At ve Sırtlan: Leonora Carrington’a İlk Bakış
1917 yılında Güney Lancashire’da varlıklı bir ailede dünyaya gelen Leonora Carrington sürrealizmin başkaldıran yüzlerinden biri. Onu tanırken ve sürrealizme yaptığı özgün katkının sınırlarını çizerken ilk durağımız 1930’lu yılların sonundaki üç eseri olacak: “The Debutante”, “The Oval Lady” ve “Self-Portrait”.
“Debutante” sözcüğü, sosyeteye dahil genç kadınların ilk kez kendini göstereceği bir çeşit kutlamayı ifade eder. Bahsedeceğimiz ilk öyküye ismini veren bu kutlama gerilimin başlangıç noktasıdır. Kahramanımız, kutlama arifesinde oldukça stresli ve isteksizdir. Tek arkadaşı olan yerel hayvanat bahçesindeki sırtlanı ziyaret eder. Sohbetleri sırasında şakayla karışık ortaya attığı fikir ikisinin de aklını çelecektir: sırtlan kılık değiştirerek onun yerine baloya gidebilir.
Sırtlanı kaçırır, odasına saklar, elbiselerini denetir. Fakat sırtlanın yüzünü gizlemek en zorudur. Saatlerce düşündükten sonra sırtlan, kızın hizmetçisini yiyebileceğini ve yüzünü maske olarak kullanabileceklerini söyler. Hizmetçisi Mary’i o akşam için feda eden kahramanımız, sırtlanı partiye uğurlarken onun yeni maskesiyle edindiği güzelliğine karşın güçlü kokusunu bastıramadıklarını fark eder. Tüm ihtimalleri karşılarına alırlar ve sırtlan kutlamaya gider.
Hikâyenin sonunda bir şeylerin ters gittiği hissiyle gerilen kızın odasına öfkeyle bembeyaz olmuş annesi girer. Masada onun yerine oturan “o şeyin” aniden kalkıp bağırmaya başladığını, “Kokum biraz güçlüyse ne olmuş yani?” diyerek yüzündeki maskeyi parçalayıp yediğini dehşetle anlatır.
Sırtlanın bu büyük ve önemli geçiş törenine karşı küçümseyici tutumu, hayvan ve kız arasındaki işbirliği, kabul görmüş geleneklere başkaldırı niteliğindedir. Böylece öykü, sürrealizmin toplumsal normlara aykırı duruşuna ortak olur. Sıradanla absürtün akışta doğallıkla verildiği diyaloglarda Carrington’un mizahını ve isyanını görürüz. Sırtlan, tüm çabalarına rağmen vahşiliği ve hayvansılığıyla kendini ortaya koyar.
İlkgençlik isyanının tüm elementlerine şöyle böyle dokunsa da sırtlan figürü Leonora’ya hiçbir zaman at figürü kadar yaklaşamayacaktır. The Debutante öyküsünün son cümlesi, Carrington’un otoportresine bağlanır. Bu cümlede sırtlan, son bir sıçrayışla pencereden kaçıp gözden kaybolmaktadır.
Aynı pencere resimde de karşımıza çıkar fakat uzaklaşan sırtlan değil bembeyaz bir attır. Odada bulunan kadın, sırtlan, sandalye ve tahta atın ayakları birbirine benzer yapıda, dışarıdaki at gibi sıçrayıp gidemeyecek narinliktedir. Öte yandan kadın figürünün saçları, uzaklaşan atın yelelerine benzer ve Carrington’un gelecekteki kadın karakterlerini karakterize eden bir ipucudur.
Resimde özgürlüğün bilinmezliğini ve tehlikelerini göze alarak evcilleştirilmeyi reddeden at ve öyküde orta-üst sınıfın kıymetli ritüellerini sekteye uğratarak kaçan sırtlan, Leonora Carrington’un hislerinin kuvvetli sembollerine dönüşmüştür.
Otoportresinde görünen tahta at, The Oval Lady hikâyesinde Tartar/Tartarus ismiyle beden bulur. Bu öyküde ana karakter Lucretia, babasına başkaldıran genç bir kızdır. Bir saksağan ve oyuncaklarıyla oyun kurarken kendini bembeyaz bir ata dönüştürür. Bu noktada Carrington’un masal ve mit geleneğinden beslendiğini kesinlikle sezebiliriz. Joseph Campbell’in İlkel Mitoloji kitabında bahsettiğine benzer bir olay gerçekleşmektedir. “-mış gibi” yaparak oyun kurarken gerçekliğin kayması, hayalle gerçeğin sınırlarının yitirilmesi yaşanır.
Yani, olağan tensel dünyanın mantığından, şeylerin farklı olduğu
tiyatromsu ve oyunumsu evrene, şeylerin canlı varlıklar gibi yaşandığı, ‘inandırma’ ve ‘sanki’ mantığının gerçek mantık sayıldığı bir evrene geçilir. Aslında hepimiz, bu saymacayı biliyoruz! Bu çocukluğun temel, kendiliğinden olan, büyüsel bir oyunudur; dünya bu yolla sıradanlıktan bir çırpıda büyüye dönüşür. Ve çocuklukta bunun kaçınılmaz oluşu, hepimizi bir aile olarak birleştiren insanın evrensel özelliklerden biridir.
Campbell sıradışı bir örnekle devam eder:
Leo Frobenius çocukluğun doğaüstü dünyası hakkındaki tanınmış yazısında öyle anlatır: “Profesör masasında yazıyor ve dört yaşındaki küçük kızı odada koşturup duruyor. Yapacak şeyi yok ve adamı rahatsız ediyor. Adam kıza üç yanmı kibrit çöpü vererek, ‘Al oyna’ diyor. Kız halıya oturarak kibritlerle oynamaya başlıyor, biri Hansel, biri Gretel, öbürü de büyücü olmuş. Bir süre geçiyor, bu zaman içinde profesör rahatsız edilmeden işiyle uğraşabiliyor. Fakat birden çocuk korkuyla bağırıyor. Baba sıçrıyor, ‘Ne o, ne oldu?’ Kız büyük korku belirtileri göstererek ona koşuyor. ‘Baba, baba’ diye bağırıyor, “büyücüyü al, artık ona dokunamıyorum!”
“Bir duygu patlaması” diyor Frobenius, “düşüncenin duyusal
düzeyden ( Gemüt ) duygusal bilinç (sinnliches Bewusstsein) düzeyine kendiliğinden geçişin sonucudur. Dahası, böyle bir patlamanın görülmesi açıkça belirli bir ruhsal sürecin tamamlandığı anlamındadır. Kibrit büyücü değildir, oyunun başında çocuk için de değildi. Demek ki süreç, kibritin duyusal düzeyde büyücüye dönüşmesinde ve sürecin tamamlanması da bu düşüncenin bilince çıkarılması olayını kapsıyor. Sürecin gözlemi, bilinçli düşüncenin onu sınamasından kaçıyor; çünkü, bilince ancak daha sonra ya da sürecin tam bitiminde giriyor. Ancak, düşünce var olduğu sürece oluşmalıdır da. Süreç, sözcüğün tam anlamıyla yaratıcıdır; çünkü biraz önceki örnekte olduğu gibi küçük bir kız için kibrit büyücü olabilmektedir. O zaman kısaca söylersek varolma aşaması duygular düzeyinde yaşanırken, varlık aşaması bilinç düzeyinde yaşanır.”
Lucretia’nın ata dönüşmesi ve coşkulu oyunu, işgüzar, yaşlı bir kadının müdahalesiyle son bulur. Mademoiselle de la Rochefroide, Lucretia’yı yaka paça babasının yanına götürür. Babası ona tam olarak 3 yıl 3 gün önce bu oyunları yasakladığını ve onu yedinci kez uyardığını belirtir. Yedi, ailemizdeki son sayıdır, artık seni daha ağır şekilde cezalandırmak zorundayım, diye de ekler.
Carrington’un dünyasında bir kez daha özgürlük ve coşku, gelenek ve otorite karşısındadır. Babası ceza olarak Tartarus’u yakacağını söyler. Lucretia’nın çaresizliği ve hüznünden kendini dönüştürürken kullandığı karlar üzerinden eriyip akar, Mademoiselle tarafından götürülür. Öykünün sonunda evden korkunç kişnemeler duyulur, adeta bir hayvana işkence edildiğinin kanıtı olan sesler…
Daha anlatılacak onlarca şey olsa da Carrington ilk bakışta isyankar ve buruk esintisiyle karşımıza çıkıyor diyebiliriz. Resimleri ve anlatıları birbirine bağlı sembollerle örülü, yaşayan son sürrealist olarak anılan bu kadın, ilişkileri, Meksika’daki kadın özgürlük hareketine katkılarıyla da uzun uzun tartışılabilecek bir figür.
Bir yanıt yazın