içiyor. Muhtemelen hasta. Akşamları iki sıcak ekmeği oğluyla paylaşmak, oğlunu gülerken görmek babayı mutlu ediyor.
Yokluklar, yoksunluklar. Kimsesizlik. Sonunda çocuğun açlıktan soğuktan kıpırdayamaz hale gelmesi. Ölmesi. Onu avutacak peluş ayıya ulaşamadan kıpırtısız kalması.
Kentlerin kentinin düşmesiyle çocuğun düşmesi ve kıpırtısız kalması…
Ülkemiz insanı bu görüntülere aşina. Aşinalık farkındalığımızı azaltıyor. Aynı kentte karşılaştığımız insanların nerede, nasıl, kimlerle kaldığını bilmiyoruz. Toplumsal paylaşımımız ve dayanışmamız yok denecek kadar az. Yoksunlukları, yoksullukları yaşayanlar yetişkin de olsa çocuk da olsa tüm kenti çirkinleştirebilir. Ötedeki oluşların, insanların sesini duyamamak… Öyküdeki baba, oğul, ölen anne ismi söylenmeyen, isminin önemi olmayan insanlar…
Acıklı, bildik yaşamların anlatılmasından öte; çocuğun kendine, her şeye uzaklığını görüyoruz. Elbette bu çocuk vurgusu yazarın gözünden, hayalinden ciğerinden geliyor olmalı. “Sesi Olmayan Türkü” isimli öyküde de bu öyküde de çocuk kahramanlara yer verilmesi dikkat çekici.
Anlatım hâkim bakış açısıyla oluşturulmuş.
Öyküde sıklıkla uzun cümleler kullanılmış. Devrik cümlelere, soru cümlelerine yer verilmiş. Diyaloglar baba ve oğulun arasında sınırlı sözcüklerle kurulmuş. Monologlara yer verilmiş. Özellikle çocuğun aklından geçenler açıklanmış.
Cümlelerin bazılarının kuruluşunda aksaklıklar görülüyor. Kimisinde noktalama eksikliği; gereksiz sözcük kullanımı; cümlelerin başı ile sonu arasındaki çelişkiler görülecektir.
Mekân öykü boyunca değişmiyor. Başka yerler var. O başka yerleri sokak sokak dolaşan baba bile göremiyor. Görebildiği, para edebilecek atıklar. Karın tokluğuna yaşayan insanlar… Yanındaki çocuğa sınırlı olanakla bakan baba; babasının derdini, yükünü paylaşamayan çocuk…
Barınak nasıl? Soğuktan, yağmurdan, kardan etkilenmemek için bulunan her şeyin üst üste yığıldığı bir yer. Elektriğin, suyun bulunmadığı bir yer.
Yazar, çocuğun duygularını ön planda tutuyor. Çocuğun korkuları, avunmaları, umutları, özlemleri, sınırlı mekânda şekilleniyor. Elinde ne varsa onunla yetiniyor. Kendine verilmiş mekânda güven içinde bulunmak ve babasını beklemek ona yetiyor.
Öyküyü sürükleyen belirgin bir olay bulunmuyor. Baba ve oğul; giyim kuşamları, barınakları, anneden yoksun olmaları, başkalarının bozulmuş yiyeceklerini yemek zorunda kalmalarıyla okuyucuyla paylaşılan bir zamanı yaşıyorlar.
***
Bir düşünürün dediğine göre sanat, “seçme” ile gerçekleşir. Duyularımızın dikkati, farklı algıların oluşmasına neden olur. İnsanın birikimi, eğer sanat eserine dönüşecekse, estetik ölçütler, biçimler eşliğinde bir seçimle, ayıklamayla kullanılmalı. Nelerin sanat eserinde yer alacağı, nelerin dışarıda bırakılacağı önemli bir çalışmadır. Seçilen öğeler beraberinde bir çeşit “sus”lar da getirebilir. Bu suslar okuyucunun hayal gücünün eşliğinde farklı renklerde açılımlar doğurabilir.
Füruzan’ın Akim Sevgilim’deki üç öyküsünde de bir dönüşüm, değişim göze çarpıyor. Değişim, kimi zaman insan ve toplum yaşamında kırılmalara neden olmaktadır. Mekânın insan üzerindeki etkileri açıklanıyor. Öykülerin “asıl” düğümüne geçmeden önce yazarın genel bakış açısı sergileniyor.
Dereler ırmaklara kavuşur. Irmaklar denizlere kavuşur. Füruzan’ın öykülerinde ırmakların derinliğinden ayrılan kollarla derelerin öngörülemez akışını görüyoruz. Özellikle ilk iki hikâyede bu, belirgin biçimde gösterilmiş. İlk iki hikâyedeki akışla üçüncü hikâyedeki akış aynı enerjiyi taşımıyor. Dere yataklarının çalkantısı, yatakları bir özgürlüğü çağıldar. Bu öykülerde de alışılmışın ötesinde yaşantıların sergilendiğini görüyoruz. Bütünün mayasını taşımayan yaşamlar, aykırı nefesler saklanıyor.
HÜSEYİN BAKİ İNAL
Bir yanıt yazın